Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Feryal Tilmaç'la 'Mevt' üzerine Feryal Tilmaç, öykülerindeki sinematografik yan kadar, alışılmışın dışında kurgusuyla da dikkate değer bir yazar. Altkitap 2006 Öykü Ödülü'nü alan Tilmaç'la "hayatı belirsizlikten kurtaran" kelimeleri, "kaybolup gitmesin diye" elinden tutulan yaşlılığı, Trilobis ütopyasını konuştuk. ‘Yazarak baş edebiliyorum hayatla’ nu düşündüğüm bir şey yazdığımda dünyanın en mutlu insanı gibi hissedebiliyorum. Kısa süreceğini biliyorum, çok değerli bir zaman dilimi o. Her şey harika, ölüm de yok. Başka ne yolla elde edilir bilmiyorum açıkçası, yazının yerine insan ne koyabilir? Bir süre sonra ayaklarınız da gidiveriyor, seğirtmek gibi, kolayına kaçmak gibi artık yazmak; konuşmaktan da kolay, insan ilişkilerinden de kolay. İnsanları sevmekle birlikte bir mesafede durdum ben. Sınıf mefhumum yoktur mesela, şu sınıfa daha yakın, bu sınıfın insanlarına daha uzağım gibi bir duruşum da yok. Herhangi bir sınıfa ya da herhangi bir davranışa... Durduğum nokta şu ki, bireye, bireyin iyileştirilmesine inanırım. Kahramanlarınız da çok güçlü; Claude Chabrol filmlerindeki kadınlar gibi adeta. Yenildiğine ikna olmuyor insan, tek başına ölse de, savaşı kaybetse de yenilmiş değil. Yalnızlığı tercih etmiş kadınlar... lıkla; sadece bu hissi batırırız. Bir de ben karakterlerimi çok seviyorum, onları kanlı canlı gibi algılıyorum. Ete kana bürünüp sayfadan atlayıverseler onlarla dostluk edebilirim. O yaşlı kadınlarla da, o çok sıradan görünen adamlarla da. Yaşlıları nasıl bu denli iyi tanıyabildiniz? Eskilerin dilini de, tasavvurunu da aktarabilmişsiniz. Onları kendileri gibi konuşturabildiğimde hissettiğim mutluluğu tarif edemem. Yaşlılara ilgim, bireysel tarihimle çok ilgili. Anneannemle çok yakın bir ilişkim vardı. Kitaplarla tanışmama da anneannem vesile oldu. Şu anda bir şeyler yazıyorsam, evvelemirde sebebi anneannemdir desem yanlış olmaz. Her gün bir kitap ve 45'likle gelirdi. Ben okumaya başlamadan önce bana hep kitaplar okurdu. Adana gibi bir yerde, tek başına yaşayan, son derece modern bir kadındır. Şimdi 75 yaşında, kısacık saçlı, ince, Beşiktaş'ı tutan, sürekli sigara içen bir kadın. "Sözlük"teki yaşlı kadın, belki benim annemle anneannemin bir karışımı olabilir. En önemlisi, hayatı yapayalnız tamamlayabileceğim korkusu var içimde. Onları yazarak galiba kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. ALTERNATİF YAŞAM Böyle bir endişeden belki "Trilobis" diye bir öykü çıkmış. Kahramanı ideal bir okurken kitaplardan kaçıyor ve bir ütopyaya sığınıyor. Neden böyle bir ütopya? Trilobis, ağır bir depresyondan çıkıp geldi açıkçası. Psikiyatride buna "ben'in geri çekilmesi" deniyor. Ağır yaşam yorgunluğu yaşarken insan, ölmek de istemiyor ama bir yarı intiharı hayal eder hale geliyor. Belirsiz bir süre gerçek bir uyku düşüyle yazıldı bu öykü. Trilobis, aslında İtalyan bir bilim adamının alternatif yaşamyerleşim projesi, ödüllü bir proje. Ben onu daha kendime göre, daha steril, dışarıya iyice kapalı bir fanus haline getirdim. Belki bir seferde çıktı bu öykü; emin değilim ve bittiğinde çok rahatlamıştım. Kitaplardan kaçarken bir başka karakteriniz kelimeleri kusma hastalığından mustarip, bir diğeri en çok "yok sayılan ğ"yi seviyor. Trilobis'in kahramanı "Ben hep ruhumu gezdirmek için okudum" diyor, ben de öyle. Başka ne yolla gezdirilir ki ruh? Ama insan her şeyi bırakıp gittiği vakit, kitaplar geri dönme vesilesi oluyor. Geride bıraktığı hayatı imliyor. Kitaplar kanalıyla tekrar bildiğimiz hayatın içine çekilmek, huzur arayan o insan için huzursuz edici bir şey. Trilobis'in bütününe bir ölüm imgesi gibi de bakabiliriz. Trilobis, kelime olarak, ilk deniz canlıları olan trilobütlerden çıkmış. Hepimiz meraklıyızdır tatillerimizde denize gitmeye. Belki bir aslına dönüş isteği... Yaşam bizim için suda başladı. Dolayısıyla huzur istediğimizde kaçtığımız yer, genelde su oluyor. Kelimelere gelirsek... Kelimeleri ben uzamda algılıyorum. Wittgenstein "Tümce uzamda tasarlanır" der. Bu önermeyle ilgili benim kendi okumamsa, onları bir satıh üzerinde, derinliği olmayan şeyler olarak görmediğim. Benim de sevdiğim harfler, kelimeler, nefret ettiğim kelimeler var. Onlarla girift bir ilişkim var. "Ğ" mesela, telaffuz edilmeyen bir harf, hiçbir şey onunla başlamaz. Şefkat uyandırması normal değil mi? Görmezden gelinen o karakter de öyle, ona da bir selam. Kelimeleri kusan insanlar, onu ömür boyu biriktiren, taşıyan insanlar, kendisi bile farkında olmamış insanlar. Ve en sonunda bir cinnet haline ulaşıyor durum. Kelimeleri kusma isteği, yazma isteğini anlatıyor aslında. Metaforik bu bakımdan. Kusmak çünkü çok metaforik bir durum. ? Mevt/ Feryal Tilmaç/ OkuyanUs/ 204 s. KİTAP SAYI 906 ? Mine ŞİRİN aşlangıç mahiyetinde soralım... Neden "Mevt" kitabınızın adı? Aslında o, giriş metni sayılabilecek bir öykü. Onu bir öykü olarak yazdım ve ortaya nasıl çıktığını da aslında bilmiyorum. Ama çok sahici bir uykusuzluğun, sahici bir sıkıntının arkasından çıktığını biliyorum. Bedensel farkındalığa ilişkin bir durumdan bahsediyor orada yazar. Süratine bakılırsa, gerçekten tek hecelik galiba... Öyle... Ölüm uykudur, uykusunu kaybeden insanlar bunu çok iyi bilir. Yakalamaya çalıştıkça giden bir şeydir o. Öldüğünü hayal ederek huzur bulmaya çalışmak, biraz hastalıklı görünmekle birlikte, son çare gibidir. Mevt kelimesinin nereden çıktığına gelince... "Mevt ile mamulüz" gibi bir söyleyiş vardır. Tamamen ondan ibaretiz gibi. Mevt, benim öylece bir kelimem oldu galiba. Nasıl başladınız peki? Sınır yok aslında. Kitaplarla çok harlı ilişkisi olan biriyim sahiden, koyu okuyan biriyim. Ama hiç bu tarafından bakmayı, bir gün ben de yazar mıyım diye düşünmemiştim. Daha çok yakın çevremden gelen yazma önerileriyle başladı. Şimdi şimdi geriye dönüp baktığımda evet bu tip isteklerim olduğunu görüyorum. Var oluşunu da ağrılı yaşayan biriyim, hayatla baş etmekte de güçlük çeken biriyim. Zamanı tutamamak, ne olursa olsun öleceğimizi bilmek karşısında edebiyat yoluyla hayatta kalmak da değil... Bununla baş edebilmek için zamanı durdurabilmek gerekiyor. Tek yolu da yazmak belki; çünkü bir tek orada durdurabiliyorsun, geriye döndürebiliyor, başa sarabiliyorsun. Bu insanı rahatlatıyor, yazmak da benim için iyileştirici bir edim, terapik bulduğum bir şey. Yazarak baş edebiliyorum. Bir tek bedene, bir tek yaşama hapsolmak da beni hep rahatsız etmiştir nedense. Demiştim ya geriye baktığımda bu hevesi taşıdığımı görüyorum diye... Hep huzursuz bir seyirci gibiymişim, içimde neler neler biriktirmişim. Öykülerinizde de bu hissediliyor aslına bakarsanız... Bu durumdan bahsedebilir misiniz? Yapı olarak da huzursuz ve tedirgin biriyim. Yazmak bunu gideremiyor ama şöyle bir yanılsama yaratıyor: İyi olduğuSAYFA 8 B FARKLI VAR OLUŞLAR Bir de huzursuzluk, yerini yadırgama, yer değiştirme isteği. Başka bir hayat yaşama isteği ve sancıları çok belirgin... Benim farklı farklı var oluşlara ihtiyaç duyup kendimi oralarda aramam gibi, yetinememe duygusu. Kadın yazarlarda çok sık rastlanan bir durum değil ama karşı cinsin ağzından öykü yazmayı da çok seviyorum. Yazarken en çok eğlendiğim öykülerim onlardır herhalde. Karakterlerimdeki huzursuzluğa gelince, onlar biraz da benim! İlk öykü "Ah Be Canım" bir parça otobiyografiktir, diğer öykülerse tamamıyla kurmaca. Ama kendimizden parçaları koyuyoruz içlerine, öykülerimdeki o yaşlı kadınlarda da var. Kendimize, "Ben bu hayatı yalnız da tamamlayabilirim" demek istiyorum, "Aslında hiçbir erkeğe ihtiyacım yok, beni sevmenize de ihtiyacım yok". Bak işte diyorum, yaşlandım. Kitaplarım var ama, onlar benim için bir sigorta gibi. Benim mekânlarımda da sağa sola bırakılmıştır kitaplar, onlardan kaçınamam. Peki ya uykusuzluk? Karakterlerin pek çoğunun uykuyla cenk hali söz konusu... Bu benim de sıkıntısını çektiğim bir şey. Patolojik bir boyut yok ama o huzursuz, o dibe vurulan karanlık dönemlerde uyku alıp başını gidebiliyor. Mevt'in yazıldığı dönemlerde bunu yaşamıştım. Dolayısıyla karakterlerin hayatlarında da bu olmuştur. Önce uyku gidiyor bu tip durum larda; ben de hep mutedil, güneşli bir dünyada yaşayan birisi değilim. Çapaçul Adil Bey'i bu sebeple mi patlattınız? Gerçekten onu kontrol edemedim. Yapacak hiçbir şey olmadı. İnanmadığı şeyleri ortaya çıkarabilen birisi değilim ama garip bir şekilde ben ona inandım. Kimi zaman kendim için de hissettiğim bir korkudur. "İnsan patlar mı" diye kimse kurgulamaz ama böyle şeyler takınca da galiba bir yerden "patlıyor". Bu hikâyeyi en sona çektim çünkü öykülerin içindeki uç nokta. Yani artık giderken, son söz söylemek gibi. Hurma Ağacı Cinayeti öyküsünün kahramanı ise yalnız yaşayan bir kadın. "Varoluşsal güvenlik alanının", yani evinin penceresinden bir cinayete şahit oluyor ama müdahale etmiyoredemiyor. Verili bilgiler ışığında, bu bizim genetik kodlarımıza aykırı değil mi? Cinayeti görüyor ve kalakalıyor... çünkü o öyle bir kadın. O kadına çok yakınım, o kadın gibi onlarcasıyla birlikte yaşadım. Ne kadar kabul etmesek de modern kadın böyle yaşıyor. Modern insan için üzülmeliyiz ve ben onun yerinde olsam ne yapardım bilmiyorum. Çok zor elde edebildiğimiz bazı şeyler var ve o kadının da çok zor elde edebildiği şeyler var. Ailelerimiz fazla koruyucu. Belki iyi ki de öyleler ama zaman zaman insanın soluk almasını, serpilmesini, kendine bir hayat kurmasını, bir birey olmasını güçleştiriyor. O bağları anne baba yaşarken kopartabilmek, üstelik de "iyi bir şekilde" kopartabilmek kolay değil. Dolayısıyla o bedeli ödemek istemiyor. İnsan çok çelişkili de bir varlık. Bazen riske gireriz ya da bir başkasına olan olmuştur deriz. Baş edebildiğimizden değil aslında ölümle, o tanık CUMHURİYET