26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Çetin YİĞENOĞLU Rakı çeşidi çoğaldıkça o daha çok aranır oldu "H ocam," demişti arkadaşlardan biri, "bize akıl hastalığının en kısa tanımını yapabilir misiniz?" Hocamız, biz öğrencilerin dersi kaynatmaya çalıştığını ya anlamadı, ya anlamazdan geldi; tuzağımıza düştü mü bilinmez; bir an düşündükten sonra, "Belediye otobüsleri öğrencilere 20 kuruş değil mi," diye bir karşı soru yöneltti... Biz biraz şaşkın, aptal aptal hep bir ağızdan, "Eveeet," dedik. Hoca, bir anda çektiği merak labirentinde bizi avucunun içine aldıktan sonra tane tane konuşarak şunları söyledi: "Eğer, kafanızın karışık olduğunu sandığınız bir gün lokantaya gider de, yemek siparişinizi almaya gelen garsona, 'kafana göre bir şeyler getir' derseniz, hemen 20 kuruş vererek bir Bakırköy otobüsüne atlayıp yanıma gelin!" Hocamız, profesörlerin profesörü diye de bilinirdi... O sıralar Bakırköy Ruh Sağlığı Hastalıkları Hastanesi Başhekimi'ydi. Sanırım üniversitedeki görevine de devam ediyordu. Öğrencisi olduğumuz İstanbul Gazetecilik Yüksek Okulu'nda, günümüz Türkçe'sinde "Toplum Psikolojisi/Toplum Davranış Biçimi" anlamına gelebilecek "Halk Efkarı Umumiyesi Psikolojisi" isimli dersimize giriyordu... Hocamızın boyu oldukça kısaydı, ama herkes, onun yerin altında da bir o kadar boyu olduğuna inanırdı... İstanbul valiliği yaptığı dönemde belediye başkanlığını da yürütmüştü... Daha çok o döneme özgü karizmatik kimliğiyle adını tarihe oldukça derin kazımıştı... Bunda ne bilimadamlığı, ne de psikiyatrların piri olması rol oynamıştı... Bunu, Padişah 4. Murat'ın ruhunu nurla arattığı ünlü uygulamasıyla başarmıştı... Hocamız, alkolseverlerin adını duyduğunda kaçacak delik aradığı o dönemin İstanbulunda kent efsanesi haline gelmişti... Bununla kalmamış, ünü yurdun her yerine yayılmıştı... Güneyde, ücra bir kasabada yaşayan bacak kadar bir çocuk olmama karşın, ben bile adını ezberlemiştim: Fahrettin Kerim... Babam, bazı akşamlar canı iki tek atmak istediğinde, "Oğlum, şurdan bi koşu bakkala git de bir Fahrettin Kerim alıp geliver," derdi... Uçarak gider, Fahrettin Kerim'i alıp filenin dibine özenle yerleştirir, eğer hava sıcaksa şişenin üzerine kırılmış bir iki kiloluk buz parçalarını yerleştirerek koşa koşa dönerdim eve... Yıllar sonra yüksek okul öğrencisi olarak onu tanıma fırsatı yakaladığımda ilk tepkim, bu halkın ironi yeteneğine şaşıp kalmak oldu... İstanbul'un en büyük iki koltuğuna eş dönemde oturan Hocamız, Ordinaryüs Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, böylesine olağanüstü yetkilerle donanımlı olduğu dönemde alkolizmle mücadele/(savaş) adına caddede, sokakta, yolda, yolakta yakalanan alkollü kişilerin bellerinden şırıngalarla su çektirmesiyle ün yapmıştı... Bunu gerçekten yapmış mıydı, yoksa bize ders verdiği bilimsel alandaki uzmanlığını kullanarak alkolseverleri bağımlılıklarından kurtarmaya mı çalışmıştı, doğrusu bunu o zaman bilmemizin, düşünmemizin olanağı yoktu... Ancak, söz konusu uygulamaya ilişkin söylenti, "şüyuğu vukuğundan beter bir durum"a yol açmış, Hocamız da, alkoliklerin belinden su çekmekle ünlenmişti... Halk, biraz da bu nedenle Tekel'in o yıllarda ürettiği 17 cc'lik, küçük, hafif tıknaz, dışı mercimek yarısı iriliğindeki tırtıklarla bezeli şişeye, "Fahrettin Kerim rakısı" adını koymuştu... Böylece, belki de bir tür öç alınıyordu... Bu zarif ironik betimleme, aynı zamanda derinlikli bir humor yüklüydü... Şişenin biçimi Hocamızın fizyonomisine öyle benziyordu ki, hani derler ya, "pes yani"; ancak bu kadar olurdu... O yıllarda Fahrettin Kerim, aileden biri gibi sevimli ve sıcak gelirdi bana... Umut kundakçısı kıskançlıklara Bir başkaydı “Fahrettin Kerim” henüz tanık olmadığımız, insanların insanlara takılarak hoşça vakit geçirdiği o yıllarda, Fahrettin Kerim adını nükteli bir yaklaşımın ürünü gibi algılamıştık... Ne de olsa evde en çok anılan isim Fahrettin Kerim Gökay'dı... Bunda en büyük pay sık sık "Fahrettin Kerim" den söz eden Babamındı. Kasabada yaşadığımız kış aylarında çoğu akşam sofrada onun adını anmadan etmezdi: "Getirin bakalım şu Fahrettin Kerim'i", "Boşunu götürün de dolusunu getirin şu Fahrettin Kerim'in..." Kasabanın yanı sıra yaylada da sık anılırdı Fahrettin Kerim adı... O yıllarda yayladan kasabaya, ilçeye ulaşım ancak hayvanlarla yapılabildiği için erkekler yaylada rakı sıkıntısı çekerlerdi... Önce 70'likler, sonra 35'likler tüketilirdi... En sonunda sıra Fahrettin Kerim'lere gelirdi... Sözümona tutumlu davranacaklar, azar azar içerek kasabadan lojistik destek gelene dek ellerindeki stokla durumu idare edeceklerdi... Ama hesaplar hiçbir zaman tutmazdı... Birer ikişer, hatta bazı akşamlar üçer dörder içilip de Fahrettin Kerim'ler suyunu çekmeye başlayınca, yaylanın alkolseverleri, alkol dostları, kolları sıvarlardı... Hemen kuru üzüm torbaları açılırdı... Üzümler, daha önce kasabada özel olarak yaptırılan içi su dolu teneke kazana ezilerek doldurulurdu... Üzerinde bir tür düdüklü tencere düzeneği bulunan kazan, pınarın yanında yakılan harlı ateşin üzerine oturtulurdu. Kazanın tepe noktasındaki boruya bağlanan plastik hortumun yaklaşık yarım metrelik bölümü pınarın soğuk suyuna yatırılırdı; ucu ise bir şişeye sokularak sabitlenirdi. Görevin bundan sonrası biz çocuklarındı... Üstümüze ne denli büyük sorumluluklar yüklendiğinin bilincinden uzak olan biz çocuklar için oyun gibi gelirdi yaptığımız iş... Ne de olsa, metil alkol çekerek yayladaki erkeklerin çoğunun yaşamını tehlikeye atacak bir sorumluluğun minicik omuzlarımıza nasıl yüklendiğinden habersizdik... Zaten, her şeyi oyun gibi algılardık o yıllarda... Öyle algılamasak, hortumundan rakı damıtacağımız kazanı kaynatan ateşin dumanının mezdeki kokusuna karıştığı o sabahlarda çok şey işkence gibi gelirdi bize... O zaman, boğma rakı çekmek, alev gibi yakıcı, alev denli geçici bir gençlikle öncesindeki çocukluğa ait anılar denizinde böylesine tatlı anımsamalar arasında yer almazdı sanırım... Öylesine oyun tutkunu çocuklardık ki, pınarın başında, uluçınarın altında, görevimizi büyük bir özenle yaparken bile cennetten bir dünya kurardık... Hiç kuşkum yok, deredeki salkım söğütler, az aşağısındaki böğürtlen zıncarları da katılırdı oyunlarımıza... Kulaklarımızda söğütlerin arasındaki armuttan nasiplenmeye çalışan arıların vızıltıları... Tepemizde dönenen uzun gagalı arı kuşları, çam cırrıkları, alabaklar, alasakçalar; palanlı kargalar çok yükseklerdeydi... İşimiz pek zor değildi... Eğlenceliydi de üstelik... Öncelikle ocağın harını söndürmememiz gerekiyordu... Kazanı kaynatmalı, hortumdan şişeye tıp tıp tıp damlatmalıydık boğma rakıyı... "1" numaralı şişeye dört Fahrettin Kerim'lik dolum yapınca, "2" numaralı şişeyi doldurmalıydık... O da dört Fahrettin Kerim'lik olunca "tıp tıp tıp"latmayı durdurmalıydık... Daha sonra bozbulanık akardı çünkü... Bu noktada babaların, amcaların yerini abiler alırdı... "2" numaralı şişe neredeyse dolmuş, hortum bozbulanık akıtmaya başlayınca "tıp tıp tıp"latmalar durdurulmuş olurdu geldiklerinde... "2" numaralı şişenin birazını gaspeden abiler, bozbulanıkları aldıkları gibi giderlerdi kuytudaki bir pınarın başına... Az sonra babalar, amcalar, büyükler gelirdi... Elde ettiğimiz sıvı, boğma rakı ya da rakının hammaddesi "suma"dan başka bir şey değildi... Rakı olabilmesi, kıvamını bulabilmesi için anason karıştırılması gerekirdi... O da bu işi kuyumcu titizliğinde yapacak büyüklerin uzmanlığını gerektirirdi... O kazan, iki güne bir kurulurdu pınarın başındaki ocağa... Sadece çığlık hamalı poyrazlar estiğinde kurulmazdı... Bütün sesleri yutan koyu sis bastığında bile kurulurdu... Henüz, hayat şarabı mayalama ustalığı edinmemiş bazı büyükler, bazen şarap mayalamaya da kalkardı, ama sirke elde ederdi... Onlara aldırmadan, kendimizi kaptırdığımız oyunda yiten biz çocuklar için o günlerde, başımızın üzerinden bulut kokusunda esintiler uçuşurdu çoğu kez... O kokunun anasonun esritici kokusu olduğunu daha o günlerde öğrenmiştik... Bu yaşanmışlıkların hepsi, geçenlerde rakı almak için uğradığım bakkalda bir film şeridi gibi birden geçip gitti gözümün önünden... Bakkalın rafında birçok marka rakı vardı, ama aradığım yerli malı, yerli sermaye ürünü yoktu... Bunun üzerine, peşpeşe gelen zamların, siyasal iktidarın yasakçı tutumunun etkisiyle olsa gerek, bir ara evde boğma rakı düzeneği kurma düşüncesi yoklayıp geçti beni... Raftaki küçük rakılar ise Fahrettin Kerim Gökay'ı anımsattı... Hiçbiri benzemiyordu oysa... Benzemezlikleri yaptırmıştı çağrışımı... Türlü markalar, etiketler, logolar, şişe biçimleri, elbette farklı damak tatları, rafta alıcısını bekliyordu... Tuhaf olan ise o rakıların pekçoğunun bilincimizde yer eden rakı imgesini çağrıştırmamasıydı... Aralarından birini seçmekte kararsız kalınca, bakkala umarsız, "Kafana göre bir 35'lik ver," demek zorunda kaldım... O an, Fahrettin Kerim'in ruhu raflardan gülümseyerek, "20 kuruşun yok mu," diye sordu, gibi geldi bana... Fahrettin Kerim, alkoliklerin belinden su çekmiş miydi, bilinmez. Ama adı hep rakıyla anılırdı. 13
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle