Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Aylar
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
19 MAYIS 2119 MAYIS 2019 PAZAR 100 yıllık büyük atılımidil biret, 1919’da başlayan yürüyüşün sanat dünyamıza etkilerini yazdı: İDİL BİRET Piyano Sanatçısı Atatürk’ün Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren, yapılan siyasi ve teknik devrimlerin yanı sıra, sanatın da gelişmesi için uğraşları çok önemlidir. Döneminin önemli olan sanatçıları, Türkiye’ye gelerek bu uğraşıya destek vermişlerdir. 1927yılında Türkiye’ye ilk ziyaretini yapan hocam büyük Alman piyanisti Wilhelm Kempff, Atatürk ile buluşmasını bana anlatmıştı. Ankara Halkevi’nde verdiği ilk resitalinden sonra Çankaya Köşkü’ne davet edilen sanatçı, sabahın erken saatlerine kadar Atatürk ile baş başa konuşmuş. Atatürk kendisine Türkiye’nin modernleşme çalışmaları doğrultusunda hukuk, eğitim ve diğer pek çok alanda reformlar yapıldığını, müziğin bu reform hareketinin kaynağı olan Batı kültürünün ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemiş ve çağdaşlaşmanın gereği olarak klasik müziğin Türkiye’de geniş şekilde yayılmasının önemine değinerek “müzikte de benzer reformlar yapılmadığı takdirde diğer sahalarda gerçekleştirilen reformların eksik kalacağından ve yerine oturmayacağından endişe ettiğini” belirtmiş. Hocam Kempff’e bu konudaki fikirlerini ve reform planı üzerinde görüşlerini almak için Türkiye’ye hangi müzisyen ve müzikologların davet edilmesini önerebileceğini sormuş. Kempff, bu konuda en yetkili kimse olarak Berlin Filarmoni Orkestrası’nın şefi Wilhelm Fürtwangler’e de danışılmasının yerinde olacağını söylemiş. 1982’de İtalya’nın Positano kasabasındaki evine eşim Şefik’le yaptığımız bir ziyarette bunları bize anlatan hocam, konuşma bitince başını denize doğru çevirip bir an sessiz kaldı, sonra duygulu bir şekilde, “Kemal Paşa büyük adamdı” dedi. İsmet İnönü de 19101913 arası, o zaman genç bir subay olarak Yemen’de bulunuyor. Sana şehrine yapılacak tren yolu inşaatını üstlenen Fransız şirketinin mühendisleri ayrılırken birçok 78 devirli taş plak ve bir gramofonu geride bırakıyorlar. İsmet Paşa’nın Klasik Batı Müziği’ne ilk adımı işte karargâhta bu plakları tekrar tekrar dinleyerek olmuştur. Oğlu Erdal İnönü, Yemen öyküsünü anlattıktan sonra babasının “Klasik batı Müziği’ni bizim insanlarımızın ancak çok dinleyerek sevebileceklerini burada öğrendim” dediğini yazar hatıralarında. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke, Atatürk 1919’da İsmet İnönü’nün henüz 4.5 yaşındayken performansını dinleyip hayran kaldığı, arkasından da Suna Kan ile birlikte yurtdışına eğitim görmeleri için “Harika Çocuk Yasası”nı başlattığı İdil Biret, bugün tüm dünyanın tanıdığı bir piyanist. Samsun’a çıktıktan sonra, klasik müzik bakımından adeta bir çöl olan İslam âleminde nasıl bir vaha olmuş? Türkiye, orkestraları, operaları, baleleri ve yetiştirdiği dünya çapında enstrümantal ve ses sanatçıları, bâlet/balerinleri ile bunları neden yapmış? Bunu anlamak için Cumhuriyeti kuran Atatürk ve silah arkadaşı İnönü’nün bu söylediklerini hatırlamak gerek. 20. yüzyıl başlarında durum 20. yüzyılın başından itibaren büyük şehirlerimizde ilk ve ortaokullarda uygulanan müzik programı hem dinsel hem de Türkiye’de nefes aldılar Batı müziğine açıktı. Ancak tutarsız eğitim programları nedeniyle iyi bir öğretim yapılamıyordu. Benim bildiğim tek olumlu örnek 1912’de İzmir’de açılan ve amaçları arasında ulusal ruhu gençlere aşılayacak bir milli müzik ilkesinin benimsenmesi olan İttihat ve Terakki Mektebi’ydi. İttihat ve Terakki Mektebi’nin eğitim ilkeleri ülkemizde ulusalcı müzik akımının ilk işaretlerindendir. Ziya Gökalp 1913’te Türkçülüğün Esasları kitabında dümtek usulü ile yapılan geleneksel müziğin çağdaş yaşantıya uygun düşmediğini, yapılacak tek şeyin bu ezgileri Batı tekniğine göre armonilemek olduğunu söylüyor. Bu görüşlerin Cumhuriyet dönemi müzik reformlarına bir tür temel teşkil ettiği mu hakkak. Birinci Dünya Savaşı sırasında olduk ça gelişen Müzikai Hümayun orkestrası İstiklal Marşı’nın bestecisi Zeki Üngör Bey’in idaresinde AvusturyaMacaristan, Almanya ve Bulgaristan’ı kapsayan bir turneye çıkıyor. O sıralarda Berlin’de talebe olan babam, kaldığı evin sahiplerini ve okul arkadaşlarını iftihar ederek bu konsere davet ediyor. Babamın bana anlattığına göre, Furlani’nin Oryantal Fantazi adlı eserinin çalınışı beğeni ile karşılanıyor. Ancak Mozart’ın Figaro’nun Düğünü uvertürünün temposu çok yavaş bulunuyor ve şark tarzı bir Mozart yorumu olarak görülüyor. Gene de, bu orkestranın turnesi olumlu izler bırakıyor. Eğitim reformları Cumhuriyetimizin kuruluşundan bir yıl sonra yürürlüğe giren Tevhidi Tedrisat Kanunu ile başlar. Bu yasayla eğitim ve öğrenim ilkeleri bütünselliğe kavuşturulmuş, buna göre hazırlanan ders planlarında ise müzik dersleri müfredat programlarında yer almıştır. Bu arada İstanbul’da 1921’de kapanmış olan Darülelhan okulu 1923’de Batı Müziği bölümüyle tekrar açılır. Ankara’da ilk müzik öğretmen okulu olan ve ilk kuşak besteci ve yorumcularımızı yetiştiren Musiki Muallim Mektebi açılmıştır. Müzikai Hümayun orkestrası ise 27 Nisan 1924’te İstanbul’dan Ankara’ya intikal ederek Riyaseti Cumhur Musiki Heyeti (bugünkü Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) adını almıştır. 1926’da konservatuvara dönüştürülen Darülelhan yalnız Batı müziği eğitimi vermeye başlamış, İstanbul Belediyesi’ne bağlanarak Milli Eğitim Bakanlığı’nca onaylanan programları uygulamıştır. Bu uygulamalar şunu gösterir: Müzik bir eğlence aracı olmaktan çıkmış, özgür düşünce temelinde ciddi yaratıcılık ortamına doğru ilerlemiştir. Atatürk, 1 Kasım 1934’te Büyük Mïllet Meclisi’nin açılışında verdiği söylevin müziğe ayrılan bölümünde bunu açıkça dile getirerek şunları söylemiştir: “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır. Ancak, burada en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz ağartıcı değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce, genel, son musiki kurallarına göre işlemek gerekir; ancak bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.” Bu söylevden hemen sonra, 26 Kasım 1934 tarihinde Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında çalışan kurulların aldığı temel kararlar şöyledir: Bütün okullarda etkili birçok sesli müzik uygulamasına yönelinmesi; halk arasında opera, operet, konser, radyo ve plaklar aracılığıyla yeni beğeninin yaygın hale getirilmesi; bestecilerin ve usta icracıların yetiştirilmesi ve devletçe korunması. Bu son kararın nedenini daha iyi anlamak için, Beethoven’e, daha on beş yaşında iken, Almanya’da yaşadığı Bonn şehrinin bağlı olduğu bölge yönetimi tarafından ay lık maaş bağlandığını hatırlamakta yarar var. Nazizmden ürken Hindemith’in gelişi 1935 yılında, daha önce Prof. Kempff’in Atatürk’e önerdigi gibi, Türkiye Büyükelçiliği Berlin’de büyük Alman şefi Wilhelm Fürtwangler ile temas kuruyor. O da, değerli müzik adamı, besteci ve eğitimci Paul Hindemith’i tavsiye ediyor. Besteleri o dönemdeki Nazi Almanyası’nda rejim tarafından dejenere/soysuz sanat addedildiğinden, ayrıca eşinin de Musevi kökenlerinden dolayı Hindemith epey tedirgindir. Bu ortamda Türkiye’den gelen davet onu çok memnun ediyor ve Berlin’de büyükelçi Hamdi Arpağ ile imzaladığı anlaşmadan sonra 19351937 yılları arasında dört defa Türkiye’ye gelerek tamamı 200 sahifeye varan çok etraflı üç rapor hazırlıyor. (*) 1935 yılında yazdığı ilk raporda Hindemith gördüklerini ve teşhislerini dile getiriyor. Burada, Türklerin müziğe karşı yüksek seviyede yetenekli olduklarını, müzik dinlemeye her zaman hazır bulunduklarını, en yeni teknikleri kolayca benimseyebildiklerini, eğer planlanan reformlar sırasında doğal yeteneklerini geliştirme imkânı verilirse her şeyin derinliğine inmeye yatkın olan karakterleriyle birleşerek örnek alınabilecek müzik halklarından biri olabileceklerini söylüyor. Hindemith raporları Cumhuriyetin müzik reformlarının temel taşlarını oluşturuyor. 1936’da büyük Macar bestecisi Bela Bartok da Türkiye’ye gelerek Anadolu’da halk müziğinin derlenip değerlendirilme si konusunda araştırmalar yapmış, Adnan Saygun ve diğer müzikçilerimizle fikir alışverişinde bulunmuş ve yıllar sonra da “Türk Halk Müziği” adlı bir kitap yayımlamıştır. Bartok’un çalışmaları neticesinde 1938 yılında Ankara Devlet Konservatuvarı bünyesinde Türk Halk Ezgileri arşivi kurulmuştur. İdealist dönemin sonu 1932’de kurulan halkevlerinin hızla yayılıp benimsenmesinde İnönü’nün ısrarlı takibinin büyük rolü vardır. Halkevleri pek çok ünlü müzisyen, edebiyatçı ve aydının çıkış noktası olmuştu. Benim hatırladığım, İstanbul’da Kadıköy Halkevi’nin gönüllülerden kurulu bir oda orkestrası vardı. Eşim Şefik de bu halkevi salonunda bulunan, Alman devleti tarafından hediye edilmiş, tam kuyruklu konser piyanosunda, 1960 yılında Fenerbahçe basketbol yıldız takımı antrenman aralarında çaldığını hatırlıyor. O dönemde yurdun dört bir yanında halkevleri inşa edildi. Mersin Halkevi’nde döner sahne olduğunu, Antakya’daki salonda da Chopin’in çok sevdiği Erard marka tam kuyruklu konser piyanosu bulunduğunu gördüm. Ne yazık bu piyano sahne arkasına atılmış, bir ayağı kırık yan yatmış olarak duruyordu. 12 Nisan 2014 tarihli Hürriyet gazetesinde köşe yazarı Yılmaz Özdil Hasanoğlan Köy Enstitüsünde 1945 yılında Ankara Konservatuvarı hocalarının ders verdiğini, benim ve Suna Kan’ın enstitüye misafir geldiğimizi, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletildiğini anlatıyor ve enstitüdeki enstrüman demirbaşını veriyor. Kayıtlı aletler şunlar: 259 mandolin; 55 keman; 37 bağlama; 8 akordeon; 3 piyano; 3 davul; 1 metronom ve 1 pikap (78 devirli plakları çalmak için). Bugün herhangi bir köy veya kasabamızda bu aletleri bulmak mümkün mü? Ne yazık ki içinde yaşadığımız ortamda giderek bu idealist dönemin sona erdiğine şahit oluyoruz. 19 Mayıs’ın 100. yılının yeniden bir doğuşa giden yolun başı olması, İslam aleminde tek olan Türkiye’deki bu eşsiz klasik müzik vahasının çölde kuruyup kaybolmasının önlenmesi, orkestralarımızın, operalarımızın, balelerimizin, enstrümental solist ve şancılarımızın çoğalarak ülke sathına ve dünyaya yayılmaya devam etmesi dileğiyle. (*) Hindemith Raporları, 1935/1936/1937, SCAMV Yayınları, Ankara, 2013