24 Kasım 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

12 19 MAYIS 2019 PAZAR HABER 13 ‘Devleti yöneteceğini biliyordu’Atatürk’ünözelkÂtiplerindenAliRızaERdim,Atatürk’ündahaöncebilinmeyenlerinianlattı Ali Rıza ERdim Atatürk’ün özel kâtiplerin biri Ali Rıza Erdim, uzun yıllar onun yardımcılığının yanı sıra yoldaşlığını da yaptı. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı’nda kâtiplik görevini de sürdüren Erdim’in anıları, Türk basınında ilk kez bu kadar ayrıntılı yayımlanıyor. Edim’le 1973 yılında yapılan söyleşilerin bir bölümü sadece, iki paragraf olarak günlük bir gazete yer aldı. Erdim’in tanıklık ettiği bu anılarda, Mustafa Kemal Atatürk’ün bilinmeyen yönlerine, kararlılığına, ileri görüşlülüğüne ve sorumluluk anlayışına tanıklık ediyoruz. M eslek büyüğüm ve aile dostum Seyfettin Turan Ağabey’le Cumhuriyet henüz Cağaloğlu’nda iken karşılıklı masalarda çalıştık. O çeviri servisimizin şefi, ben de serbest gazeteci olarak 90’lı yılların başında Cumhuriyet için emek veriyorduk. Emekli olup artık evinden çıkmaz olduğu son günlerinde kızı Prof. Dr. Belkıs Temren Menemencioğlu ile Bostancı’da bir balık lokantasında otururken söz Atatürk’e geldi. O sırada Seyfettin Ağabey, “Kızlar biliyor musunuz ben, 1973 yılında Atatürk’ün özel kâtiplerinden Ali Rıza Erdim’le anılarını anlattığı uzun bir söyleşi yaptım. Tam 10 kaset doldurduk” demişti. Bu buluşmadan kısa bir sonra da Turan’ı kaybettik. Değerli dostum Prof. Dr. Belkıs Temren Menemencioğlu, babasının başlayıp biti remediği o kasetlerin deşifrelerini tamam lamış ve yazıya dökmüştü. Atatürk’ün özel kâtiplerinden Ali Rıza Erdim’in anılarından iki paragraflık bir bölümü bir günlük gaze miyase ilknur tede kullanılmış ama yüzlerce sayfada birbirinden güzel anılar gün ışığına çıkmayı bekliyordu. Belkıs Hoca’yı arayarak bunları kullanıp kullanamayacağımız sordum. O da baba sının yaptığı bu söyleşiyi seve seve bize gönderdi. Aslında bir kitapta toplanması gereken bu anılar dan 19 Mayıs eki için iki sayfalık bir seçki yaptık. Anıların geri kalan kısmının kitap olarak çıkma sı için de çaba göstereceğiz. Bu vesile ile Seyfettin Turan ağabeyimizi ve Çankaya Köşkü’nde 41 yıl Cumhurbaşkanlarına katip olarak hizmet etmiş Ali Rıza Erdim’i saygıyla anıyoruz. n Kalemi Mahsusa’da göreve nasıl başladınız ve oradan Atatürk’ün kâtipliğine geçişiniz nasıl oldu? Efendim, ben yetim büyüdüm, babam Balkan Harbi’nde asker oldu, oradan şehit haberini aldık, onu müteakip ben okula devam etmekte iken konu komşuların gösterdiği yardımlarla rüştüyeyi bitirdikten sonra idadiyeye devam ettim. İdadiyeye de yatılı olarak girdim. Bitirdiğimin senesini müteakip hükümet kuruldu. Hükümet kurulduğu zamanda Büyük Millet Meclisi’nde münhal bulunan bir kadroya talip oldum. Benim için büyük bir fırsat oldu bu ve bir imtihanla tayin edilmiş bulundum. Sonra, Büyük Millet Meclisi’nin Riaset makamına sahip olan M. Kemal Paşa’nın Kalem Mahsusu’nda çalıştım. 1927 yılında Nutk’u yazarken özel kâtipliğine geçtim. Bu müddet zarfında Atatürk’ün seyatlerine de eşlik ettim. n Nutuk’u yazarken sizleri nasıl seçti? Nutku yazmaya karar verirken o zamanda Köşk’ten, istasyonun giriş katında bulunan kalemi mahsusa bir araba geldi ve aynı anda telefon ettiler. Her arkadaş birer satır yazı yazsın diye emredildi. Herkes ikişer satır, birer satır yazı yazdı ve yine arabaya verdik. Şoför aldı götürdü. Biraz sonra bir telefon daha edildi ve gönderdiğimiz yazılar zarflarla geri geldi. Bazı zarflara (X) işareti konmuştu. “X işaretli olanlar gönderilen arabayla köşke gelsinler” denildi. Memduh adlı arkadaşımızla ben (X) işaretli zarfları alınca bindik arabaya Çankaya’ya varınca yukarıya, Paşa odasına çıktık. Selam verdik. “Ben, tekrar size bir iki satır yazı yazdırayım” dedi. Tekrar söyledi, biz de tekrar yazdık. Meclis’te zabıt kâtipliği yaparken de yazı yazarken daima süratli yazdığım için bazı kelimeleri Japon yazısı gibi, steno tarzında kıvırmışım. Eski yazıyı bilenler bilirler bunu. Bana “Çocuk, siz çok kıvırıyorsunuz!” dedi. Siz vesikaları temiz edin, Memduh Bey de benim okuyacağımı temiz etsin’ dedi. Biz o müddet zarfında, yanında, o bir köşede biz bir köşede beraber çalışıyoruz, yazıları temiz etmeye başladık. Fakat biz sabah geldiğimiz vakit o geceden, hiç uyumamış hazırlamış. Ben vesikaları ve Memduh beyazları, yani okuyacaklarını çalışırdık. Bu tarzda tam iki ay devam etti. Rahatsızlığı başgösterince birlikte 1923 senesinde İstanbul’a gittik. İzmit’te biniyor, Dolmabahçe’nin önüne kadar bizi devamlı bir şekilde karşılayan insanlar. Motorla, yatla, deniz böylece insan doluydu. O kadar çepeçevre yatın etrafı... Sarayda 12 gün istirahati müteakip gençliğe emanet kısmını da orada ikmal etti ve 1927 de bitti. Sofrada konuşulanlar... n Yalova’da olan bir kısım vardı? Yalova’da 192829. Devamlı orada kalışıyla ihya edildi Yalova. Yalova’da kaldığı müddet zarfında 1931 senesi oluyor galiba 4 ciltlik tarih kitabı yazılmaya başlandı. Tarih kitabının içindeki başlangıç, tarihten evvelki zamanlar ve eski zamanlar tarihi ile başlıyor. 1931 senesinde Tevfik Bıyıklıoğlu (umumi kâtibi) Semih Rıfat Bey olacak galiba, eski valilerden. Akcıoğlu Yusuf. Hariciye müsteşarlığı filan yaptı. Sonra Hasan Cemil Bey, o da askerdir. Reşit Saffet, İsmail Hakkı Bey bunlardı. Bunların yazdıkları yazıları zannederim bilhassa Atatürk rotüş mahiyetinde alır okurdu ve tashih de yaptığı vaki idi. n Atatürk sofralarına ilişkin ne hatırlıyorsunuz, kimleri çağrırdı? Şimdi Atatürk’ün her gün bir sofrası vardı. Eğer mevzu, gündüzden düşünmüş tasarlamış ise, ona göre arkadaş çağırırdı. “Bana bu akşam Reşit Galip Bey’i çağırın” ya da “Bu akşam Ağaoğlu Ahmet Bey’i çağırın” derdi, mesela. Şükrü Kaya, Fatih Rıfkı, Kılıç Ali, Hasan Cavit, Salih Bozok, İsmail Müştak Bey mutatlar arasındaydı. İsmet Paşa sofradan pek hoşlanmazdı. Bünyesi belki de her akşam sabaha kadar içmeye uygun değildi. Atatürk’ün sofrası akademikti, fakat bazen eğlenceler de olurdu. Zevk meselesi. İsmet Paşa mazbuttu. Eğlenceden herhalde hoşlanmazdı. Yalova’da Paşa, Salih Bozok ile veya başka biriyle rakı içerken bezik oynarlardı. Sabahı yaptıkları da olur. n İlk defa Atatürk Nutuk için sizi çağırdı, yazılarınızı kontrol etti ve Nutuk’un yazılmasına başladınız. Sonra?.. Nutku temiz ettikten sonra bize, Nutuk’un teslimini emretmişler. Biz İstanbul’da Hasanzade vasıtasıyla muhteşem bir valiz temin ettirdik. İki anahtarlıydı, birisi bende, birisi Memduh Bey’deydi. İkimiz de beraber bulununca açabilirdik valizi, ayrı ayrı açamazdık. Bu Nutuk’u aldık İstanbul’da Dolmabahçe’deki odamıza bıraktık. Paşa istediği zaman onu bulur, götürür verirdik. Bunların bir tanesine misal söyleyeyim. Memduh Bey arkadaşımız her akşam içkiyi seven bir insan. İnanca göre davranırdı n Atatürk, maiyetinin içki içmesine herhangi bir tepki gösterir miydi? Ben misal olayım size: Ankara’dan İzmir’e hareket ediyoruz. Trenle tabii. Daha gitmeden evvel kalemde, arkadaşlar arasında, aperatif mahiyetinde, geride kalacaklar varsa onlarla birlikte içer ve sohbet ederdik. Fakat Paşamız erken gelirdi. Neden? Rötar yapmamak için, tehir ettirmemek için. Gelirdi ve biraz kalemde otururdu. O esnada, bir dışarıya çıkması lazım gelmiş galiba ve çıkarken Kalemi Mahsusa’da ışık görmüş yemekhanede, şöyle bir kapıyı açtı. Bir hacetle dışarı çıkmış, aydınlığı görünce de kapıyı şöyle bir açmış, bakmış. Bizi içiyor bulunca, Şükrü Kaya Bey’e bağırıyor, ‘Şükrü Kaya Bey! Hey bre! Arkadaşlar bizden önce oturmuşlar, içiyorlar, aperatif istersen gel al. Şükrü Kaya Bey dahiliye vekili o zaman. O da bizimle beraber gidiyormuş. O hareket gecesi fazla içmişim sanırım. Midem bozuk, berbat haldeyim. Sabah erken kalktım, uyandım. Tıraşımı filan olduktan sonra geldim, restorana oturdum. Çok berbatım, hastayım, rahatsızım. Bir hikâyesini etmişlerdi de duymuştum. Sabahları midesi bozuk olan bir kimse aç karına yarım bardak rakıya limonu sıkar ve burnunu kapayarak içerse, mide ıslah olurmuş, tashih edilirmiş. “Bunu tatbik edeyim bari” dedim. Ben de rakı getirttim, limonu sıktım ve içtim. İçtikten sonra kadehi masaya koyduğum anda tren durdu. “Yahu, bu tren niye duruyor” derken, soluma baktım, Balıkesir’e gelmişiz. İstikbalciler de Balıkesir İstasyonu’nda dizilmişler, duruyorlar. emir altına girecek biri değildi n Erzurum’dan sonraki safhayı mümkün olduğu kadar teferruatıyla anlatır mısınız? Erzurum’da Ali Sait Paşa galiba, kolordu kumandanı olarak bulunuyormuş, Atatürk de onun misafiriymiş, birkaç gün kalmış. Latife Hanım’la aralarında bir gerginlik hasıl olmalı ki, Salih Bozok ile beraber Ankara’ya dönüyor olduğunu öğrendik. Onun sebebini de tabii “karıkoca arasında bir kırgınlık olmuştur” diye düşündük. Onu daha önce gönderip kendisi birkaç gün daha burada kalacaktı. Fakat, Salih Bey’le beraber Ankara’ya gelmekte olan hanımefendi, Kayseri’de durdurulmuş, Gazi de oraya geldikten sonra beraber Ankara’ya gitmişlerdir. n Kayseri’de durma talimatı nereden geliyor, yolda mı alındı? Evet, yolda veriliyor. Ankara’ya geldikten sonra da zaten izdivaçları devam ettirilememiştir, ayrılmışlardır. Latife Hanım gittikten sonra, o akşam kendisi zaten Kırıkkale’den eve varmış, bir manevra lokomotifi iki vagon takılmış, bir tane de hususi Atatürk’e ait vagon takılmış, Kırıkkale’ye gitti, Kırıkkale’den hat treniyle irtibat kurulmuş, o irtibatla Latife Hanım’ın gitmesi sağlanmış, ikna edilmiş sonra da hususi bir vagon takılmış trene, galiba Muzaffer Kılıç refakatinde İzmir’e gönderilmiş. Sonra onun gittiğini öğrenince kendisi Ankara’ya geliyor. Köşk’e çıktığı zaman da üzülüyor. Köşk’te bir soğukluk var. İstiklal Mahkemesi reisliği, Nafıa vekilliği yapmış Ali Bey’in evine gitmeye karar veriyor. Onun evi de Keçiören’deymiş, telefon ediyor. Fakat, Atatürk’ün çok güzel usulü var, nereye giderse oraya rakısını, mezesini, yemeğini de garsonunu da beraber gönderir. Hemen sofra hazırlanıyor. Oturduğu zaman da şöyle bir şey söylermiş, Latife Hanım, “Bir hafta yaşayamadık beraber, rahat bir uyku uyuyamadım” demiş. Ya da buna benzer bir söz. n Yani, Atatürk’ün özel hayatı yakından takip edilir ve konuşulurdu! Ankara’ya bir diplomat gelmiş, Şükrü Kaya Bey vasıtasıyla. Atatürk tarafından kabul edilmiş, o diplomatla görüşürken Latife Hanım içeri girmiş, fena halde üzülmüş, gücenmiş Atatürk. 1923’te evlendi. 1925’te ayrıldı. Fakat emir altında yaşamaya alışmamış olan Atatürk onunla birlik kuramadı. Atatürk’ün hayatı serbest geçti. O tarzda emirlerle yönetmiş çevresini, emir altına giremezdi. Latife Hanım mütehakkim mizaçlı bir kadındı. Atatürk ise kumandan olarak hep emir vermiş bir kişiydi. Emir alacak bir insan değildi ve bu yüzden ayrıldılar. Önce İzmir’e gönderdi. Sonra heyeti vekile toplantısında boşanma kararı alındı ve gazetelerle duyuruldu. O zamanlar dini nikâh olduğu için ayrılınca bunun borcu olarak 15 bin lira gönderdiğini duyduk. Atatürk, Latife Hanım’ı göndermekle birlikte çok üzgünmüş. Cevat Abbas Bey ona üzüntüsünü unutturmak için çok yardım etmiştir. n Atatürk’ün din konusundaki görüşleri, kararları hakkında bir şey biliyor musunuz? Dini bayramlarda Ankara’da bulunmazdık. Trenle seyahate çıkardık. Bir keresinde trenle Konya’ya girmek üzereydik, tren bir kör istasyonda durduruldu. “Bugün bayramdır, millet camiye gider, kurban keser, kavurmasını yer bunlara mani olmayalım biz, bu istasyonda duralım daha sonra şehre girelim” dediği vakiidir. n İnönü’nün istifası olayını anlatır mısınız? Çankaya’da galiba sofrada, “Mahrem durumlarımızı misafirlerin yanında bahsetmekle bizi zor duruma sokuyorsunuz, bundan müştekiyiz Paşam” demiş. İsmet Paşa konuşurken, elini biraz sertçe sofraya vurmuş, sofradaki tabaklar havalanmış. Bakmış ki durum kötü, sofrayı tatil etmiş. Kılıç Ali Bey “bunun neticesi iyi değil” demiş. O münakaşa sofrada yapılıyor. İnönü, belki de bazı kimselere tarizde bulunmak istiyor. Atatürk tepki göstermedi. Erkenden trene geldi yattı. İnönü de geldi. İkisinin de hususi vagonları var. Başta Atatürk’ün, ortalarda da İnönü’nün vagonu. Tren hareket ettikten biraz sonra Hasan Rıza Bey beni çağırdı. “Şu yazıyı yaz” dedi. Yazdım. Başvekil İsmet İnönü. Ankara. Sürmenajdan ötürü 2 ay için izin verilmiştir. n Hasan Rıza bey sizi çağırdı, mektubu yazdırdı. Sonra aldı Atatürk’e götürdü. Kompartıman arada mı? Atatürk ile İnönü’nün kompartmanı arasında bizim büromuz. Kâğıdı zarfa koydum. Kapıda Paşa’nın özel kalemi Vedat Üzgören zarfı gördü. Paşa da gördü beni, ikisi de oturuyordu. Paşa ak şamdan beri uyumuyor tabii huzursuz. Yemek dağıtıldıktan sonra Atatürk önce Köşk’te yatmış uyumamış trene gelmiş, olay sabah oluyor, tren hareket halinde. Paşa’nın kompartımanına girdim. Kâğıdı özel kalem müdürüne verdim. İstanbul’a geldik. Trenden indik. İsmet Paşa’yla yan yana gidiyoruz. Motor hazır. Hepimiz bindik. Hamdullah Suphi de karşılamaya gelmiş. Atatürk ortada, sağda Tanrıöver, solda İnönü. Tanrıöver, zeki adam. Dolmabahçe rıhtımına gelinceye kadar devamlı konuştu. O, Atatürk’ün İsmet Paşa’ya karşı soğukluğunu anladığı için onu oyaladı, Paşa da gülüyordu. Sarayın rıhtımına yanaştık. Atatürk, İsmet Paşa, Hamdullah Suphi hepsi ayakta. Atatürk, İnönü’ye hitaben “Motor sizi Heybeli’ye götürsün” dedi. Paşa gitti. Ertesi gün büyük kurultay var. İnönü geldi, locada Atatürk ile hatipleri dinlediler. n Atatürk not tutar mıydı? Evet. Bir not defteri vardı, sürekli ona notlar tutardı. Bu not defterini kasada saklardı ama sonra ne oldu bilmiyorum? Galiba kayboldu. Parayla ve hesap işleriyle ilişkisi yoktu O ZAMANDAN SÖYLEMİŞTİ n Atatürk’ün sofralarında neşe ve nükte de eksik olmuyordu anlaşılan? Olmaz olur mu? Bir gün vapurdayız İzmir’de Rize mebusu Hasan Cavit de bizimle birlikte. Hasan Cavit, hoş sohbet, nüktedan bir insandı, kumara çok meraklıydı, Bir gün İstanbul’da bir kulüpte 2025 bin lira falan kaybetmiş galiba. Sessizce oturuyormuş, Atatürk, nedir senin bu masum duruşun diye sorunca, oradan Şükrü Kaya: “Paşam, pokerde biraz para kaybetmiş, onun için” deyince, “30.000 kâfi mi?” diyor. “Çoktur, paşam” Atatürk, “25 .000 kâfi mi?”, yanıt olarak “Çoktur Paşam” deyince “Ulan sen hesabını bilmiyorsun verin kalem kâğıt” demiş. “Kendi parasından Cavit Bey’e 25.000 lira ödenmesini...” diye yazmış. Bir gün de Kırşehir Mebusu Lütfü Bey’le arasında ilginç bir olay olmuştu sofrada. Albaylıktan emekli olan Lütfü Bey Trablusgarp’ta Atatürk ile beraberlermiş, hep bir arada yatıp kalkarlarmış. Mustafa Kemal arkadaşlarına, “Ben bir gün devlet idare eden büyük bir adam olacağım” demiş. Lütfü Bey bu sözüne küfretmiş. “Sen kim, devlet adamlığı kim” demiş. 1923’te galiba Lütfü Bey, Mustafa Kemal’i görmeye gelmiş, oturmuşlar, konuşmuşlar, Atatürk “Ben size devlet adamı olacağımı söylediğim zaman etmedik laf bırakmadınız. Hele sen Lütfü, neler söyledin şimdi de söyle bakalım” deyince, Lütfü Bey “Teessüf ederim Paşam söyleyemem” demiş. Aklıma gelmiyor demiş, “Ulan söyle” demiş, ve söylettirmiş. n Aradan bir hayli saatler geçmiş yani? Evet, Paşa’mız en arkadaki vagonda. En arkadaki vagon da yine hususiydi ve Almanya’da yapılmıştı. Oradan inip de yürümektense karşısındaki yerde ineyim diye düşünmüş, onun karşısı dediğim de tam da restoranın durduğu yer oluyor. İstikbalcilerin karşısı. Bir de baktım aralıktan bir emniyet memuru çıktı. “Ne var?” dedim. “Paşa geliyor” dediler. Peki ne yapacaksınız? Kurtulmanın imkanı yok. Neyse bekledim ben de. O da gelmekteyken rakının kokusunu almış. Rakının kokusunu alınca da burnunu oynatmaya başlamış ve arkaya dönerek arkadaşlarına, “rakı kokuyor birader” demiş. Onlar, “biz de hissettik, duyduk” demişler. Çıktığı zaman da sola döndü ve beni masamda bir kadeh rakı ve su ile gördü. Anladı benim rakı içtiğimi. “Ramazan, mübarek yer, mutaassıp memleket burası, perdeyi kapatıp devam et” dedi, bana. Ben tabii onun dediğini yapmadım, çantayı aldım ve peşinden nereye gittiyse gittim. Daima gözüne karşı böyle bekledim. Nereye gitse ben ona bakıyorum, o da bana bakıyor. Ama benim o durumumu hoş gördü. Nazariyatın meftunuyum... n Milli Mücadelenin başlangıcı itibarıyla, bayağı da uzun bir zaman İstanbul’a gitmeyişiyle ilgili bir hatıranız, hatırladığınız bir olay var mı? Hayır yok. 1927 yılına kadar İstanbul’a gitmeyi hiçbir vakit aklına getirmemiştir. Yalnız İstanbul’a gidenlerden dönüşlerinde etraflı bilgi istermiş. Onlar da çapkınlıktan, gezmeden, eğlenmeden, dolaşmadan söz ederlermiş. Sohbet sırasında da gülerlermiş, eğlenir lermiş. Gene böyle bir toplantıda Naci Eldeniz Paşa da varmış. İstanbul’dan dönenler yaşadıklarını anlatırken Atatürk ve Naci Eldeniz Paşa güzel güzel dinlemişler, gülmüşler. Bir aralık Atatürk, Naci Eldeniz Paşa’ya “Paşam, demiş, bakın İstanbul’a giden arkadaşlar ne güzel anlatıyorlar, biz de görmüş kadar memnun oluyoruz, gülüyoruz. Siz de sık sık İstanbul’a gidip geliyorsunuz, sizin de kim bilir ne hatıralarınız vardır? Anlatsanız memnun oluruz” demiş. Eldeniz Paşa da, “Efendim, ben nazariyatın meftunuyum, fiiliyatın masumuyum” demiş. Atatürk de gülmüş. Çünkü tabir hoşuna gitmiş. Naci Eldeniz Paşa, dedim aklıma geldi. Ama ben bana anlatılanı naklediyorum şimdi. Bir gün Atatürk, Naci Paşayı çağırmış ve önündeki haritada bir yeri göstererek, “Bak Paşam, buradan bir nehir geçiyor, bunun adı nedir?” demiş. Naci Paşa da, haritaya bakmış ve “Siz nehri” demiş. Bunun üzerine Atatürk, ‘Yahu bu kadar kibarlık olmaz, yeter be, Sen Nehri desene şuna’ demiş. n Peki, Paşa’nın 1926’dan önce başka seyahatleri olmadı mı? Anadolu tarafına çok gitmiştir. Ben bu seyahatlere pek gitmedim, arkadaşlarım gitmişti. Rize’den sonra Kars’a, Kars’tan Erzurum’a gitmişlerdi. Erzurum’da birkaç gün kalmışlar, oradan da arabayla dönmüşler. n Fazla cömert davranmazdı diye bir kanaat vardı Atatürk’ün hesap işleriyle ilgisi yoktu. Hasan Rıza Bey her türlü masrafı yapardı ve her akşam he sap verirdi. Bizzat Atatürk’e hesap verirdi. Hatta Orman Çiftliği üzerinde, ormana gider malumat alır, hesap verirdi. Atatürk’ün ölümü sırasında Hasan Rıza umumi kâtipti. O her şeyine vâkıf. Atatürk’ün itimadına mazhar olmuş bir kimseydi. Bir gün kızlar istedikleri şeylerin listesini çıkarmışlar, altını da Atatürk’e imzalatmışlar. Atatürk bunun mübayası lazım demiş. Hasan Rıza Bey müşkelpesent çünkü “Atatürk’ten imza alalım da öyle mübayasını yaptıralım” diyorlar. Listeyi kızlar Hasan Rıza Bey’e getirmişler. Hasan Rıza Bey de, “Ben sizin dolabınızdakilerle şehri donatırım demiş. Daha ne istiyorsunuz almayacağım” demiş. Kızlar kızmışlar, tekrar Atatürk’e götürmüş ler. Atatürk de “O daha iyi bilir” demiş. n Nereden alırdı parayı? Maaş geliri vardı. Samsun’dan geliyoruz 1928 senesinde. Gelen giden oluyor. Masraf oluyor. Pa ra yok, masraf çok. Hasan Rıza, Atatürk’e “Paşam, paramız kalmadı, 100.000250.000 lira pa ra alalım ödenekten” demesi üzerine Atatürk, “İstemem, benim çiftliğimden gelirim var” demiş. Cumhurbaşkanlığı’nın tahsisatına dokunmazdı, içkisini kendi bütçesinden alırdı ziyafetlerde bile. Hasan Rıza Atatürk’ün parasını ondan daha çok korurdu. Yunus Nadi’ye Cumhuriyet gazetesini çıkarması için 80.000 lira veriyor. Latife Hanım, “Ona, buna para dağıtıyorsun, çocuklara da ver” deyince, “Sırası gelince, onla ra da veririz” diyor. Atatürk’ün paraya düşkünlüğü yoktu. Yemeye, içmeye, mala, mülke düşkün değildi. Atatürk’ün hastalığı sırasında vasiyetnamesinin yazılmasında da Hasan Rıza Bey ilgilendi. Hazırlayan, tespit eden, getiren götüren hep Hasan Rıza Bey. Bize bir kelime çıtlatmamıştır yani.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle