Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
29 Ekim 2012 Pazartesi Cumhuriyet Bayramı 47 Erkan Can, Köy Enstitülü bir köy öğretmeni, babası Cafer Can’ı ‘özlemle’ anlattı... ‘Onlar yoktan var etmişti, ya biz?’ Köy Enstitüleri üretime dayalı yerlerdi. Kendi inşaatını yapan, kendi toprağını süren, meyvesinisebzesinitoplayan...Ülkeekonomisinekatkısunanbirsistemanlayacağınız.Tabii busistemdevamediyorolsaydı,bugünherkeskendikendineyetebilecek,bakacaktı. irçok televizyon dizisinden, filmlerden tanıdığımız oyuncu Erkan Can, Arifiye Köy Enstitüsü’nden mezun bir köy öğretmeninin, Cafer Can’ın oğlu. Babasıyla karış karış köyleri, kasabaları gezen bir isim. Bir ev yapılırken, o ev kaç katlı olacaksa ne kadar temel atılmalı, harca ne kadar kum ve çimento konulmalı diye soran köylülere yanıt veren bir öğretmenin yaşamına tanık. Can, “Neden toprağa suni gübre atıyorsunuz? İnsanları, toprağı neden zehirliyorsunuz?” diye kızan, her keresinde “En azından bize süt tozu içirmediler” şeklinde serzenişte bulunan, bazen de bir köy okulunda verdiği müzik dersleriyle tüm öğrencileriyle kahkaha atan bir öğretmenin anılarına sahip... Erkan Can, bu söyleşide yalnızca babasını anlattı. Köy Enstitülerinin yetiştirdiği kuşağı saygıyla andığını belirterek sordu: “Köylü milletin efendisi olacaktı, peki şimdi ne haldeyiz? O kuşak yoktan var etti, ama ya biz?” B SELDA GÜNEYSU ‘Cumhurbaşkanlarına mektuplaryazarlardı...’ ok pratik bir adamdı babam. Herkese yetmeye çalışırdı. Akrabalar bir inşaat mı yapacak, babama gelirlerdi. O hemen inşaatın hesaplarını yapardı; kaç katlı olacaksa bina temelinin ne kadar derin olması gerektiğini hesaplardı. Harç karılırken ne kadar kum gerekir, ne kadar çimento, bilirdi. Arkadaşlarıyla birlikte dönemin cumhurbaşkanlarına, başbakanlarına mektuplar yazarlardı. Memleketin halini özetler, Ç ‘Refah bir yaşam sürerdik ama...’ Devrimlerin bence en birincisiydi Köy Enstitüleri. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk‘ün en öncelik verdiği konuydu eğitim. Bir birey doğru eğitimden geçirilirse, kendini anlatabilir, karşısındakini anlayabilir, dinler ve özeleştiri yapabilirdi. Böyle eğitimden geçen insanlar arasında da bir problem yaşanmazdı; okumayı, bilgiyi, bilimi ön planda tuttukları için... Kavgayı akıllarından geçirmezdi Köy Enstitülüler. Çünkü onlar tüm meselelerini tartışarak hallederlerdi. Enstitüdeki eğitimler de bu yöndeydi zaten. Teori ve pratikle birlikte, öğretmenlerle, kendi arkadaşlarıyla tartışarak, konuşarak yapılan eğitimler... Babam Cafer Can da Köy Enstitülü bir öğretmendi. Arifiye Köy Enstitüsü mezunuydu. İnanın, bugün Köy Enstitüleri kapatılmasaydı çok daha rahat bir yaşam sürecektik. Ufkumuz çok geniş olacaktı. “Köylü milletin efendisi olacaktı.” şikâyetlerini iletirlerdi. Bir sorun olduğunda doğrudan valiye çıkardı. Öyle öğretmenlerdi işte Köy Enstitülüler. Memleket sorunlarına duyarlı... Sadece babam mı, hayır. Arkadaşlarımın babalarını görüyorum şimdi enstitü mezunu, tavırlar, bakışlar, konuşmalar her şey aynı. Sanki babamı görüyorum karşımda. Yani o güzel insanları... Onlar yoktan var etmişti, ya biz? ço, şu suni gübreyi toprağa atmayın. Bu suni gübreler toprağı, insanı zehirliyor. Bizim gübreliklerimiz dolu, neden o gübrelerden kullanmıyorsunuz?” derdi. Dayım da “Ama suni gübre bire beş veriyor” diye yanıtlardı babamı. Babam yine kızar, “Boşver, bire iki versin, üç versin ama bu suni gübreleri kullanmayın. Yahu neden zehirlersiniz insanları anlamam ki?” derdi. Belki çoğu kimse anımsamaz, eskiden evlerin damlarının ardında gübrelikler vardı. O gübreler bitkiler için saklanırdı. Şimdi daha iyi anlıyor insan, o dönem neden kızardı babam bu suni gübrelere... Şimdi de organik sebze üretmeye çalışıyorlar ya... Artık organik diye bir şey kalmadı çünkü. Bütün bitkilerin genleri değiştirildi, GDO’lu oldu. ‘Köyüne şiirler yazan bir öğretmen...’ Babam ilk öğretmenliğini annemin köyü Gülümbe ile kendi köyü Bayırköy’de yaptı. Bursa’nın hemen hemen bütün köylerinde çalıştı daha sonra. Hatta Bayırköy için şiir bile yazdı. “Canım köyüm, Bayırköy’üm...” diye. Köyüne şiirler yazan bir öğretmen... Babamın öğrencileri, akrabalarımızdan da çoktu. Hiç unutmuyorum, cenazesi hıncahınç öğrencileriyle doluydu. Ne zaman onun öğretmenlik yaptığı bir köye gitsem, “Cafer öğretmen bir başkaydı. Ne güzel insandı... İnsanlara değer veren bir adamdı...” diyorlar; duygulanıyorum. Çok iyi anımsıyorum, sanata da çok değer verirdi babam. Müzik dersleri ünlüydü. Onun müzik derslerinde plaklar çalınır, danslar edilir, oyunlar oynanırdı. Pek çok başka sınıfın öğrencileri de babamın müzik derslerine katılırdı. Bunun yanı sıra otoriter bir adamdı. Öyle otoriter falan diyorsam, “öğrencileri döven” anlamında demiyorum. “Çocuklar herkes sınıfına” deyince, herkes sınıfına girerdi mutlaka. Bir elektrik eserdi ki sözlerinden, anlardınız. Başka şekilde yönetirdi öğrencilerini. Bizi de evde tabii. 4 kardeşiz biz, en küçüğü de benim, ne görev verdiyse, mutlaka yapardık. Yapmama gibi bir duruma izin vermezdi zaten. Erkan Can ‘En azından bize süt tozu içirmediler’ İnsan belki de yaşlandıkça daha çok geçmişi anıyor, geçmişi anlamaya yüz tutuyor. Köy Enstitülerini kitaplardan okuduk, öğrendik. Lakin babam da anlatırdı. Hep şöyle derdi babam: “En azından okulda bize süt tozu içirmediler.” Anımsarsınız, bir ara okullarda dağıtılan süt tozu meselesi gündemdeydi. Bir türlü anlam veremezdi babam bu duruma ve yasakladı da. Bursa’nın Keles ilçesindeki öğretmenlik yıllarından anımsıyorum; “Memleketin her yerinde bir dolu hayvanımız var. Keçilerimiz, ineklerimiz... Siz bu suni şeyi niye alıyorsunuz? Neden içirirler size bu süt tozunu?” derdi. Biz hiç süt tozu içmedik mesela. “Sütün kralı” vardı eskiden. Şimdi arasan güzel süt bulamazsın, bizim çocuklarımız da süt içmiyor. Pastorize sütü içmeyi tercih ediyorlar; hayret ediyorum. Tabii onlar da haklılar, memleketimizde hayvanlarımız kalmadı ki... Tükettik her şeyi. ‘Git, yap ve gel!’ Haylaz bir çocuktum ben. Okulları çok sevmedim. Ancak şimdi düşünüyorum da okumak şart. Haylazlık boşuna yani... Ben tiyatro ile ilgileneceğim zamanlarda babamla küçük bir inatlaşmamız oldu. Kendisi memurdu, istedi ki ben de bir mühendis, doktor olayım. Ancak bana öyle bir özgüven aşılamıştı ki, kendime çok güvenirdim. Sonra sanat okulunun gece bölümünü kazandım. Gündüz provalar derken, okulda da devamsızlık yaptım ve kaldım. Babam yaptığım işleri hep uzaktan takip etti. Hiçbir şey kaçmazdı ondan. Yalan söyleyemezdik mesela, yakalanırdık hemen. Askerliğin ardından konservatuvarı kazandım. İşte o zaman “Git, yap ve gel” dedi. Yani “bu işin üstesinden gel...” Bana o kadar güvenirdi ki, yaşamdaki cesaretimi ondan aldım. ‘Neden toprağa suni gübre atılır?’ Köy Enstitüleri üretime dayalı yerlerdi. Kendi inşaatını yapan, kendi toprağını süren, meyvesini sebzesini toplayan... Toplanan bu mahsülleri paraya dönüştüren de bir sistem... Ülke ekonomisine katkı sunan bir sistem anlayacağınız. Tabii bu sistem devam ediyor olsaydı, bugün herkes kendi kendine yetebilecek, bakacaktı. Babam, enstitülerin bu yanını çok sık anlatırdı. Köyde dayıma çıkışırdı; ben de yanında gezerdim, ufaktım o aralar... “Kayın