22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Tarım Gıda Hayvancılık 49 / 9 Eylül 2008 YA DOĞAL KOŞULLARIMIZ UYGUN OLMASAYDI? “Türkiye’nin doğal coğrafi karakterini yaratan tüm fizik faktörler ve bu faktörlerin mekan üniteleri üzerinde meydana getirdikleri doğal terkiplere bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’nin coğrafi potansiyelinin bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara ne gibi olanaklar tanıdığı veya bundan sonra ne gibi olanaklar tanıyabileceği hususları düşünülmeye değer. “ (Nedim TUNÇDİLEK, 1978) Yücel ÇAĞLAR Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği Üyesi ilindiği gibi, ülkelerin varsıllık kaynakları, hem tarihsel hem de yersel olarak değişkendir. Kimi ülkeler yalnızca yersel konumlarını, kimileri doğal kaynaklarını, kimileri işgücünü ve kültürel özelliklerini “değerlendirip” göreli üstünlükler sağlayabilmekte, bu üstünlüklerini “gerektiğince kullanarak” da ekonomik büyümelerini hızlandırabilmektedir. Açıktır ki, bu bağlamda, ekonomik büyümenin nasıl hızlandırılabildiği, başka bir söyleyişle, ekonomik büyüme hızındaki artışların kaynaklarının neler olduğu ve ne pahasına gerçekleştirildiği sorularının da yanıtlanması gerekmektedir. Gerçekte, kapitalizmin gelişme tarihi, bu türden soruların yanıtlarını açıklıkla ortaya koymaktadır. Ülkemizde de, bu sorunun yanıtlanmasına yönelik çalışmalar yapılmakta, çeşitli tezler öne sürülmektedir. “Bağımsız Sosyal Bilimciler” olarak anılan oluşumun Mayıs 2008’de “2008 Kavşağında Türkiye: Siyaset, İktisat ve Toplum” ve Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği’nin de (TÜSİAD) Haziran 2008’de “Türkiye Ekonomisinin Büyüme Dinamikleri: 19872007 Döneminde Büyümenin Kaynakları, Temel Sorunları ve Potansiyel Büyüme Oranı” adıyla kamuoyuna duyurdukları yazanaklar, bu türden çalışmaların son örnekleridir. Tümüyle farklı yaklaşımlarla hazırlanan bu yazanakların, doğal olarak vargıları da farklı olmuştur. İki yazanağın ortak sayılabilecek yanları ise, çözümlemeler sırasında sorgulanan olgulardır: Çünkü, iki yazanakta da, öteden beri yapılageldiği gibi, sektörel yatırım, işlendirme, verimlilik vb düzlemlerdeki “makro” değişme ve gelişmeler sorgulanmış; bu süreçte çevresel, toplumsal ve kültürel alanlarda yol açılan değişme ve gelişmeler ise hemen hemen hiç irdelenmemiştir. Büyümeye en büyük katkı, sermaye birikimindeki hızlı artıştan geliyor ! TÜSİAD ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, “Türkiye Ekonomisinin büyümesine yeni bir ivme kazandırarak güçlü ve sürdürülebilir büyümeyi olanaklı kılacak ekonomik yapının gereklerini ortaya koymak...” amacıyla “Küresel Ekonomiye Entegrasyon Sürecinde Büyüme” başlıklı bir proje başlatmıştır. Bu kapsamda hazırlanan “Türkiye Ekonomisinin Büyüme Dinamikleri: 19872007 Döneminde Büyümenin Kaynakları, Temel Sorunları ve Potansiyel Büyüme Oranı” adlı yazanakta, önce; “Türkiye ekonomisi, 1950 sonrası dönemin en yüksek büyüme hızlarından birine 20022007 yılları arasında ulaşmıştır. Bu dönemde ekonomi yılda ortalama yüzde 6.74, birikimli olarak ise yüzde 50 dolayında büyümüştür.” saptaması öne sürüldükten sonra, bu gerçekleşmenin kaynakları şöyle açıklanmaktadır: “20022007 döneminde ulaşılan hızlı ekonomik büyüme oranında, sermaye birikim hızındaki artışın ve mevcut sermaye stokunun yenilenmesinin önemli rol oynadığı; toplam faktör verimliliğinin katkısının ise sınırlı düzeyde bir iyileşme yaşandığı tespit edilmiştir.” Açıktır ki, bu bağlamda akla gelecek ilk soru “sermaye birikim hızındaki artışın nasıl sağlanabildiği” olacaktır. Ne var ki, bu sorunun ya B nıtlanması sırasında da çoğunlukla ülkelerarası ve ülkesel düzlemlerdeki ekonomik, özellikle de parasal süreçler, toplumsal olarak da bölüşüm ilişkilerindeki yersel ve sınıfsal değişmelerle ilgili “makro” göstergelerden yararlanılmaktadır. Dolayısıyla, ülkemizde, deyiş yerindeyse, “benim oğlum bina okur, döner döner bir kez daha okur” durumu bir türlü aşılamamaktadır. Oysa, Marks’ın da onlarca yıl öncesinde belirttiği gibi, “Emek bütün zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da emek kadar, kullanım değerlerinin (ve elbette maddi zenginlik bunlardan oluşur!) kaynağıdır ki, emeğin kendisi de doğal gücün, insanın emek gücünün ifadesinden başka bir şey değildir”. Türkiye’deki hızlı ekonomik büyümenin kaynağı olarak gösterilen sermaye birikimi, temellerinden birisi işgücünün yanı sıra doğal varlık, ortam ve süreçleri de yok etme, kullanılamaz duruma getirme pahasına sınırsızca kullanılması olmuştur. Ne var ki, bu süreç, benzetme yerindeyse, sermayenin kendi ülkesinin doğasını bir sömürgen gibi tüketmesi biçiminde, başka bir söyleyişle “sürdürülemeyecek” biçimde gerçekleşmiştir. Eğer doğal koşullar uygun olmasaydı... Evet; eğer doğal koşullar uygun olmasaydı Türkiye’de sermaye bu denli kolay ve hızlı, çok daha önemlisi, bu denli “sorunsuz” birikemezdi: Özellikle 1950’li yıllardan bu yana Türkiye’deki sermaye birikiminin temel kaynağı doğal varlık, ortam ve süreçlerin, çoğu durumda hiçbir kısıtlamayla karşılaşmaksızın kullanılabilmesi olmuştur. Sözgelimi, tarım, balıkçılık ve ormancılık üretimleri, uzun yıllar yalnızca doğal koşulların sunduğu olanaklar, “ne pahasına olursa olsun olabildiğince daha çok ürün elde etmek” amacıyla kullanılarak artırılabilmiştir. Bilindiği gibi, başta sanayi olmak üzere öteki sektörlere çeşitli yol ve yöntemlerle aktarılabilen “artık değer” de ancak bu yolla üretilebilmiştir. Öyle ki, bitkisel üretim, 1960’lı yıllara değin tarım arazilerinin otlakların, ormanların ve sulakalanların daraltılması, göllerin kurutulması pahasına genişletilerek artırılabilmiştir. Sonraki yıllardaysa, bu artış, birim alandan daha fazla ürün alınabilmesine yönelik verim artırıcı her türlü girdinin sınırsızca kullanılmasıyla gerçekleştirilebilmiştir. Ek olarak, ekonomik büyümeyi hızlandıran gelişmeler yalnızca tarım, balıkçılık ve ormancılık sektörlerinde böyle olmamıştır kuşkusuz: Sözgelimi, turizm ve enerji sektörleri de Türkiye’de, başta kıyı, akarsu ve orman ekosistemleri olmak üzere doğal varlık, ortam ve süreçler, deyiş yerindeyse kendilerini yeniden üretemeyecek duruma getiren uygulamalarla kullanılarak “geliştirilebilmiştir”. Öte yandan, bu bağlamda, eğer doğal koşullar uygun olmasaydı, kırsal toplumsal yapılardaki çözülmelerin çok daha sorunlu, ekonomik ve toplumsal olarak “yüksek maliyetli” olabileceği gerçeğinin de göz ardı edilmemesi ge rekmektedir. Sözgelimi; kırsal yerleşmelerde hızla yoksullaşanların hayvanlarını kamu malı otlaklarda istediği gibi besleyebilme, yakacakları ve yapılarında kullanacakları odunları, yeni yerleşme ve tarım arazilerini ormanlar ile öteki Hazine arazilerinden sağlayabilme olanakları; bir yıl içinde üç dört kez hasat yapılabilmesine olanak veren iklim ve toprak koşulları olmasaydı eğer sağ siyasal yaklaşımlar Türkiye’de bu denli uzun soluklu iktidar olabilir miydi? Başta orman ve otlak sayılacak yerler olmak üzere kamu arazilerinin sınırlarını belirleme çalışmalarının hâlâ sonuçlandırılamamış, arazi kullanım yetenek sınıflandırması yapılmamış ve arazi kullanım planlarının henüz hazırlanmamış olmasının; Orman, Mera, Toprak Koruma ve Arazi İyileştirme yasalarındaki koruyucu yaptırımlarının kağıt üzerinde kalmasının, dahası, sıkça değiştirilmesinin; 2003 yılında 4916 sayılı “Çeşitli Kanunlarda ve Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” çıkarılarak her türlü doğal varsıllığın yerli ve yabancı sermayeye satılabilmesi ve/veya kiralanabilmesinin, “2B arazilerinin” herkese satılabilmesi için anayasa değişikliğine kalkışılmasının bu durumun pekiştirilmesinden başka bir amacı olabilir mi? Bu yönelimin hüzün verici başlıca sonuçları bilinmektedir: Artık bitkisel üretim yapılamayan topraklar, yüksek maliyetli özel işlemler yapılmadan kullanılamayan su kaynakları, daha da hızlanan toprak erozyonu, yok edilen yabanıl bitki ve hayvan varlığı ve dolayısıyla gen kaynakları; bedensel ve ruhsal yoksulluktan kırılan ve dolayısıyla “denize düşüp de yılana sarılırcasına” ANAP, AKP vb siyasal iktidarlara sarılan küçük üretici köylüler, artık “kendi kendini besleyemeyen” bir Türkiye... Saptamalara göre; TÜSİAD yazanağından sözü edilen yüksek büyüme hızının gerçekleştiği dönemde Türkiye çevresini de tüketmiştir. Sözgelimi; 2002 yılında 50,8 olarak hesaplanan “çevresel sürdürülebilirlik endeksi” ortalama değeri 2005 yılında 46,6’ya; “çevresel sürdürülebilirlik endeksi” sıralamasındaki yeri de altmış ikincilikten doksan birinci sıraya inmiştir. Bu kapsamda, ülkemizin; ? hava kalitesinde 11. sıradan 20, ? su kalitesinde 41. sıradan 142, ? biyolojik çeşitlilikte 91. sıradan 129, ? arazi kullanımında 87. sıradan 102, ? hava kirliliğinin azaltılmasında da 75. sıradan 93. sıralamaya gerilemesi yadırganacak bir sonuç mudur? Yadırganmayacaksa eğer, ancak böylesi olumsuzluklara yol açarak gerçekleştirilebilen ekonomik büyümelerin doğal maliyetlerinin de sorgulanması kamusal bir gereklilik değil midir? Peki, bu gereği kim yerine getirecektir; TÜSİAD mı? 29
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle