Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
9 EYLÜL 2010 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA
HABERLER 9
HAYAL ve
GERÇEK
KÜRŞAT BAŞAR
Binbir Suratlar
Ülkesi
Diyelim ki Fazıl Say yerine, Sibel Can
çıkıp, “arabesk rezilliktir, insan olan
arabesk söyler mi” deseydi...
Ya da Hakkı Bulut, “bu müziği
yapanlar halkın zaaflarından para
kazanıyorlar, bu müzik bile değildir,
yazıklar olsun” gibi bir açıklama
yapsaydı...
Fazıl Say o zaman nasıl bir ruh haline
girerdi?
İşte ben şimdi o ruh halindeyim.
Bence şu anda Türkiye’de yaşanan şey
bu.
İnsanlar adeta kimliklerini karıştırmış
durumda.
Bir binbir suratlar ülkesine döndük.
Daha karşısındakinin biraz farklı
görüşüne bile en küçük tahammülü
olmayan insanların her gece televizyon
ekranlarında “demokrasiyi içine
sindirebilmek” üzerine nutuklar attığını
duymuyor musunuz?
Ben duyuyorum da kulaklarıma
inanamıyorum.
Örneğin referandumu boykot eden
(boykot da demokratik bir hak ve bir tavır
değil mi?) partiyi antidemokratik hareket
etmekle suçlama modası var.
Örneğin 12 Eylül’ün en çok eleştirilen
kurumu olan YÖK’ün olduğu gibi kalıp
üyelerini yine Cumhurbaşkanı’nın
seçmesi, 12 Eylül Anayasası’yla
hesaplaşan iktidarın demokratik
açılımlarından biri!..
Ya peki aslında bütün hayatı 12 Eylül
sayesinde bugünkü duruma gelmiş
olanlara ne demeli?
Neredeyse tümüyle, 12 Eylül darbesi
sayesinde ortalığı boş bulup isim yapmış,
palazlanmış, üne kavuşmuş kim varsa
şimdi 12 Eylül düşmanı olarak atıp
tutuyor.
O dönemde bütün siyasi hareketler,
dernekler, örgütler, sendikalar, gazeteler,
dergiler kapatılıp pek çok insan
hapislerde çürümüş, yurtdışına kaçmış,
eziyetler görmüş, işinden atılmışken en
iyi yerlerde onların yerine geçenler nasıl
oldu da 12 Eylül intikamı alıyor şimdi
acaba?
12 Eylül sonrasında askeri rejimi
eleştiren değil de sol hareketi eleştiren
romanları yazan ben miydim yoksa?
O dönemde bir Mahmut Dikerdem ya
da Behice Boran gibi direnenler, şimdi o
dönem için mangalda kül
bırakmayanlardı da, ben mi unuttum?
Bırakın 12 Eylül’ü, 28 şubat’ta
arkadaşları işten atılırken sus pus
yazılarına devam edenler başkaları
mıydı?
[email protected]
ŞÜKRÜ ERBAŞ
G
az lambasõnõn, dünyayõ kü-
çücük odalara sõğdõrdõğõ,
uykularõ korkulu bir haya-
le çevirdiği zamanlardõ. Akşamlara
kadar toprak yollardan, buğday tar-
lalarõndan, yalõnayak çocuklarõn me-
raklarõndan kalkan tozlar, sabahlara
kadar ince bir yorgan gibi örterdi ya-
taklarõ. Puhu kuşlarõ taşlarõn başõna,
delice kuşlarõ bahçedeki akasya ağa-
cõna konardõ. Yõldõzlar, yõldõzlar…
Hangimiz bilebilirdik bir ömür õşõyõp
duracaklarõnõ. Yazõ, iki kere sarõya bo-
yayan harman yerleri, birer güneş
ocağõydõ. Yorgun atlar, sineklere ye-
nik düşmüş öküzler, traktörlerden
hatõrlõydõ henüz. Dünyanõn bütün õr-
maklarõndan büyük olan Saray Çayõ,
bedenimizin ilk karõncalõ aynasõydõ.
Köyün içinden geçen Ankara-Sivas
yolu, gündüzleri ayrõ uzaklara giderdi,
geceleri ayrõ… Uzak kasabalarõ köy
köy gezdiren çerçiler mi getirmişti ilk
plastik kaplarõ? Ya o transistorlu
radyo, geceleri yalnõz uzun dalgayõ
çeken. Kahire, o zamanlar girdi evi-
mize; İstanbul o günlerde, Ankara,
Erivan o yalnõzlõkta. “Sierra söy-
lerken bülbüller susar” diye övünen
radyomuz kuşkusuz radyolarõn bi-
rincisiydi ve babama bir inek parasõna
mal olmuştu! Akşamlar, biçilmiş
ekin kokularõyla gelirdi; sesleri, ban-
ka kredisinin faiziyle yükselen ba-
balarla, etekleri yemek derdine dü-
ğümlenmiş annelerle gelirdi… Güz,
altõn salkõmlarõnda yaz güneşleri,
üzüm kağnõlarõndan bir büyülü za-
mandõ. Okul zamanõna birkaç masal,
birkaç kõsas-õ enbiya hikâyesi, birkaç
bahçe yolma kalmõştõ. Ey elma bah-
çelerindeki kõrmõzõ zaman, iyi ki
dallarõnõzdan düşmüşüm, yoksa na-
sõl öğrenirdim kadõnlarõn güzelliğini...
Dedem ölmemişti. Babam benden
gençti henüz. “Dağlar dilsiz usta-
lardır ve suskun öğrenciler yetiş-
tirir” diyen Goethe’yi okumadan,
bu iki insandan öğrendim kuyularõn
dilini. Annem, ahõrdaki ineklere,
bahçedeki domateslere biberlere ve
çocuklarõn açlõklarõna iliklenip çö-
zülen bir sedef düğmeydi. Evlerden
birer tanrõ suretinde çõkõp, daha yal-
nõz birer tanrõ olarak dönen erkekler,
kahvelere camilerden daha sadõktõ-
lar ve çocuklarõndan çok merak
ederlerdi “ajans haberlerini”. Hiç-
bir şey yapmadan, günde on kez hü-
kümet yõkõp hükümet kurmayõ; yük-
sek sesli devlet sevgisinin, tersyüz
edilmiş bir yalan olduğunu; ken-
dinden başka kimseye inanmamanõn
mağrur yalnõzlõğõnõ; sevmek arzu-
suyla aldanma korkusunun nasõl bir
cehennem yarattõğõnõ; duvar diple-
rinde tanrõ diye yağmura nasõl dua
edildiğini onlarda gördüm. Yõllarca
küfrettikleri devrimcilere, Deniz-
Yusuf-Hüseyin’in idamlarõndan
sonra, derin bir mahcubiyet ve say-
gõyla nasõl ağladõklarõnõ da gördüm
onlarõn. “Ben, bir başkasıdır” di-
yen Rimbaud’yu bilmiyordum he-
nüz. İnsanõn ben’inin, dünyanõn bü-
tün insanlarõndan, doğanõn bütün
varlõklarõndan oluşan bir mucize ol-
duğu, o günlerden kalma bir gizli bil-
gi olmalõ: İshak Amca, Seton Am-
ca, Ohannes Amca, Dudu Teyze, Mi-
nas Teyze, Daniel, Urõpen, Mikail,
boyalõ yumurtalar… bizi terk etme-
mişlerdi henüz. Ben bugünkü ya-
şõmda, onlar o günkü yaşlarõnda, iyi
yürekli bir tanrõnõn zamanõnda bu-
luşsak bir gün, şimdi üstünden asfalt
yol geçen maşatlõkta, nasõl bir keder,
nasõl bir sevinç olurdu acep…
Toprağın iki uzun
rengi vardı
Ve sonra yağmurlar… Bulutlar
ipe dizilmiş boncuklar gibi inerdi ye-
re ve ayaklarõmõzdan sõrtõmõza doğ-
ru yağan çamura dönerdi bir soluk-
ta. Ve sonra karõn uzun, beyaz tari-
hi… Çöl ve deniz, kitaplarõn uzak ma-
sallarõydõ ama kar alõnyazõmõzdõ. Ev-
ler, bahçeler, dağlar ve yataklar, he-
le de ayõn halkalandõğõ gecelerde, bir
õssõzlõk çanõ gibi sesler verir, sesler
alõrdõ. Kar olmasaydõ, bozkõrõn yal-
nõzlõğõ eksik kalõrdõ. Toprağõn iki
uzun rengi vardõ; sarõ ve beyaz… Ka-
dõnlar, erkekler, çocuklar, bu iki ren-
gin sarkacõnda, bir baş dönmesi ha-
linde yaşarlar ve ölürlerdi.
Seslerin harflere döndüğü yer ol-
duğunu çok sonralarõ anlayacağõm
bir yeni dünyaydõ okul. Siyah önlük,
kurşun kalem, bir küçük tahta çan-
ta, karatahta ve tebeşir. Amerikan
yardõmõ süt tozunun, belleğimi bu-
gün bile ayağa kaldõran bulantõ gün-
leri. Öğretmenimiz nasõl da her şe-
yi biliyordu! Öğrendiği her yeni
cümleyle, küçücük hayatõnõ hem
biraz daha sevip hem de o hayattan
biraz daha uzaklaşacağõnõ, o yaşlar-
da hangi çocuk bilebilir ki… Hari-
talar, bugün bile bir giz gibi alõr ak-
lõmõ. Uzun kõş gecelerinin masalla-
rõ, şehirler yollar õrmaklar dağlar ve
ovalar olarak, sõnõfõn duvarõnda asõ-
lõ duruyordu. İlk yolculuklarõmõ, bu
mavi sarõ kahverengi yeşil işaretler
arasõnda yaptõm ben, kirpiklerimle
gidip kirpilerimle gelerek. Ve bir
gün, çocuklarõn ve kitaplarõn tanrõ-
sõ, henüz üçüncü sõnõftayken, bir san-
dõk dolusu kitabõ önüme boşaltõ-
verdi. Denizler Dibinde 20.000 Fer-
sah, Tom Sawyer’in Maceralarõ, 80
Günde Devr-i Âlem, Hz. Ali ve
Hayber Kalesi, Kerem ile Aslõ, Poll-
yanna, Pinokyo… Şehrazat’õ ve
Şehriyar’õ, Binbir Gece Masalla-
rõ’nõ bilmeden sevdim. Jules Verne
bendim. Mark Twain ben. Hz. Ali,
Aslõ’nõn Kerem’i… Robinson Cru-
soe değil ben kuruyordum õssõz ada-
yõ. Köy, küçüldükçe küçülüyordu!
Ben, ’68 kuşağõna doğru büyüdü-
ğümü bilmeden büyüyordum.
Yozgat girdi ömrüme...
Yozgat bir kar kentidir/ Sürmeli bir
türküdür/ Serttir soğuktur küçüktür.
/ İki dağõn dudağõna kõsõlmõş/ İncecik
bir sudur/ İçinde zamandan başka her
şeyin aktõğõ.../ Güneşi bir nazlõ ko-
nuktur yazlar içinde/ Ömrü çiçekle-
rin rengi kadardõr. / Ağaçlarõ çatõlar-
dan yüksek/ Avlularõ evlerinden ge-
niş/ Bir rüzgâr kentidir Yozgat/ Çam
kokularõ, bõçkõn delikanlõlarõyla/ Yõl-
lardõr kesilmeden esen/ Yoksullukla
düşlerin iç içe büyüdüğü/ Dar so-
kaklar eğri evler boyunca...
Kadõnõ bir eski zaman resmidir/ İşin
ve konuşmanõn tutkun aynasõnda/
Erkeği odalar dolusu ağõrlõk.../ Du-
ruldukça rengini bulan sular gibi/ Ço-
cuklarõn büyüdükçe büyüklere ben-
zediği/ Bir taşra kentidir Yozgat/
Zor inanõp güç değişen.../ Durur za-
manõn alnõnda donuk/ Bir basma en-
tarinin eteğinde/ Soluk, eski desenler
gibi...
Günler içinde bir gün/ Dokundu
parmaklarõ hayatõn/ Ufkumun bu-
nalan perdesine.../ Fõrõnlarõ sinema-
larõ minareleriyle/ Hareket ülkesi bir
kent simgesi olarak/ Yozgat, girdi
ömrüme...
Halkevi de artık yok
Ermeni ve Rum ustalardan kalan
birkaç taş yapõ dõşõnda, coğrafyasõnõ,
iklimini, kültürünü paraya çeviren
kimliksiz bir “büyüme”, onun da bel-
leğini, geçmişsiz geleceksiz bir za-
mana hapsetti. Herhangi bir taşra
kentinden onu ayõran, nazar boncu-
ğu gibi orada duran Çamlõk, Saat Ku-
lesi, Çapanoğlu Camii ve birkaç es-
ki yapõ hâlâ. Bahçe içinde evler yok
artõk. Ahşap konaklar yok. Ülkü Kõr-
tasiye var ama bizim kuşağõ yetişti-
ren kitaplar yok. Abbas Sayar yok.
Gülten Akın, on yaşõnda alõp gittiği
Yozgat’la bir uzak zaman. Ethem
Baran’õn öykülerindeki Yozgat, kaç
kişinin burun direğini sõzlatõr acep?
Tol Çarşõ, tarih bile değil yeni kuşak
için. İçkili lokantalar bir suç gibi ken-
tin kenarlarõna itilmiş.
Geleneksel meyhaneler, çalgõcõ
kahvehaneleri yok. Abdallarõ dü-
ğünlerden, “orkestra”larla 1980’ler-
de sürdüler. Simitçi Hasan çoktan öl-
dü. 1974’te bir avuç “devrimci
genç”in kurduğu Halkevi yok. “Her
şey daha çok zaman olsun diye hız-
landı. Zaman ise gittikçe azal-
makta” diyen Canetti’nin acõsõ,
Yozgat’õn da yazgõsõ. Kentler de in-
sanlar gibi mizah duygusuyla birlik-
te kederini de yitiriyor sanõrõm. Ge-
riye, belleksiz sokaklarda bir yeni za-
man politikacõsõ ile plastik şarkõlar ka-
lõyor. Yozgat, bundan ne kadar uzak
durabilirdi ki…
HASAN ALİ TOPTAŞ
D
enizli’nin Baklan ilçesi 1960’lı yıllarda,
toprak damlı kerpiç evlerden oluşan, kağnı
gıcırtılarıyla çan seslerinin birbirine karıştığı,
tozlu ve küçük bir kasabaydı. Elektrik olmadığı için
evler geceleri gaz lambasıyla aydınlatılır, su olmadığı
için de kasabanın çeşitli köşelerinde bulunan
çeşmelerden, eşeklere yüklenen ağaç testilerle su
taşınırdı. Kasaba dışındaki çeşmelerin yanı başında
üç kerpiç duvarla çevrili, üstleri açık yunaklar vardı
ayrıca; bu yunaklara kara kara kazanlar kurulur,
içlerinde küllü su kaynatılır, çamaşırlar ve insanlar
da bu suyla yıkanırdı. Çamaşırlar yıkanıp çalılıkların
ve harımların üstüne serilince, sıra çocuklara gelirdi
tabii; ne kadar mırın kırın etseler de, kollarından
tutulup cıscıbıldak oturtulurlardı çamaşır teknesinin
içine. Sonra sumsuklaya sumsuklaya, ya da
ellerindeki arapsabunuyla kafalarına ve sırtlarına
vura vura kadınlar onları da yıkardı. Küllü su ayna
gibi ışıl ışıl parlatırdı çocukların yüzünü. Kadınların
elinden kurtulunca da bu çocuklar kasabaya
koşarlardı hemen; parlayan burunlarıyla birlikte ya
gübre kokularının içinden havalanan serçelerin
peşine düşer ya da kasabaya çerçi gelmişse, onun
ardı sıra sokak sokak gezerlerdi.
Sadece çerçiler değil, zaman zaman çıkrıklarda
ve kirmanlarda eğrilen yün iplikleri ala, yeşile, mora
ya da sarıya boyayan boyacılar, kapı kapı gezerek
kap kacak toplayan kalaycılar, çocukların korkulu
rüyası sünnetçiler ve şıngır şıngır öten şişeleriyle
sülük satıcıları da gelirdi kasabaya. Hatta bunların
ne vakit geleceği bir şekilde hissedilir, içlerinden
gelmeyen olursa onun hakkında şöyle zararsız
tarafından, bol kederli münasip bir hikâye uydurulur,
sonra da bu hikâye aylarca anlatılır dururdu. Kırkım
vakti bazı evlerin bitişiğindeki ağılların önünde,
koyunlar ve keçiler kucaklanıp bu hikâyenin
gölgesine yatırılırdı artık ve kırklıkların şıkırtısı,
birbirini takip eden iplik kırıntıları gibi hep bu
hikâyenin içine dökülürdü. Belki biraz kasabanın
başucundan yükselen Beşparmak Dağı’na da
bulaşırdı bu hikâye. O yıllarda kasabalıların birçoğu
pılısını pırtısını atlara ve eşeklere yükleyerek cümbür
cemaat yaylaya çıkardı çünkü; içlerinden çil çil
keklik takırtıları yükselen ardıçlar geride bırakılır,
kekik kokulu kayalıklar aşılır, onlar aşılırken
kartallarla atmacaların gölgesinden geçilir, sonra da
kızılçamların arasındaki düzlüğe ulaşılıp oraya kara
çadırlar kurulurdu. Sürülerini önlerine katan koyun
ve keçi çobanları, uzaklıktan doğan esrarengiz
duruşları ve omuzlarında parlayan tüfekleriyle
birlikte döner dururlardı bu çadırların etrafında.
Çamların uğultusuna karışan yumruk iriliğindeki çan
sesleri de gelir, süt bakraçlarının içinde yankılanırdı.
İnsanlar süt sağıyoruz, kaymak ve yoğurt yapıyoruz
ya da tulumlara peynir basıyoruz bahanesiyle
ruhlarını havalandırırlardı sanki orada; içlerini aylarca
rüzgârlara, yıldızlara ve tabiata tutarlardı. Bu
nedenle yayladaki çiçekler onların içinde biterdi bir
süre, kuşlar onların içinde cıvıldaşır, kıl çadırları
titreten kurt ve çakal ulumaları da karanlığın öteki
ucundan değil, onların içinden gelirdi.
Gelenekler unutuldu
Hafiflemiş bir halde, yayladan inilirdi daha sonra.
Sürüler de kasabadaki ağıllarına dönerdi tabii ve
çobanlar onları yine sabah götürüp akşam
getirmeye başlarlardı. O yıllarda sadece koyun ve
keçi değil, aynı zamanda sığır da çoktu Baklan’da.
Geniş solukları ve kocaman gözleriyle avluları ve
ahırları dolduran bu sığırlar her sabah toplanma
yerine götürülüp bir çobana teslim edilirdi ama
akşamleyin sürü döndüğünde almaya gidilmezdi.
Kasabanın içine dağılan sığırlar kendi evlerine
kendileri dönerlerdi çünkü. Üstelik, şaşırıp maşırıp
da bir kerecik olsun başka sokağa sapmazlardı.
1960’lı yılların sonunda, yaylaya çıkma geleneği
unutuldu Baklan’da. Koyun ve keçi sürüleri azalmıştı
artık, bazı evlerin bitişiğindeki ağıllar yeni evlenen
gençler için birer eve dönüştürülmüş, kasabadaki
toprak damların yerini de yavaş yavaş kırmızı
kiremitli çatılar almaya başlamıştı. Gübrelikler
duruyordu henüz, çatlayan ağaç testilere vurulan
meşin yamalar, kağnılar, gaz lambaları, çıkrıklar,
arada bir tilkilerin dadandığı kümesler, nacaklar ve
her sabah sofralara getirilen bol acılı tarhana
çorbaları duruyordu. Bazı evlerde bulunan pilli
radyolardan da Nuri Sesigüzel’in, Ahmet Sezgin’in
ya da Müzeyyen Senar’ın sesleri yayılıyordu bütün
bunların üstüne. Birer semer ölüsüne benzeyen bu
radyolar, basmadan dikilmiş kılıflar içerisinde itina
ile kucaklanıp harman yerine de götürülüyordu çoğu
kez; sahibinin el ve göz menziline yerleştiriliyor,
sonra da öküz böğürtüleriyle eşek anırmalarının
ortasında bar bar bağırtılıyordu. Bu radyo seslerine
başka bir ses daha eklendi sonraki günlerde.
Kasabaya jeneratörle çalışan bir sinema salonu
açıldı çünkü ve Sinemacı Şerif eline mikrofonu alıp
her akşam göstereceği filmler hakkında methiyeler
düzmeye başladı. Kan, intikam, aşk, entrika ve
heyecan kelimeleriyle dolup taşan bu methiyelerin
sonunda da “sayın sinemaseverler” salona davet
ediliyor ve gelmeyip filmi kaçıracak olurlarsa çok
pişmanlık duyacakları belirtiliyordu tabii. Ardından
da “sayın sinemaseverler”in iştahını kabartmak
için, filmlerden kestiği parçalardan oluşan bobini
takarak sesi dışarıya veriyordu Şerif ve toprak
damları örten zifiri karanlığın içinde Baklan’daki
hayata benzemeyen, başka bir hayatın sesleri
uçuşmaya başlıyordu. Kasabalılar ellerinde gaz
lambalarıyla ahırlara girip hayvanlara yem verirken,
sinema salonundan yükselen kırmızı dudaklı bir ses,
‘Paris seyahatin nasıl geçti şekerim’ diye
soruyordu sözgelimi, kime soruyorsa. Ya da tombul
yanaklı babacan bir ses hızla ilerleyen bir otomobil
gürültüsünün içinden yavaşça doğruluyor ve kim
olduğu bilinmeyen otomobilin şoförüne, vazgeçtim
evlâdım, köşke çek diyordu. Bir süre sonra, o
akşamki filmin başlamasıyla birlikte kesiliyordu bu
sesler. Kasaba da kerpiç duvarların karanlığında
yankılanan kendi sessizliğine geri dönüyordu.
Kapıdan bacadan kaçak girenlerin, sinema
dedikleri ne menem şeymiş bir bakalım diye merak
edip gelenlerin ve adeta suç işliyormuş gibi
kafalarını önlerine eğerek birkaç günde bir mahcup
bir ifadeyle herkesten sonra girip herkesten önce
kendilerini dışarıya atanların yanı sıra, her filmi
seyreden müdavimleri de vardı artık sinema
salonunun. Bunların başında düğün çalgıcıları
geliyordu ve her vakit onlar tahta sandalyelerin ön
sırasına oturuyor, oturunca da sanki perdedeki
oyuncularla gerideki seyirciler arasında ılık bir köprü
oluşturuyorlardı.
Teknoloji geldi ve...
1970’li yılların başında, nihayet elektrik geldi
Baklan’a. Onun gelmesiyle birlikte düvenlerin,
kirmanların, çıkrıkların ve kağnı tekerleklerinin
dönüş hızına bağlı olan zaman da bulunduğu
yerden koptu sanki ve kerpiç duvarlara raptedilen
pabuç büyüklüğündeki siyah elektrik düğmelerine
bağlanarak daha hızlı akmaya başladı. Harıl
harıl çalışan briket makinelerinin, traktörlerin ve
siyah beyaz televizyonların üstünden koşar
adımlarla geçerek biraz daha hızlandı sonra. O
böyle hızlanınca kasabadaki bakkalların,
kahvehanelerin ve terzilerle berberlerin yanına da
beyaz eşya satan mağazalar, manifaturacılar,
lokantalar, kasaplar ve manavlar açılmaya başladı.
Bir fotoğrafçı dükkânıyla bir şehir kulübü bile açıldı
hatta. Zamanın akışıyla birlikte kasabanın ruhu ve
çehresi de değişmişti artık; kesekâğıtları, kamış
sepetler, elbirliğiyle kaynatılan pekmez kazanları,
haftalarca süren harman yeri muhabbetleri ve
tezgâhlarda dokunan kilimlerle heybelerin allı yeşilli
renkleri biraz geride kalmıştı.
Bugün on yaşında bir ilçe Baklan, ama nüfusu
eskisine göre daha az. Üzüm ve tahıl üretimi pek
kazanç sağlamadığı için birçok insan kendini
Denizli’ye attı çünkü, orada bulduğu çeşitli işlere
tutundu. Şehir kulübü de yok artık Baklan’da,
oturup yemek yenecek bir lokanta da yok.
Sinema salonunun yerindeyse kocaman bir banka
binası yükseliyor. Hiç kuşkusuz düğünleri üç gün
üç gece şenlendiren, düğün davetlilerini avlu
kapısında karşılama havasıyla karşılayıp
giderlerken yine uğurlama havasıyla avlu kapısına
kadar eşlik eden çalgıcılar da yok artık; onların
yerini çoktan teknoloji aldı.
Şehir kulübü de yok artık Baklan’da
Kapıdan bacadan
kaçak girenlerin,
sinema dedikleri ne
menem şeymiş bir
bakalım diye merak
edip gelenlerin ve
adeta suç işliyormuş
gibi kafalarını
önlerine eğerek birkaç
günde bir mahcup bir
ifadeyle herkesten
sonra girip herkesten
önce kendilerini
dışarıya atanların yanı
sıra, her filmi
seyreden müdavimleri
de vardı artık
sinema salonunun.
‘
’
Herhangi bir
taşra kentinden
onu ayıran, nazar
boncuğu gibi
orada duran
Çamlık, Saat
Kulesi, Çapanoğlu
Camii ve birkaç
eski yapı hâlâ.
Bahçe içinde
evler yok artık.
Ahşap konaklar
yok. Ülkü
Kırtasiye var ama
bizim kuşağı
yetiştiren
kitaplar yok.
‘
’
Kimliksiz bir ‘büyüme’ kentin belleğini, geçmişsiz, geleceksiz bir zamana hapsetti
Yozgat, kederini de yitirdi
YARIN: LÜTFİYE AYDIN
(GAZİANTEP)