20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
CMYB C M Y B 9 EYLÜL 2010 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA HABERLER 9 HAYAL ve GERÇEK KÜRŞAT BAŞAR Binbir Suratlar Ülkesi Diyelim ki Fazıl Say yerine, Sibel Can çıkıp, “arabesk rezilliktir, insan olan arabesk söyler mi” deseydi... Ya da Hakkı Bulut, “bu müziği yapanlar halkın zaaflarından para kazanıyorlar, bu müzik bile değildir, yazıklar olsun” gibi bir açıklama yapsaydı... Fazıl Say o zaman nasıl bir ruh haline girerdi? İşte ben şimdi o ruh halindeyim. Bence şu anda Türkiye’de yaşanan şey bu. İnsanlar adeta kimliklerini karıştırmış durumda. Bir binbir suratlar ülkesine döndük. Daha karşısındakinin biraz farklı görüşüne bile en küçük tahammülü olmayan insanların her gece televizyon ekranlarında “demokrasiyi içine sindirebilmek” üzerine nutuklar attığını duymuyor musunuz? Ben duyuyorum da kulaklarıma inanamıyorum. Örneğin referandumu boykot eden (boykot da demokratik bir hak ve bir tavır değil mi?) partiyi antidemokratik hareket etmekle suçlama modası var. Örneğin 12 Eylül’ün en çok eleştirilen kurumu olan YÖK’ün olduğu gibi kalıp üyelerini yine Cumhurbaşkanı’nın seçmesi, 12 Eylül Anayasası’yla hesaplaşan iktidarın demokratik açılımlarından biri!.. Ya peki aslında bütün hayatı 12 Eylül sayesinde bugünkü duruma gelmiş olanlara ne demeli? Neredeyse tümüyle, 12 Eylül darbesi sayesinde ortalığı boş bulup isim yapmış, palazlanmış, üne kavuşmuş kim varsa şimdi 12 Eylül düşmanı olarak atıp tutuyor. O dönemde bütün siyasi hareketler, dernekler, örgütler, sendikalar, gazeteler, dergiler kapatılıp pek çok insan hapislerde çürümüş, yurtdışına kaçmış, eziyetler görmüş, işinden atılmışken en iyi yerlerde onların yerine geçenler nasıl oldu da 12 Eylül intikamı alıyor şimdi acaba? 12 Eylül sonrasında askeri rejimi eleştiren değil de sol hareketi eleştiren romanları yazan ben miydim yoksa? O dönemde bir Mahmut Dikerdem ya da Behice Boran gibi direnenler, şimdi o dönem için mangalda kül bırakmayanlardı da, ben mi unuttum? Bırakın 12 Eylül’ü, 28 şubat’ta arkadaşları işten atılırken sus pus yazılarına devam edenler başkaları mıydı? [email protected] ŞÜKRÜ ERBAŞ G az lambasõnõn, dünyayõ kü- çücük odalara sõğdõrdõğõ, uykularõ korkulu bir haya- le çevirdiği zamanlardõ. Akşamlara kadar toprak yollardan, buğday tar- lalarõndan, yalõnayak çocuklarõn me- raklarõndan kalkan tozlar, sabahlara kadar ince bir yorgan gibi örterdi ya- taklarõ. Puhu kuşlarõ taşlarõn başõna, delice kuşlarõ bahçedeki akasya ağa- cõna konardõ. Yõldõzlar, yõldõzlar… Hangimiz bilebilirdik bir ömür õşõyõp duracaklarõnõ. Yazõ, iki kere sarõya bo- yayan harman yerleri, birer güneş ocağõydõ. Yorgun atlar, sineklere ye- nik düşmüş öküzler, traktörlerden hatõrlõydõ henüz. Dünyanõn bütün õr- maklarõndan büyük olan Saray Çayõ, bedenimizin ilk karõncalõ aynasõydõ. Köyün içinden geçen Ankara-Sivas yolu, gündüzleri ayrõ uzaklara giderdi, geceleri ayrõ… Uzak kasabalarõ köy köy gezdiren çerçiler mi getirmişti ilk plastik kaplarõ? Ya o transistorlu radyo, geceleri yalnõz uzun dalgayõ çeken. Kahire, o zamanlar girdi evi- mize; İstanbul o günlerde, Ankara, Erivan o yalnõzlõkta. “Sierra söy- lerken bülbüller susar” diye övünen radyomuz kuşkusuz radyolarõn bi- rincisiydi ve babama bir inek parasõna mal olmuştu! Akşamlar, biçilmiş ekin kokularõyla gelirdi; sesleri, ban- ka kredisinin faiziyle yükselen ba- balarla, etekleri yemek derdine dü- ğümlenmiş annelerle gelirdi… Güz, altõn salkõmlarõnda yaz güneşleri, üzüm kağnõlarõndan bir büyülü za- mandõ. Okul zamanõna birkaç masal, birkaç kõsas-õ enbiya hikâyesi, birkaç bahçe yolma kalmõştõ. Ey elma bah- çelerindeki kõrmõzõ zaman, iyi ki dallarõnõzdan düşmüşüm, yoksa na- sõl öğrenirdim kadõnlarõn güzelliğini... Dedem ölmemişti. Babam benden gençti henüz. “Dağlar dilsiz usta- lardır ve suskun öğrenciler yetiş- tirir” diyen Goethe’yi okumadan, bu iki insandan öğrendim kuyularõn dilini. Annem, ahõrdaki ineklere, bahçedeki domateslere biberlere ve çocuklarõn açlõklarõna iliklenip çö- zülen bir sedef düğmeydi. Evlerden birer tanrõ suretinde çõkõp, daha yal- nõz birer tanrõ olarak dönen erkekler, kahvelere camilerden daha sadõktõ- lar ve çocuklarõndan çok merak ederlerdi “ajans haberlerini”. Hiç- bir şey yapmadan, günde on kez hü- kümet yõkõp hükümet kurmayõ; yük- sek sesli devlet sevgisinin, tersyüz edilmiş bir yalan olduğunu; ken- dinden başka kimseye inanmamanõn mağrur yalnõzlõğõnõ; sevmek arzu- suyla aldanma korkusunun nasõl bir cehennem yarattõğõnõ; duvar diple- rinde tanrõ diye yağmura nasõl dua edildiğini onlarda gördüm. Yõllarca küfrettikleri devrimcilere, Deniz- Yusuf-Hüseyin’in idamlarõndan sonra, derin bir mahcubiyet ve say- gõyla nasõl ağladõklarõnõ da gördüm onlarõn. “Ben, bir başkasıdır” di- yen Rimbaud’yu bilmiyordum he- nüz. İnsanõn ben’inin, dünyanõn bü- tün insanlarõndan, doğanõn bütün varlõklarõndan oluşan bir mucize ol- duğu, o günlerden kalma bir gizli bil- gi olmalõ: İshak Amca, Seton Am- ca, Ohannes Amca, Dudu Teyze, Mi- nas Teyze, Daniel, Urõpen, Mikail, boyalõ yumurtalar… bizi terk etme- mişlerdi henüz. Ben bugünkü ya- şõmda, onlar o günkü yaşlarõnda, iyi yürekli bir tanrõnõn zamanõnda bu- luşsak bir gün, şimdi üstünden asfalt yol geçen maşatlõkta, nasõl bir keder, nasõl bir sevinç olurdu acep… Toprağın iki uzun rengi vardı Ve sonra yağmurlar… Bulutlar ipe dizilmiş boncuklar gibi inerdi ye- re ve ayaklarõmõzdan sõrtõmõza doğ- ru yağan çamura dönerdi bir soluk- ta. Ve sonra karõn uzun, beyaz tari- hi… Çöl ve deniz, kitaplarõn uzak ma- sallarõydõ ama kar alõnyazõmõzdõ. Ev- ler, bahçeler, dağlar ve yataklar, he- le de ayõn halkalandõğõ gecelerde, bir õssõzlõk çanõ gibi sesler verir, sesler alõrdõ. Kar olmasaydõ, bozkõrõn yal- nõzlõğõ eksik kalõrdõ. Toprağõn iki uzun rengi vardõ; sarõ ve beyaz… Ka- dõnlar, erkekler, çocuklar, bu iki ren- gin sarkacõnda, bir baş dönmesi ha- linde yaşarlar ve ölürlerdi. Seslerin harflere döndüğü yer ol- duğunu çok sonralarõ anlayacağõm bir yeni dünyaydõ okul. Siyah önlük, kurşun kalem, bir küçük tahta çan- ta, karatahta ve tebeşir. Amerikan yardõmõ süt tozunun, belleğimi bu- gün bile ayağa kaldõran bulantõ gün- leri. Öğretmenimiz nasõl da her şe- yi biliyordu! Öğrendiği her yeni cümleyle, küçücük hayatõnõ hem biraz daha sevip hem de o hayattan biraz daha uzaklaşacağõnõ, o yaşlar- da hangi çocuk bilebilir ki… Hari- talar, bugün bile bir giz gibi alõr ak- lõmõ. Uzun kõş gecelerinin masalla- rõ, şehirler yollar õrmaklar dağlar ve ovalar olarak, sõnõfõn duvarõnda asõ- lõ duruyordu. İlk yolculuklarõmõ, bu mavi sarõ kahverengi yeşil işaretler arasõnda yaptõm ben, kirpiklerimle gidip kirpilerimle gelerek. Ve bir gün, çocuklarõn ve kitaplarõn tanrõ- sõ, henüz üçüncü sõnõftayken, bir san- dõk dolusu kitabõ önüme boşaltõ- verdi. Denizler Dibinde 20.000 Fer- sah, Tom Sawyer’in Maceralarõ, 80 Günde Devr-i Âlem, Hz. Ali ve Hayber Kalesi, Kerem ile Aslõ, Poll- yanna, Pinokyo… Şehrazat’õ ve Şehriyar’õ, Binbir Gece Masalla- rõ’nõ bilmeden sevdim. Jules Verne bendim. Mark Twain ben. Hz. Ali, Aslõ’nõn Kerem’i… Robinson Cru- soe değil ben kuruyordum õssõz ada- yõ. Köy, küçüldükçe küçülüyordu! Ben, ’68 kuşağõna doğru büyüdü- ğümü bilmeden büyüyordum. Yozgat girdi ömrüme... Yozgat bir kar kentidir/ Sürmeli bir türküdür/ Serttir soğuktur küçüktür. / İki dağõn dudağõna kõsõlmõş/ İncecik bir sudur/ İçinde zamandan başka her şeyin aktõğõ.../ Güneşi bir nazlõ ko- nuktur yazlar içinde/ Ömrü çiçekle- rin rengi kadardõr. / Ağaçlarõ çatõlar- dan yüksek/ Avlularõ evlerinden ge- niş/ Bir rüzgâr kentidir Yozgat/ Çam kokularõ, bõçkõn delikanlõlarõyla/ Yõl- lardõr kesilmeden esen/ Yoksullukla düşlerin iç içe büyüdüğü/ Dar so- kaklar eğri evler boyunca... Kadõnõ bir eski zaman resmidir/ İşin ve konuşmanõn tutkun aynasõnda/ Erkeği odalar dolusu ağõrlõk.../ Du- ruldukça rengini bulan sular gibi/ Ço- cuklarõn büyüdükçe büyüklere ben- zediği/ Bir taşra kentidir Yozgat/ Zor inanõp güç değişen.../ Durur za- manõn alnõnda donuk/ Bir basma en- tarinin eteğinde/ Soluk, eski desenler gibi... Günler içinde bir gün/ Dokundu parmaklarõ hayatõn/ Ufkumun bu- nalan perdesine.../ Fõrõnlarõ sinema- larõ minareleriyle/ Hareket ülkesi bir kent simgesi olarak/ Yozgat, girdi ömrüme... Halkevi de artık yok Ermeni ve Rum ustalardan kalan birkaç taş yapõ dõşõnda, coğrafyasõnõ, iklimini, kültürünü paraya çeviren kimliksiz bir “büyüme”, onun da bel- leğini, geçmişsiz geleceksiz bir za- mana hapsetti. Herhangi bir taşra kentinden onu ayõran, nazar boncu- ğu gibi orada duran Çamlõk, Saat Ku- lesi, Çapanoğlu Camii ve birkaç es- ki yapõ hâlâ. Bahçe içinde evler yok artõk. Ahşap konaklar yok. Ülkü Kõr- tasiye var ama bizim kuşağõ yetişti- ren kitaplar yok. Abbas Sayar yok. Gülten Akın, on yaşõnda alõp gittiği Yozgat’la bir uzak zaman. Ethem Baran’õn öykülerindeki Yozgat, kaç kişinin burun direğini sõzlatõr acep? Tol Çarşõ, tarih bile değil yeni kuşak için. İçkili lokantalar bir suç gibi ken- tin kenarlarõna itilmiş. Geleneksel meyhaneler, çalgõcõ kahvehaneleri yok. Abdallarõ dü- ğünlerden, “orkestra”larla 1980’ler- de sürdüler. Simitçi Hasan çoktan öl- dü. 1974’te bir avuç “devrimci genç”in kurduğu Halkevi yok. “Her şey daha çok zaman olsun diye hız- landı. Zaman ise gittikçe azal- makta” diyen Canetti’nin acõsõ, Yozgat’õn da yazgõsõ. Kentler de in- sanlar gibi mizah duygusuyla birlik- te kederini de yitiriyor sanõrõm. Ge- riye, belleksiz sokaklarda bir yeni za- man politikacõsõ ile plastik şarkõlar ka- lõyor. Yozgat, bundan ne kadar uzak durabilirdi ki… HASAN ALİ TOPTAŞ D enizli’nin Baklan ilçesi 1960’lı yıllarda, toprak damlı kerpiç evlerden oluşan, kağnı gıcırtılarıyla çan seslerinin birbirine karıştığı, tozlu ve küçük bir kasabaydı. Elektrik olmadığı için evler geceleri gaz lambasıyla aydınlatılır, su olmadığı için de kasabanın çeşitli köşelerinde bulunan çeşmelerden, eşeklere yüklenen ağaç testilerle su taşınırdı. Kasaba dışındaki çeşmelerin yanı başında üç kerpiç duvarla çevrili, üstleri açık yunaklar vardı ayrıca; bu yunaklara kara kara kazanlar kurulur, içlerinde küllü su kaynatılır, çamaşırlar ve insanlar da bu suyla yıkanırdı. Çamaşırlar yıkanıp çalılıkların ve harımların üstüne serilince, sıra çocuklara gelirdi tabii; ne kadar mırın kırın etseler de, kollarından tutulup cıscıbıldak oturtulurlardı çamaşır teknesinin içine. Sonra sumsuklaya sumsuklaya, ya da ellerindeki arapsabunuyla kafalarına ve sırtlarına vura vura kadınlar onları da yıkardı. Küllü su ayna gibi ışıl ışıl parlatırdı çocukların yüzünü. Kadınların elinden kurtulunca da bu çocuklar kasabaya koşarlardı hemen; parlayan burunlarıyla birlikte ya gübre kokularının içinden havalanan serçelerin peşine düşer ya da kasabaya çerçi gelmişse, onun ardı sıra sokak sokak gezerlerdi. Sadece çerçiler değil, zaman zaman çıkrıklarda ve kirmanlarda eğrilen yün iplikleri ala, yeşile, mora ya da sarıya boyayan boyacılar, kapı kapı gezerek kap kacak toplayan kalaycılar, çocukların korkulu rüyası sünnetçiler ve şıngır şıngır öten şişeleriyle sülük satıcıları da gelirdi kasabaya. Hatta bunların ne vakit geleceği bir şekilde hissedilir, içlerinden gelmeyen olursa onun hakkında şöyle zararsız tarafından, bol kederli münasip bir hikâye uydurulur, sonra da bu hikâye aylarca anlatılır dururdu. Kırkım vakti bazı evlerin bitişiğindeki ağılların önünde, koyunlar ve keçiler kucaklanıp bu hikâyenin gölgesine yatırılırdı artık ve kırklıkların şıkırtısı, birbirini takip eden iplik kırıntıları gibi hep bu hikâyenin içine dökülürdü. Belki biraz kasabanın başucundan yükselen Beşparmak Dağı’na da bulaşırdı bu hikâye. O yıllarda kasabalıların birçoğu pılısını pırtısını atlara ve eşeklere yükleyerek cümbür cemaat yaylaya çıkardı çünkü; içlerinden çil çil keklik takırtıları yükselen ardıçlar geride bırakılır, kekik kokulu kayalıklar aşılır, onlar aşılırken kartallarla atmacaların gölgesinden geçilir, sonra da kızılçamların arasındaki düzlüğe ulaşılıp oraya kara çadırlar kurulurdu. Sürülerini önlerine katan koyun ve keçi çobanları, uzaklıktan doğan esrarengiz duruşları ve omuzlarında parlayan tüfekleriyle birlikte döner dururlardı bu çadırların etrafında. Çamların uğultusuna karışan yumruk iriliğindeki çan sesleri de gelir, süt bakraçlarının içinde yankılanırdı. İnsanlar süt sağıyoruz, kaymak ve yoğurt yapıyoruz ya da tulumlara peynir basıyoruz bahanesiyle ruhlarını havalandırırlardı sanki orada; içlerini aylarca rüzgârlara, yıldızlara ve tabiata tutarlardı. Bu nedenle yayladaki çiçekler onların içinde biterdi bir süre, kuşlar onların içinde cıvıldaşır, kıl çadırları titreten kurt ve çakal ulumaları da karanlığın öteki ucundan değil, onların içinden gelirdi. Gelenekler unutuldu Hafiflemiş bir halde, yayladan inilirdi daha sonra. Sürüler de kasabadaki ağıllarına dönerdi tabii ve çobanlar onları yine sabah götürüp akşam getirmeye başlarlardı. O yıllarda sadece koyun ve keçi değil, aynı zamanda sığır da çoktu Baklan’da. Geniş solukları ve kocaman gözleriyle avluları ve ahırları dolduran bu sığırlar her sabah toplanma yerine götürülüp bir çobana teslim edilirdi ama akşamleyin sürü döndüğünde almaya gidilmezdi. Kasabanın içine dağılan sığırlar kendi evlerine kendileri dönerlerdi çünkü. Üstelik, şaşırıp maşırıp da bir kerecik olsun başka sokağa sapmazlardı. 1960’lı yılların sonunda, yaylaya çıkma geleneği unutuldu Baklan’da. Koyun ve keçi sürüleri azalmıştı artık, bazı evlerin bitişiğindeki ağıllar yeni evlenen gençler için birer eve dönüştürülmüş, kasabadaki toprak damların yerini de yavaş yavaş kırmızı kiremitli çatılar almaya başlamıştı. Gübrelikler duruyordu henüz, çatlayan ağaç testilere vurulan meşin yamalar, kağnılar, gaz lambaları, çıkrıklar, arada bir tilkilerin dadandığı kümesler, nacaklar ve her sabah sofralara getirilen bol acılı tarhana çorbaları duruyordu. Bazı evlerde bulunan pilli radyolardan da Nuri Sesigüzel’in, Ahmet Sezgin’in ya da Müzeyyen Senar’ın sesleri yayılıyordu bütün bunların üstüne. Birer semer ölüsüne benzeyen bu radyolar, basmadan dikilmiş kılıflar içerisinde itina ile kucaklanıp harman yerine de götürülüyordu çoğu kez; sahibinin el ve göz menziline yerleştiriliyor, sonra da öküz böğürtüleriyle eşek anırmalarının ortasında bar bar bağırtılıyordu. Bu radyo seslerine başka bir ses daha eklendi sonraki günlerde. Kasabaya jeneratörle çalışan bir sinema salonu açıldı çünkü ve Sinemacı Şerif eline mikrofonu alıp her akşam göstereceği filmler hakkında methiyeler düzmeye başladı. Kan, intikam, aşk, entrika ve heyecan kelimeleriyle dolup taşan bu methiyelerin sonunda da “sayın sinemaseverler” salona davet ediliyor ve gelmeyip filmi kaçıracak olurlarsa çok pişmanlık duyacakları belirtiliyordu tabii. Ardından da “sayın sinemaseverler”in iştahını kabartmak için, filmlerden kestiği parçalardan oluşan bobini takarak sesi dışarıya veriyordu Şerif ve toprak damları örten zifiri karanlığın içinde Baklan’daki hayata benzemeyen, başka bir hayatın sesleri uçuşmaya başlıyordu. Kasabalılar ellerinde gaz lambalarıyla ahırlara girip hayvanlara yem verirken, sinema salonundan yükselen kırmızı dudaklı bir ses, ‘Paris seyahatin nasıl geçti şekerim’ diye soruyordu sözgelimi, kime soruyorsa. Ya da tombul yanaklı babacan bir ses hızla ilerleyen bir otomobil gürültüsünün içinden yavaşça doğruluyor ve kim olduğu bilinmeyen otomobilin şoförüne, vazgeçtim evlâdım, köşke çek diyordu. Bir süre sonra, o akşamki filmin başlamasıyla birlikte kesiliyordu bu sesler. Kasaba da kerpiç duvarların karanlığında yankılanan kendi sessizliğine geri dönüyordu. Kapıdan bacadan kaçak girenlerin, sinema dedikleri ne menem şeymiş bir bakalım diye merak edip gelenlerin ve adeta suç işliyormuş gibi kafalarını önlerine eğerek birkaç günde bir mahcup bir ifadeyle herkesten sonra girip herkesten önce kendilerini dışarıya atanların yanı sıra, her filmi seyreden müdavimleri de vardı artık sinema salonunun. Bunların başında düğün çalgıcıları geliyordu ve her vakit onlar tahta sandalyelerin ön sırasına oturuyor, oturunca da sanki perdedeki oyuncularla gerideki seyirciler arasında ılık bir köprü oluşturuyorlardı. Teknoloji geldi ve... 1970’li yılların başında, nihayet elektrik geldi Baklan’a. Onun gelmesiyle birlikte düvenlerin, kirmanların, çıkrıkların ve kağnı tekerleklerinin dönüş hızına bağlı olan zaman da bulunduğu yerden koptu sanki ve kerpiç duvarlara raptedilen pabuç büyüklüğündeki siyah elektrik düğmelerine bağlanarak daha hızlı akmaya başladı. Harıl harıl çalışan briket makinelerinin, traktörlerin ve siyah beyaz televizyonların üstünden koşar adımlarla geçerek biraz daha hızlandı sonra. O böyle hızlanınca kasabadaki bakkalların, kahvehanelerin ve terzilerle berberlerin yanına da beyaz eşya satan mağazalar, manifaturacılar, lokantalar, kasaplar ve manavlar açılmaya başladı. Bir fotoğrafçı dükkânıyla bir şehir kulübü bile açıldı hatta. Zamanın akışıyla birlikte kasabanın ruhu ve çehresi de değişmişti artık; kesekâğıtları, kamış sepetler, elbirliğiyle kaynatılan pekmez kazanları, haftalarca süren harman yeri muhabbetleri ve tezgâhlarda dokunan kilimlerle heybelerin allı yeşilli renkleri biraz geride kalmıştı. Bugün on yaşında bir ilçe Baklan, ama nüfusu eskisine göre daha az. Üzüm ve tahıl üretimi pek kazanç sağlamadığı için birçok insan kendini Denizli’ye attı çünkü, orada bulduğu çeşitli işlere tutundu. Şehir kulübü de yok artık Baklan’da, oturup yemek yenecek bir lokanta da yok. Sinema salonunun yerindeyse kocaman bir banka binası yükseliyor. Hiç kuşkusuz düğünleri üç gün üç gece şenlendiren, düğün davetlilerini avlu kapısında karşılama havasıyla karşılayıp giderlerken yine uğurlama havasıyla avlu kapısına kadar eşlik eden çalgıcılar da yok artık; onların yerini çoktan teknoloji aldı. Şehir kulübü de yok artık Baklan’da Kapıdan bacadan kaçak girenlerin, sinema dedikleri ne menem şeymiş bir bakalım diye merak edip gelenlerin ve adeta suç işliyormuş gibi kafalarını önlerine eğerek birkaç günde bir mahcup bir ifadeyle herkesten sonra girip herkesten önce kendilerini dışarıya atanların yanı sıra, her filmi seyreden müdavimleri de vardı artık sinema salonunun. ‘ ’ Herhangi bir taşra kentinden onu ayıran, nazar boncuğu gibi orada duran Çamlık, Saat Kulesi, Çapanoğlu Camii ve birkaç eski yapı hâlâ. Bahçe içinde evler yok artık. Ahşap konaklar yok. Ülkü Kırtasiye var ama bizim kuşağı yetiştiren kitaplar yok. ‘ ’ Kimliksiz bir ‘büyüme’ kentin belleğini, geçmişsiz, geleceksiz bir zamana hapsetti Yozgat, kederini de yitirdi YARIN: LÜTFİYE AYDIN (GAZİANTEP)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle