13 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yeni yutturmaca: Kırsal kalkınma Yücel ÇAĞLAR (Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği) İ Doğrusu, teslimiyetçiliğin bu denlisi de olmaz! Ancak, artık, ülkemizde, önceki dönemlerden çok daha yaygın biçimde oluyor. Bilindiği gibi yaşadığımız günlerin teslimiyet alanlarından birisini de AB ile ilişkiler oluşturuyor. Son örnek ise ‘‘kırsal kalkınma’’. Anımsanacağı gibi son ilerleme raporunda öne çıkarılan sorun alanlarından birisi de ‘‘kırsal kalkınma’’: İlerleme Raporu’nda şu saptama yapılıyor: ‘‘Ulusal kalkınma planı çerçevesinde başlangıç adımları atılmış olmakla birlikte kırsal kalkınmayla ilgili olarak çok az ilerleme kaydedilmiştir. Henüz kapsamlı bir kırsal kalkınma stratejisi oluşturulmamıştır’’ Saptama böyle olunca, geri durulur mu; durulmamış doğal olarak: Önce geçtiğimiz yılın Aralık ayında toplanan 2. Tarım Şurası’nın Sonuç Bildirgesi’nde ‘‘Bakanlığa bağlı olarak ‘Kırsal Kalkınma Genel Müdürlüğü’nün’ kurulması’’ ve ‘‘Ulusal Programda öngörüldüğü gibi bakanlık tarafından AB ölçülerini dikkate alarak ‘Kırsal Kalkınma Stratejisinin’ hazırlanması’’ önerilerine yer verilmiştir. Hemen ardından da Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın APK Daire Başkanlığı’nda ‘‘Kırsal Kalkınma Strateji Metni’’ ve daha sonra da DPT’de ‘‘Ulusal Kalkınma Stratejisi’’ adlı ‘‘taslak’’ belgeler üretilmiştir; hem de akıl almaz bir ivedilikle. Özellikle DPT’de üretilen belge, sorunun nasıl bir yaklaşımla ele alındığına ve gerekçelerine anlamlı açıklamalar getiriyor. Sözgelimi, bu belgede belirtildiğine göre; ‘‘Küreselleşme ve giderek serbestleşen uluslararası ticaret, kırsal alanlar için bir yandan kalkınma yönünde yeni fırsatlar yaratırken, diğer yandan küreselleşen ekonomik sistemler ve kentsel alanlarla bütünleşerek rekabet gücünü artıramayan, hızla değişen Pazar koşullarına uyum sağlayamayan kırsal alanları geri kalmışlık sorunu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu bağlamda tarım desteklerine dayalı geleneksel politikalardan yerel özellikleri dikkate alan entegre kırsal kalkınma yaklaşımına geçilmesi kaçınılmaz olmaktadır.’’ Doğal olarak, bu noktada akla şu soru geliyor: ‘‘ İyi de, daha önce aklınız neredeydi?’’ Gerçekte, söz konusu belgede bu sorunun da yanıtı veriliyor. Belgeye göre, ‘‘AB’ye katılım sürecinde ülkemizin müktesebatın üstlenilmesine ilişkin yükümlülükleri çerçevesinde, kırsal kalkınma politikalarının ve tedbirlerinin ortak tarım politikaları ile uyumlaştırılmasına özel bir önem verilmiştir.’’ Öyle ki, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın adının bile ‘‘Tarım ve Kırsal Kalkınma Bakanlığı’’ olarak değiştirilmesine; Bakanlık’ta ‘‘Kırsal Kalkınma Genel Müdürlüğü’’ne de yer verilmesine yönelik girişimler gündeme gelmiş; bu Bakanlıkta iller düzeyinde ‘‘tarım ve kırsal kalkınma planlarının hazırlanması projesi’’ çalışmalarına hız kazandırılmıştır. Artık, bu arada bir de yasa çıkarılıp ‘‘kalkınma ajansları’’ oluşturuldu mu, süreç tamamlanacak. Ne var ki, AB güdümlü bu hızlandırılmış koşuşturmalara karşın, bilindiği gibi Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü kapatılmıştır. Bu durumda, doğal olarak, insanın aklına ‘‘bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’’ deyimi gelmez mi? Gelmemeli. Çünkü, ülkemizde giderek bir tür mandacılığa dönüşen AB’cilik, artık sınır tanımıyor. Oysa, ülkemizde ‘‘kır’’ sayılan yerler ile ‘‘kent’’ sayılan yerlerin gelişmişlik düzeyleri arasındaki farkın ne denli büyük olduğu; dahası, bu farkın, özellikle son yir mi yirmibeş yılda giderek daha da büyüdüğü biliniyor. Üstelik, gelişmişlik düzeyleri arasındaki fark yalnızca ‘‘kır’’ ve ‘‘kent’’ arasında değil, bölgesel ve toplumsal olarak da büyüyor; Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmedik düzeylere ulaşıyor. Ancak, siyasal iktidarlar, sorunun bu boyutlarını görmezden gelmeyi yeğliyor. Bir kez, Türkiye’de egemen sınıflar, artık, siyasal iktidar olmanın ‘‘kır’’ sayılan yerleşmelerde yaşayanların ve özellikle de köylülerin, deyiş yerindeyse ‘‘kafaya alınmasından’’ geçmediğini düşünüyor. Doğrusu, pek de haksız sayılmazlar. Çünkü, ‘‘kentsel’’ sayılan yerleşmelerin varoşlarında barınabilme savaşımı içinde bunalmış örgütsüz ve umutsuz, geleceğini Tanrıya bırakmış toplumsal sınıf ve katmanlar daha stratejik önem taşıyor egemen sınıflar için. Sonra; DPT’nin anılan belgesinde de açıkça belirtildiği gibi ‘‘küreselleşen ekonomik sistemler ve kentsel alanlarla’’ bütünleştirilmiş bir ‘‘kırsal’’, uluslararası tekeller ile yerli uzantıları için çok da iyi bir pazar olacaktır kuşkusuz; istenmez mi !.. Bir de, ‘‘kırsal kalkınma’’ için kullandırılacağı öne sürülen AB fonları var ki, gelin de AB’ci olmayın artık! Öyle ki, şimdilerde, devlet, dernek, vakıf, meslek örgütü, üniversite vb onlarca kuruluş, birim ve kişi bir ‘‘kırsal kalkınma projesi’’ desteği kapmak için binbir takla atıyor ve deyiş yerindeyse, birbirini yiyor. Bu sürecin nelere yol açabileceği açık değil mi? Yerel ve ulusal değer yargıları giderek anlamsızlaştırılarak, her türlü doğal varsıllığı hiçbir yolla denetlenemeyecek biçimde metalaştırılarak; kamusal rantları yerli ve yabancı özel sermayeye devredilerek iyiden iyiye sömürgeleştirilmiş yetmiş yedi milyon kilometrekarelik bir ülke ve kendi ülkesinde tutsak alınarak kendi varsıllıklarına yabancılaştırılmış yetmiş milyonluk özgüvensiz bir toplum Yetmez mi? Bugün ülkemizde; ‘‘kır’’ ile ‘‘kent’’ sayılan yerleş meler, bölgeler, toplumsal sınıf ve katmanların ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasında giderek daha da büyüyen bir dengesizlik var. Oysa, bilindiği gibi, yine ülkemizde, bu türden dengesizliklerin giderilmesine yönelik çok sayıda ülkesel ve bölgesel plan hazırlandı ve uygulandı. Ancak, bu dengesizlik giderilemedi. Giderilemedi, çünkü, bu dengesizliklere yol açan üretim ilişkilerinin değiştirilmesi, hemen hemen hiç hedeflenmedi. Dahası, bu ilişkilerin hiç olmazsa ülkemizin genel çıkarları doğrultusunda düzenlenmesine katkıda bulunabilecek demokratik örgütlenmeler etkisizleştirildi; bu doğrultuda emek veren insanlar küstürüldü ve bir daha da yenileri yetiştirilmedi. Kısacası, çoğunlukla, Brecht’in, ‘‘danaların kesilmesine katlanamamak ama dana pirzolası yemekten de vazgeçememek’’ biçiminde dillendirdiği ünlü açıklamasını çağrıştıran yaklaşımlar yeğlendi. Şimdi, yine bu türden yaklaşımlarla hazırlanıp gündeme getirilen bir yutturmaca var önümüzde: Yine onlarca teknisyenimiz, bilim ve araştırma emekçimiz, uzmanımız bu yutturmacının gerektirdiği düzenlemeler, plan ve projeler için emek harcayacak; bir yandan yılların deneyimli ve donanımlı birimleri kapatılırken bir yandan da yenileri açılacak; yeni yapılar ve tesisler kurulacak; yine onlarca yabancı uzman ülkemizin her yanını tarayacak ve yine ‘‘kır’’ sayılan yerleşmelerde yaşayan yurttaşlarımız umutlandırılacak. Üstelik tüm bunlar, ‘‘paydaşların’’ oluşturduğu yerel ve ülkesel sivil toplum kuruluşların destekleriyle ‘‘katılımcı’’, ‘‘yönetişimci’’, ‘‘sürdürülebilir’’ ve ‘‘yerel’’ düzenekler içinde gerçekleştirilecek! Peki; hiç olmazsa bugün, yani bunca deneyimden sonra böyle olmayabilir mi acaba? Olmayabilir. Bir tek koşulla: Siyaset yapmak gerektiğince toplumsallaştırılarak; başka bir söyleyişle, kitleler bağımsızlıkçı, toplumsalcı bir temelde yeterince siyasallaştırılarak... Sizce, başka bir yolu var mı? Ülkemizde; ‘‘kır’’ ile ‘‘kent’’ sayılan yerleşmeler, bölgeler, toplumsal sınıf ve katmanların ekonomik gelişmişlik düzeyleri arasında giderek daha da büyüyen bir dengesizlik var. (Foto: Ozan YAYMAN) 22
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle