19 Nisan 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

? değil. Bir yabancı ülkede Salvador Dali'nin sergisini gezme fırsatı bulmuştum. Yanımda da usta ressamlarımızdan Ercüment Kamlık vardı. Ercüment bana dedi ki; 'bak Rekin, bu adamın fırçalarını görüyor musun? Bu adam evvela klasik resim biliyor. Klasik resmi öyle iyi biliyor ki sonra sürrealist olabilmiş' dedi. Bunu hiç unutmam. Şimdi direniyorlar. Klasiği bilmeden, sinemanın eskisini bilmeden yenisini layıkıyla yapmak mümkün değildir. Neyine direniyorsun? 'GENÇLER SOYUTA TAKILDI KALDI’ Gençlerin en büyük savunması bu, klasiğe direnmek, geçmiş geçmişte kaldı biz geleceğin sinemasını yapıyoruz falan.. Şimdi öğrenciler geliyorlar, anlatıyorlar. Bir filmdi hatırlıyorum sadece ayaklar görünüyordu. Adam geliyor ayak, ayak sonra yine ayak… Yahu şimdi bu nedir? Ben anlattıklarından bir şey anlamıyorum, o kadar soyut ki. Diyorum ki ya bunu bırakın somut bir şeyler çekin. Bir otobüs şoförünün bir gününü çekin, ne bileyim sinema gişesinde bilet satan kızın gününü çek veya projeksiyon odasındaki adamı çek yani somut bir şey çek. Soyuta takılıp kalma. Yeşilçam'a gelirsek.. Kitabınızda Muhsin Ertuğrul'dan Yeşilçam'a geçiş tahlil ediliyor ardından da Yeşilçam yükseliyor, yükseliyor ve çöküyor… Anlatır mısınız? Yeşilçam çok partili döneme yeni geçildiğinde bir palazlandı. Nasıl palazlandı? Çünkü bir kere elektrifikasyon yayılmaya başladı. Evvelden köylere katır sırtında sinema gidermiş, elle çevirir sinema gösterirmiş. Bir de insanların radyo dışında zaman geçirecek bir şeyi yoktu. Tiyatro ise her yerde yoktu. Sinema Eskişehir'e gidiyor, Çankırı'ya gidiyor, köylerine kasabalarına gidiyor gidebildiği kadar onun için müthiş bir talep patlaması oluyor. Talep patlamasını da Yeşilçamcılar çok güzel karşıladılar, değerlendirdiler. Amerikan sineması modelini örnek aldılar, yıldız sistemini örnek aldılar. İlk yıldızlarını yarattılar. O sistem çok kurnazdır, hemen yakalar seyirciyi. İşte iyi kız, kötü adam, namuslu kız, fettan, meşum kadın, dayak atan adam, iyi yürekli büyükbaba, bunlarda hep aynı oyuncular aynı kalıplarda kullanılmıştır. Seyirci de böylece gittiği filmin peşinen ne olduğunu kestirir oldu, alıştı. Derken müthiş bir para getirmeye başladı sinema. 'SENETLE SİNEMA DÖNEMİ’ Senetle sinema dönemi ardından tam filmlik. Çok pratik bir zeka bu veya buluştu. Bölgeler vardı o zaman, 4 5 bölgeye ayrılmıştı yani İstanbul'dan sonra Adana bölgesine falancaya satıyorlar. Ankara bölgesine, Karadeniz bölgesine aynı şekilde satıyorlar. Her bölgedeki işletmecilerin taleplerine göre de film satılıyor, o talepleri de seyirci belirliyor tabi. İşte o zaman 'aman abi Türkanlı film isterim, Hülyalı, Fatmalı film isterim' gibi talepler çeşitleniyor. Yani bu işletmeciler, İstanbul'daki yapımcıları bu şekilde yönlendirdiler, halkın taleplerinden böyle haberdar ettiler. Ve avans verdiler 'eğer sen seneye iki tane Türkanlı film yaparsan, al sana onun 50 bin lirasını sana peşinen veriyorum' gibilerinden. Bu avanslarla birdenbire CUMHURİYET KİTAP SAYI elleri bollaştı yapımcıların. Alınan avanslarla çevrildi o filmler. O yıllarda tanıdığım Yeşilçamlıların işyerlerine gittiğimde böyle panolar görürdüm, panoda filmin adı, oyuncuların adı ama film daha ortada yok, çekilmesi tasarlanan filmin reklamı, sunumu bulunurdu. Avans alıyorlardı ve yani ortada olmayan paralarla film çeviriyorlardı, oyuncular vesaire de senet alıyorlardı. O senetleri bir adam kırıyordu. Yalnız ben şimdi geriye bakıyorum da o filmleri seyrettiğimde şöyle düşünüyorum 'ya bu adamlar o filmleri çok severek yapmışlar.' Yani ihanet ederek değil; severek, önemseyerek yapmışlar yani en kötü filmlerini bile yani seyredin, çırpınıyorlar, oyuncular da belli ki yönetmen de. İyi bir iş yaptığına inanıyor, yaptığı iş bugünkü estetik ilkelere göre iyi olmayabilir ama tabi bir de çok para kazanıyorlardı. O para tabi birdenbire kazanılır olunca gayrimenkule yöneldiler, yani bireysel tasarruflara döndü, bazıları sinema salonları da açtı. Oyuncuların maddi güvence sorunu hep konuşulur, tartışılır. Yıldızlar dışındaki oyuncular evet birkaç istisna dışında. Çok zorluk çektiler. Figüranlara gelince çoğu bedava bile oynardı çünkü inanılmaz seviyorlardı sinemayı. O kavgacılar filan. Oyuncular senetle çalışıyorlardı, senetleri de Genelevler Kraliçesi Manukyan'ın kardeşi kırıyordu. Ama banka gibiydi defterleri, Şişli'de bir yazıhanesi vardı adamın, herkes oradan alıyordu parasını. Yani ödememek pek olmamıştır, geç ödenmiş olabilir, az ödenmiş olabilir ama çoğu ödenmiştir. Sansürün sinemamızın yapısını dönüştürmesi olayı var, kurnaz oldu sinemamız. Sansür güldürü ve masal türüne yöneltmesi olayı sinemayı.. Evet, suya sabuna dokunmayan si Yol filminde Tarık Akan... nemaya dönüştü. Ama unutulmamalı ki o dönemde zaten Yeşilçam'ın başka iddiaları da yoktu. Aile melodramları, iğfal edilen kız, kötü yola düşen kız, zengin fabrikatörün kötü kalpli oğulu falan falan. Melodramların çoğunun çatısı da Amerikan filmlerinden aktarılıyordu. 'MASALCI SİNEMAYA İHTİLALLİ VEDA’ Ama Yeşilçam öyle ya da böyle dönüştü. Geçişi tetikleyen şartlar da büyüteç altında kitabınızda. Masalcı Yeşilçam'ın kimliği şöyle 27 Mayıs 1960'tan sonra dönüşmeye başladı. Bunda sansürün de payı vardı tabi. Ayrıntısına gireyim, kitapta da vardır ama çok önemli burada yineleyelim. Cumhuriyetin ilk yıllarında ya bancı, yerli tüm filmleri valilikler denetlerdi. 1932 tarihli “Sinema Filmlerinin Kontrolü Hakkında Talimatname” 1934'te yürürlüğe giren “Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu” ve 1939'da yürürlüğe giren “Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolü Hakkında Nizamname”, senaryoların ve filmlerin merkezi bir otorite tarafından denetlenmesini öngördü. Devlet memurlarından oluşan ve İçişleri Bakanlığı'na bağlı bir Sansür Kurulu yıllarca tam bir polis sansürü uygulayarak Yeşilçam'ın genel çizgisi dışına çıkmayı deneyen her türlü girişimi engelledi. Bu uygulama ancak 2004'te yürürlüğe giren “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun” ve bu yasa uyarınca 2005'te çıkarılan “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile son buldu. Kitabınızda ustalar arasında bir isim var ki Türk sinemasında dönüm noktası diyorsunuz; Yılmaz Güney. Devamını getirirsek... Yılmaz Güney, sinema sanatçısını sinema zanaatçısından ayıran sinema sezgisiyle büyük bir sinemacıydı. Kafasındakileri görüntüye aktarırkenki inadıyla da öyleydi… Çelişkisiz çekmiştir, bu çok nadirdir. Tüm söyleşimiz bağlamında sinema tarihindeki ilklere afili bir serüven de sunuyor 'Rekin Teksoy'un Sineması'. Bu ilklere birkaç örnek vererek bitirelim söyleşimizi... Mesela Fuat Uzkınay'ın Mürebbiye'si sansür uygulanan ilk Türk filmi olarak kabul edilir. Fransız mürebbiye filmde kötü gösteriliyor diye işgal kuvvetleri komutanlarından bir adam istemez. Yurtdışında çekilen ilk Türk filmi Celal Esat Arseven'in arkadaşlarıyla birlikte Almanya'da kurduğu Transorient Yayınevi adına çektiği bir Faust uyarlamasıdır: Die Tote Wacht (Ölü Uyanıyor, 1917). Halide Edip Adıvar'ın aynı adlı romanından uyarlanan Ateşten Gömlek Türk kadınlarının rol aldığı ilk Türk filmidir. Film için gazete ilanıyla oyuncu adayları aranır ve başvuranlar arasından iki kişi seçilir; Münire Eyüp ki asıl adı Neyyire Neyir'dir, ikincisi de Bedia Şekip yani Bedia Muvahhit. Ertem Göreç'in Karanlıkta Uyananlar'ı emekçilerin dünyasına eğilmeyi deneyen ilk Türk filmidir. Bilge Olgaç Türk sinemasının düzenli film üreten ilk kadın yönetmenidir. Türk sinemasının ilk kadın yönetmeni ise ünlü tiyatro ve sinema oyuncusu Cahide Sonku'dur. İlk kurmaca Türk filmi de o yılların genç karikatürcüsü Sedat Simavi'nin 1917 yılında yönettiği “Pençe”dir. ? Rekin Teksoy'un Türk Sineması/ Oğlak Yayınları. 906 SAYFA 15
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle