02 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Ferhan Şaylıman’dan ‘Hiçlik’ ‘Ertelemek yaşamın mayasını kaçırır’ Bir çiftin geciken hesaplaşması, hastane kapılarının ardında iyileşmeyi bekleyen ilişkilerini konu almış, Hiçlik. Esat, ağır bir hastalığın acıları ve olağan psikolojik yansımalarıyla boğuşurken eşi Canan geri dönüşlerle aşkın çelişkilerini sorgular. Aslında her ikisi de bir suskunluk sarmalı içinde. Ferhan Şaylıman’a, içinde memleket meselelerini de barındıran ve incecik bir roman olan Hiçlik’te, her şeyi anlatmayı nasıl başardığı üzerine konuştuk. Ë Sedat DEMİR izi Mişon’la tanıştırdığınız Zaman Geriye Dönmez’den sonra Hiçlik sizin ikinci romanınız. İkisinde de zaman üzerine bir öneri var: Ertelemeyin, ‘an’ geri dönmez! Zaman Geriye Dönmez’de Mişon karakteri bir anıt ağaç gibi dikilir okurun karşısına. Geçmişe uzanan kökleri ‘‘an’’lardan beslenen dev bir ağaç. Mişon, ölümü çok yakınında hissetse de sevgililerine, hiç gerçekleşmeyecek hayallerine tutunarak ona meydan okur. Böylelikle zaman kavramı ilk romanın temel iskeleti olarak anlatımı sonuna kadar kuşatır. Hiçlik’te bu kavramın boyut değiştirdiğini görürüz. “An”ları ertelemeden yaşamanın gerekliliği, üçlü bir ilişkinin aynasında derinleşerek ortaya koyar kendini. ‘‘Ertelemek yaşamın mayasını kaçırır’’ tümcesini de tüm bunları özetleyen, hatta romana belirgin biçimde kimlik kazandıran bir anlatım olarak değerlendirebiliriz. “BİREY ARTIK GERÇEKLİĞİ TÜM ÇIPLAKLIĞIYLA ALGILAYAMAZ” Romanın merkez kişisi Canan var, hasta olan Esat’ın eşi. Esat’ın, tasvir edildiği kadarıyla yüzü açıkçası tanınmayacak derecede hasarlı. Bu, onun hiçliğe alışmasına yardımcı mı oluyor, yoksa Canan’ın yüzünü daha mı belirgin kılıyor? Hiçlik’te kitap boyunca giderek belirginleşen bir resim var. O resmin bütününe yöneldiğimizde karakterlerin SAYFA 30 B üçünün de birbirlerinden rol çalarak değil, aksine eksiklerini tamamlayarak anlatımı oluşturduklarını görüyoruz. Orada kimseye haksızlık etmek istemedim. Üstelik dengeyi bozsaydım romana da zarar verirdim. Hiçlik’te iki olay örgüsünü koşut biçimde götürdüm. Birincisi gerçekten yok oluş: Gitmek ve kaybolmak. Biz hep yok oluşu, geriye dönüşsüz bir sürece oturturuz. Çünkü yaşam deneyimlerimiz bunun aksini göstermedi. Romandaki birinci olay örgüsünde yok oluştan yani hiçlikten, geriye, hayata dönüşün aşamaları anlatılıyor. Görüntüler, hayaller, korkular eşliğinde, yitirilen bilincin yeniden filizlenmesi. Adları unutulan kişileri, eşyaları, hayata ilişkin her şeyi sıfırdan oluşturmanın mücadelesi. Dolayısıyla Esat hasarlı yüzüyle sislerin arasında bunun bir simgesi olarak beliriyor. İkinci olay örgüsü de Canan’ın düşünce ve duygu dünyasında biçimleniyor sanırım... Evet, ikinci olay örgüsü bir kadının dünyasında gelişiyor. Görünüşte bir aldatma, hesaplaşma söz konusu. Bu hayal perdesi aslında metnin içine kurduğum tuzak. Geride, toplumu kuşatan ayrışma noktalarının, en sıradan ilişkilerin yatak odalarına kadar nasıl uzandığını, sessiz, sakin bir dille işlemeye çalıştım. İşte orada da Canan’ın yüzü belirginleşiyor. Yani roman aslında birbirini tamamlayan iki farklı yüzden hareketle, kendi yatağına doğru akıyor. Kime sorsak rahatsız olduğu mekânlardan birisi de, hiç değilse anımsattığı hastalık kavramıyla hastanedir ve siz bu mekânın sert havasını yapıtınızda okuyana yaşatıyorsunuz. Romanı yazma sürecinizi doğrusu merak ediyorum. Neyi yazarsanız yazın bunun öncelikle disiplin gerektirdiğini, altını çizerek vurgulamalıyım. Her gün o masanın başına oturmak, önceki gün bırakılan yerden anlatımı sırtlayıp yola devam etmek bambaşka bir duygu. Örneğin yazıya ara verdiğimde günün geri kalan kısmına, aklımdaki son tümceyle devam ederim. Eksiklerin tamamlanması, fazlalıkları rendelenmesi, anlatımın derinleştirilmesi hep o süreçte gerçekleşir. Ben karakterlerine hükmeden katı bir yazar olmadım. Sevmiyorum bu tavrı. Onlarla tartışarak, bazen kavga ederek kurguyu birlikte geliştiriyoruz. Zaman Geriye Dönmez’de Mişon saldırıya uğradığında ölmemek için çok direndi, açıkçası ben de o anıt ağacın kurumasını hiç istemedim. O sırada defalarca masadan kalktığım anlar oldu. Hiçlik’te karakter baskısının yerine bu defa onları çevreleyen koşulların sertliği bütün boyutlarıyla ağırlığını hissettirdi. İlk bölümü yazarken bir dağ köyündeydim. Kıştı. Uzaklardan köyün, evlerin üzerine doğru yuvarlanan sis bulutlarını izleyerek yazdım o bölümü. Sis, bulunmaz bir görsel şölendi. Sonra sürekli caz dinledim. Müzik de yükümü hafifleten bir etkendi. Kitabın girişinde yer alan öneri notunu da bu düşüncelerle oraya ekledim. Bir romancı olarak gerçekle kurmaca arasındaki bağlantıyı nasıl yorumluyorsunuz? “Ben 17 yılımı televizyon denen bu donanımlı ordunun mutfağında geçirdim. İşlerin nasıl döndüğünü, nasıl kotarıldığını, hangi sunumlar altında kitlelerin yönlendirildiğini üstümü başımı batırarak, döke saça öğrendim. Gerçekten ben de kendimi kirlenmiş hissediyorum. Ama bu arada oyun kurucuların kâğıtları kararken nasıl hileye başvurduklarını, kurmacayı gerçekmiş gibi nasıl yutturduklarını da yaşayarak gördüm. Hiçlik’te Haluk karakteri bunun ipuçlarını verdi. Ama şu anda yazmakta olduğum yeni roman, derinlerde neler olup bittiğini kurgulaması açısından sanıyorum farklı bir çalışma olacak.” diyor Ferhan Şaylıman Gerçekle kurmaca arasındaki bağın son derece karmaşıklaştığı bir dünyadayız. Bilinmesi gereken tek doğru var karşımızda: Birey artık hiçbir zaman gerçeği çıplak anlamda algılama şansına sahip değil. Kokuşmuş masalın kokuşmuş oyuncusu ‘‘küreselleşen dünya’’ kavramında, bizim gerçeğe doğrudan ulaşma olanağımız kalmadı. Arada ‘‘üçüncü göz’’ dediğimiz, haberden magazine, dizilerden reklamlara uzanan ve “sizin yerinize ben düşünürüm, ben görürüm’’ diyen bir mekanizma işliyor. Yani çevremiz, hayatımız onların ürettiği kurmaca oyunlarla kuşatılmış durumda. Burada yazarı zor bir görev bekliyor: Kurmacaların kumar masasında, kendini, sözcüklerini yitirmeden zamanı geldiğinde oradan kalkıp yoluna devam etmek. Ağır, taşınması zor bir yük bu. Ama yazı bu yüklerden arındıkça kendi yatağında akmaya başlar. Yani günümüz romancılığını bekleyen tehlikeden söz ediyorum: Gerçekle kurmaca arasında sıkışmadan yolunu bulabilmek. Hiçlik’te bu dengeyi kurabildiğim kanısındayım. Canan, yaşadığı olumsuzluklara, ontolojik kaygılara rağmen anlayışlı bir eşe sahip, yani onun yaralarını sarabilecek birisine. Haluk bu anlamda ne düzeyde etkili olabilir? Haluk gazetecilerin ortalaması alınarak yaratılmış bir karakter. Gazeteciler herkesi anlatırlar da, sıra kendilerine geldiğinde susarlar. Ben medyadan gelen galiba tek edebiyatçıyım. O dünyanın kodlarını iyi okuduğumu düşünüyorum. Haluk kişi olarak ne iyi ne kötü. Ortada zırhlarıyla dolaşan son derece tanıdık birisi işte. Zırhını ilk defa Canan’ın yanında çıkarıyor. Elbette fazlalıklardan soyunmak her ilişki için bir dönemeç noktasıdır. Hiçlik’te bu noktaya ulaştığımızda o güne kadar Haluk’u kafasında kurtarıcı olarak algılayan Canan’ın biraz hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz. Acaba kim kimin yaralarını saracaktır? Günlük yaşamda herkes yüzünde maske ama içinde gizlemeye çalıştığı yaralarla kendisine biçilen rolü oynuyor. Eğer severseniz, inanırsanız, güvenirseniz maskelerinizi indirip kapılarınızı aralıyorsunuz. Burada dikkat edilmesi gereken nokta Canan’ın açtığı kapılar karşısında Haluk’un kendini baskılamaktan kurtaramayıp oradan içeriye bütünüyle girmemesi. Hep bir ayağı dışarıda, tetikte yaşamlar. Bu belki, mesleğin getirdiği bozulmayla da ilişkili. Ama Canan özsuyunu yitirmiş öylesine bir hayatın içinde bocalıyor ki, ilk karşılaşmada adeta gözleri kamaşıyor. “KADINLAR İKİLEMDE KALDIĞINDA ERKEKLERDEN DAHA CESARETLİ” O halde gazeteci Haluk, Canan’ın karşısına bir ‘ezberbozan’ ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 1029
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle