26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Çetin YİĞENOĞLU A DANA Adı neydi unutmuştum; hani, içine keçi peyniri, yufka ekmek, bir baş soğan, varsa iki de domates konulurdu, diye sormaya kalmadan anımsadım: çıkın... Şurdan bir çıkın hazırlamalıydım... Sonra, ormanın hışıltısını, rüzgârın uğultusunu duya duya, ağır ağır yürüyerek Göz'e gitmeliydim... Göz, Zorkunlu'nun, Gönaralı'nın alt yanından fışkıran suyun kaynağı; Kemer vadisinden akarken, ürkütücü kanyonlarda çağıldarken isimsiz, ovaya indiğinde Deliçay diye bilinen akarsuyun gözü, kaynağı, çıktığı yer... Önce, çok aşağılara inmeliydim... Belki, nicedir unutulmuş, sırtında binicisiyle sağrısı heybeli bir eşek görme mutluluğunu tadabilirdim... Sonra, Göz'e ulaşmak için kendimi Eşek Dayandıran Yokuşu'na vurmadan önce, öyle hiç acele etmeden, doğaya kulak vermeliydim biraz... Böylece, yine çoktan unutulmuş Bekdemir vadisindeki çay taşlarında çıngılanan nal seslerini duyabilirdim belki... Dahası, dördüncü boyutun bir dikey koordinatında bozkır insanının çay balığı avında serpme ağ gibi kullandığı el örmesi kıl çulla çay balıkları avlayabilir, sonra balıkları kamış sepete doldurmanın keyfini yaşayan babamın yüzündeki ışıltının izini sürebilirdim... Bekdemir'deki, Tersakan'daki çay balıklarından sonra sıra Belenoluk'daki, Çataloluk'daki gri benekli alabalıklara gelebilirdi... Ne var ki, birinin, "Göz'de su yok" sözleriyle karardı düşlerim... "Göz'de de mi" diye sordum şaşkınlıkla... Nasıl olurdu böyle bir şey? Öyle bir suyun gözünde nasıl su olmazdı? Öyle bol su vardı ki, Göz'ün her yerinden fışkırır taşardı... Koca bir ilçenin (Kozan) içme suyu için yarısı götürülebilmişti ancak... Kalanı çevredeki doğayı, çay yatağını beslemeye yetmişti... Nasıl olur bu, diye sorgulamanın artık bir anlamı yoktu... olmuştu işte... çevredeki nüfuzlu bazı yazlıkçılarla köylüler, elkoydukları orman arazisi üzerine yaptıkları evlere, bahçelere, bostanlara almışlardı suyun kalanını... Böylece Göz'de su kalmamıştı... Bu duruma çok şaşırmam hiç de nedensiz değildi... Bir gün önce, Toroslar'a, yaylaya çıkarken yaşadığım şaşkınlık beslemişti bunu... Yayla kapısı, diye bilinen mevkideki Aykıroluk'un damla damla akmasına çok şaşırmıştım... Son gördüğümde gürül gürül akan bir pınarın suyunun böylesine azalmasından çok etkilenmiştim, ama üzerinde çok durmamıştım... Sanırım buna da, ertesi gün ormanda, anıların izinde, insan ayağı basmadık, insan eli değmedik bir dünyada yiterek yapacağım doğa yürüyüşünün erken esrimesi neden olmuştu... Dokunulmamış bir ormanda yürümek, ağaç pınarlardan su içmek, bir yandan da pınarın ağaç yalağından keçi, koyun, inek, at, it, eşek ne varsa yaylımda susamış tekmil hayvanın su içişini gözleme tutkusu beni bayağ esritmişti anlaşılan... Her şeyin hepten kirlendiği bir dünyada gizemini koruyan ormanları, hayat kaynağı pınarları özlemek de neyin nesiydi böyle? Büyük bir özlemdi bu kesin, ama daha başka anlamları da olmalıydı... belleğimde bu sorulara yanıt ararken oraları görmeyeli kaç yıl olduğunu unutmuştum doğrusu... Ertesi gün, büyük bir tutkuyla yürüdüm Boğa tepenin eteğine... Ancak, en büyük bozgunu Kavak'da yaşadım... Kavak'ın suyu artık gürül gürül akmıyordu... Hiç akmıyordu, ark kurumuştu... İlkin kuruyan arkı görmüştüm... O an arkın yolunu değiştirdiler herhalde diye düşündüm doğal olarak... Çay balıkları gittiğinde... Küresel ısınmanın etkisi bu denli büyük olabilir mi, diye akıl yürütmeye çalıştım... Yürüyüp suyun kaynağına varınca anladım acı gerçeği... Su gaspedilmişti... O su ki, tek başına bir yaşam kaynağıydı, bir dünyaydı ne de olsa... Gölgesi koyu, koyu yeşil yaprağı ağulu, acı kokulu ulu ceviz ağacının kökünden kaynardı... Akkavakların ayak ucunu yalaya yalaya, kızılçam ormanının yamacındaki eğrelti otlarının böğrünü dolanarak akardı... Arkın kıyısında yer yer su kamışları boy verirdi... Su kamışlarının püskülleri, büyük bir operanın baletleri, balerinleri rolündeymişçesine aşağı yeliyle ığralanıp dururlardı... İşte, o coşkun su, sağındaki, solundaki türlü bitkileri, çiçekleri, boz yapraklı kadife çiçeklerini, yaban nanelerini besledikten sonra, sarı çiçeklerini açsın diye kabak teveklerinin, salatalıkların, domateslerin, biberlerin ayaklarına yürürdü... Dallarında su kuşlarının vırak vırak oynaştığı deredeki böğürtlen sıncarının altından sürünerek Deliçay'la, çay yatağındaki balıklarla buluşurdu... Artık buluşamıyor... Göz'ün suyu gibi Kavak suyu da aynı akibete kurban gitmiş çünkü... Onları, Kartal Çimeği'nin, Çamoluğu'nun suları izlemiş... Kocaoluk ise köylülerin deyimiyle öküz sidiği kadar akıyor... Önce pınarlar kurutuldu... Pınarlar kuruyunca dereler, çaylar kurudu... Dereler, çaylar kuruyunca çay balıkları başka derelere, çaylara, nehirlere gittiler... Balıkları kuşlar izledi... Turnalarla keklikler çoktan başka diyarlara gitmişlerdi... Şahinler, doğanlar, palanlı kargalar görünmez oldu Toros maviliklerinde... Gelen haberlere bakılırsa tavşanın kökü kazınmak üzere... Birçok yaban hayvanının izine rastlanmıyor artık... Atış talimi için yaban domuzu bulamayan avcılar kirpilerin peşine düşmüşler şimdilerde... Orman işletmesi, istemeden de olsa katkı koymaya başladı bu sürece... Gençleştiriyorum, üretime açıyorum, yangından koruyorum, yangın yolu, üretim yolu açıyorum diyerek kepçesini, dozerini daldırınca ormana, büyünün bozulmasına büyük bir katkıda bulundu... Eskiden insanların yürümekte zorlandığı ormana açılan yollarda artık bagajları kaçak kesilmiş değerli ağaçlarla dolu taksiler geziyor vızır vızır... Ormanın en tenha noktasında otomobillerden yükselen "cıstam cıstam" sesleri kulakları tırmalıyor... Dağ köylerinde yapılan düğünlerde türküler söylenmiyor, köy seyirlik oyunlar sahnelenmiyor, sazlar, kemençeler çalınmıyor... Meydanın bir köşesine konuşlandırılan CD çalardan Arap dans müzikleri, arabesk oyun havaları çalınıyor, ses yükselticilerle ormanın hışırtısı bastırılıyor... Bir kirli dünyanın ayak sesleri her şeye egemen oluyor, yavaşça... Bu ayak sesleri yeni bir felaketin habercisi... Pınarların kurumasıyla geliyorum diyen bu yeni felaketin ne küresel ısınmayla ne iklim değişikliğiyle ilgisi var... Pınarların bahardaki coşkularını yitirerek sonbaharda sularının azalması olayıyla da anlatılamaz bütün bu olan biten; çevre kirliliği tanımı ise yetersiz kalır... Bu sonuç, değdiği her şeyi kirleten açgözlü, bilinçsiz insanın eseri... bunun da tek bir adı var: Bilinç kirliliği... Bilinç kirliliği nasıl temizlenir, bilen varsa beri gelsin... Nasıl gelindi bu noktaya, anlaşılır gibi değil... Kim düşünebilir, tasarlayabilirdi böyle bir kirliliği? Kimin aklına gelirdi, birgün balıkların bile çekip gidebileceği... Kim bilebilirdi, sonra kuşlar da gidince nelerin olacağını? Umut, sevgi, barış yüklü ak bulutların öyle güzel nereden seyredilebileceğini kim bilebilirdi, kim bilebilir? Bilen varsa beri gelsin... Bunlardan yoksun bir dünyada dünle yarın arasında kim, nelerle nasıl bir köprü kurabilir? Bilen varsa beri gelsin... 23
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear