Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Savaş KÜRKLÜ DANA Ne güzeldi o günler, ne hoş, zevkli geçerdi akşamlar Dalgacı Mahmut'un, Sütlücü Hüseyin'in yerinde, Hasıraltı, Hoşseda, Dostlar meyhanelerinde. Ne kadar sıcak, sımsıcak sohbetler olurdu Şarapçı Rıfkı, Yarım Dünya Ahmet, Filozof Nuri, Bela Hasan, Fondip Kemal, Pepe Selim, Müdür Kemal gibi daha ismini sayamadığımız renkli simaların, daha doğrusu müdavimlerin bulunduğu meyhane ortamında. Ama artık ne onlar var, ne de buluşup iyi bir akşam geçirilecek, dertlerin, sıkıntıların bir akşamlık da olsa ötelenip, unutulacağı bir meyhane. Sıkıntınızı atacağınız, birileriyle birşeyler, küçücük şeyler paylaşacağınız, hiç tanımadığınız bir kişiyle karşılıklı dertleşeceğiz, en azından teselli bulacağınız meyhaneler, o sıcak, samimi mekanlar yok artık. Ama o günleri bilenlerdensiniz kabullenemezsiniz onların yokluğunu. Dolaşırsınız kentinizin sokaklarında "acaba yaşayanı var mı?" dercesine. Adana sokaklarında bu arayış içinde gezerken takıldı gözüme. Oysa kaç kez geçmiştim oradan. Dikkatimi mi çekmemişti, kafamda başka bir şey mi vardı bilemiyorum. Sonuçta geniş kapısıyla karşımda duruyordu işte Hasbahçe. İlk bakışta birahane sandım, ama meyhane havası vardı ki çekti beni. Tanıştıktan sonra sahibi Mustafa bey (Berk) bir güzel tanımladı mekanı: "Lokantaydı. İçkili yaptık. Sonra meyhaneler kapandıkça ilgi arttı. Birahane, meyhane karışımı sıcak bir ortam olsun istedik. Öyle de oldu. Eskiler gibi olmasa bile sıcak bir hava yakaladık ve yıllardır da bu havayla gidiyoruz." Bu beni rahatlatmaya yetti sanki. İçimdeki, "Dilerim meyhanelerin hepsi kapanmamıştır. Bir tane de olsa o havayı koklayacağım, o tadı alacağım bir yer kalmıştır" sıkıntısını şimdilik bir kenara atmamı sağladı bu sözler. Ben fazla sormadım, ama Mustafa bey yılların götürdüklerini, bıraktığı izleri iyi anlattı doğrusu: "Dışarda yemek içmek artık güç meselesi oldu. Rakısını, şarabını, birasını, mezesiyle, yemeğiyle masanın ortasına koyan, aynı masada oturan hiç tanımadığı kişilere, 'buyrun' diyerek paylaşan, birlikte kadeh kaldırıp, yudumlayanları artık çok nadir görüyoruz. Eskiden demlenme farklıydı. Sohbet farklı, eğlenme farklıydı. Bu bir kültürdür, meyhane kültürüdür aslında. Ama ne A Biracı, meyhanenin tadını verir mi? Mustafa Berk: "Biracıyız demek de var işin içinde ama, rakısız şarapsız da olmuyor işte" yazık ki o hava, o kültür kalmadı." Mustafa beyle konuşurken, bir yandan da mekanı tanımaya çalışıyoruz göz ucuyla. Aslında birahane havası var ama, bilinen gibi de değil. Peki ne dememiz lazım? Mustafa bey devam ediyor: "Biz talebe göre iş yapmak zorundayız. 'Biracıyız' demek de var işin içinde ama, rakısız şarapsız da olmuyor işte. Gündüz genelde bira isteniyor ama akşam olunca rakı, şarap masalarda. Tabi içkisine göre meze ve yemekte. İçkili yerde ne olur. Adana kebabı ve ciğeri saymıyorum bile çünkü onlarsız masa istemez Adanalım. Izgara ve balık ise çeşit sayılıyor bizim burada. Tarator, tahin salata, haydari, peynir çeşitleri gibi mezeler ve mevsim meyveleriyle abartmış olmayım, lüks lokantaları aratmayacak cinsten sunuyoruz." Peki hepsi iyi güzel. Adana'nın havası güzel, istenirse hafiften eşlik edilecek müzik güzel de, istediğimiz, aradığımız o havayı, meyhane havasını bulabilecek miydik Hasbahçe'de. Mustafa bey rahat. Hiç tereddüt etmeden yanıtlıyor: "O geleneği yaşatacağıma inandığımdan baba evimi bozup, böyle bir mekana çevirdim. Bazı gelenekleri yıkmamak, özelliklerini bozmamak gerekir. Benim mekanımda, şurada buradaki içkili, birahane gibi yerlerde olan tartışma, kavga gürültü olmadı olmaz. Gelen genel de eski müdavimler (müşteriler). Onlar beni, ben onları tanıyorum. Karşılıklı sevgi saygı, içkiden önce de sonra da aynı. Bu noktada çok dikkatliyim. Gerekirse bir arkadaşı evine dek taksiyle götürebilirm. Bunu çok yaptım, yaparım da." Yenilene içilene diyeceğimiz yok. Zaten beğenmeyen de bir daha gitmez oraya elbette. Ama beğenmemek elde değil. Sokak girişinden itibaren rahatlığı, bir çekiciliği var Hasbahçe'nin. Bunu duvarları saran asma sarmaşığı mı, ortaya konulmuş, içinde renga renk balıkların dolaştığı koca bir akvaryumun verdiği görsel görüntü mü, yoksa Mustafa bey ve oğlu Mehmet'in gösterdiği ilgi ve yakınlık mı yarattı, anlatamıyorum ama, sizlere çoluk çocuk bile gidebileceğiz bir yer olarak içim rahat önerebilirim Hasbahçe'yi. Zaten Mustafa bey de, "Biz rezervasyonla 100 kişiye kadar olan grup, ya da topluluklara gündüz – gece hizmet vermeye açığız. Aile ortamında çalışma yaptığımız için, özel taleplerini de karşılayacak şekilde özel gün, toplantı, iş yemeği hatta kutlamalar için bile hazırlıklıyız ve bu hizmeti zaten çevremize, eşe dosta veriyoruz. Sizleri de her zaman bekleriz" diyerek iyice rahatlatıyor bizi. Biz de bazı şeylerin daha ölmediğini, bir geleneğin, meyhane geleneğinin bir tek yerde de olsa sürdüğünü görmenin 'mutluluğu içinde' diyelim görüşmek üzere ayrılıyoruz oradan. alışkanlıkları arasındaki fark Doğu ve Batı toplumlarının tipik özellikleri arasında kabul edilmeye devam ediyor. Batılıların alkol düşkünlüğünü açıklamayı amaçlayan çeşitli teoriler var. Bunlardan biri Bert Vallee'ye ait. Harvard Üniversitesi'nden Vallee, hastalıklara neden olan kirli suların Avrupalıları alkollü içecek tüketmeye yönlendirdiğini düşünmüş. Doğu toplumlarıysa, çeşitli ot ve maddelerin karışımlarıyla elde ettiği kaynamış suyu kokulandırma yöntemlerini keşfetmiş. Üstelik, Batılı ve Doğulular arasında biyolojik farklılıklar da var. Sonuçta Türk, aslında iyi içer gerçeğinden kaçamaz.. Hem de geçmişten gelen at sütünden elde edilen "kımız" geleneğini, daha sonra "Aslan sütü" dediği rakı ile öyle bir sürdürmüş ve sürdürüyor olması bunun en temel etmeni olmalı. İçki denilince akla ilk gelenin rakı olması bundandır herhalde. Şimdilerde bu nedenle bira bol satışıyla gündeme gelse de rakının tahtını sarsamamaktadır hâlâ. Bir zamanların şarapçıları ise meyhane kültürüyle birlikte yok olmuştur sanki. "Şarapçı" kimliği süreç içinde yok olmasına karşın yeni bir şarap kültürü gelişmektedir. Hem öyle bir gelişmektedir ki, lüks sofraların "klas" içkisi konumundadır. Bol çeşitliliği, sunum şekli özel yemeklerin, toplantıların baş içeceği yapmıştır onu şimdilerde. Ama dedik ya ne dünyaya ün salan "aslan sütü" rakı ne de dünyaca ünlü "Bordeaux" şaraplarını bile geride bırakarak ülkemize ödül üstüne ödül getiren şaraplarımız bile evlerimize, yemek mönülerimize yeteri kadar girememektedir. Bunun temelinde İslam skolastiğinin payı büyüktür sanırız... Türklerin içki kültürü de farklı! A DANA (Cumhuriyet Bürosu) Bir başkadır içki kültürü Türk insanının. Aile ortamında evde yemek masasında bir bardak rakı, şarap veya bira içenlerin sayısı oldukça az. Yemekten sonra demlenmeye devam edenlerin sayısı ise iyice az. Peki, bunun nedeni nedir sizce? Hiç kuşkusuz, toplum gelenekleri, yıkılamayan tabular. Oysa ne zararı var, bir iki kadeh içmenin? Uzmanlara, tıp alanındaki araştırmalara göre yararı da olduğu ortadayken, neden içkisiz kurulur sofralar, masalar? Peki, dünyanın gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerinde hal böyle midir dersiniz? Kesinlikle 'Hayır'. Yurt dışına çıktıysanız, bir lokantada, bir kafede oturduysanız yanınıza yaklaşan garsonun "Ne alırsınız?" diye sorduğunda aklınıza hemen 'çay', 'kahve' gelmesin... Garsonun sorduğu ve aklından geçenler belki de şöyle bir şeydir: "Bir kadeh Porto içer miydiniz? Malaga ya da Beajolais sever misiniz ? Peki, viskilerimiz var, votka, vermut, türlü tatlarda kokteylle rimiz de var... Birinden birini mutlaka içiyorsunuzdur? Ne, hayır mı! Ama bu olanaksız, yoksa siz Avrupalı değil misiniz!..." Evet, Batı dünyasındaki içki kültürü öylesine yaygın ve köklü ki, bunun nedeni yaşamın her alanındaki yapılanmadan kaynaklanır. Hristiyanlığın en kutsal töreninin şarap eşliğinde yapıldığını anımsarsanız 'alkolün' batılı insanın yaşamında oynadığı rolü daha kolay kavrarsınız. İşin aslına bakarsanız, içki kültürü, pek çok ülkenin paylaştığı bir geleneği ifade eder. Japonların ünlü ‘çay töreni’ ve bize daha tanıdık olan Osmanlının ‘kahve töreni’ buna en güzel örnekler olmaz mı? Belki tuhaf gelebilir, ama alkol ve türevlerinin tüketimi bambaşka bir anlam taşıyor ülkelerin gelişmişlik göstergelerinde. Gerçi, çay içmek, '5 çayı sohbetleri' İngiltere kadar bizde de çok önemli olabilir. Viski tüketimi Japonya’da sosyal yerinizin ve erkekliğinizin bir belirtisi olarak algılanabilir. Almanya'nın biracılığını, Rusların votka sevdasını özel bir yere koyabiliriz. Ama bununla birlikte, alkol tüketimi 6