Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
46 Cumhuriyet Bayramı 29 Ekim 2012 Pazartesi Sinema tüzük dinler mi? inema, Türkiye Cumhuriyeti için “kökü dışarıda” bir sanattı. Müzik, tiyatro ve resim, Osmanlı döneminde de var iken sinema, imparatorluğun son dönemlerinde, daha çok gayrimüslimlerin ilgilendiği bir sanat dalı olarak, İstanbul’un o zamanlar Pera olarak anılan şimdiki Beyoğlu semtinde ortaya çıkmıştı. Kitlelere mal olmuş bir eğlence değildi; sınırlı sayıda izleyici çeken, bu arada saraya da girmiş olan yeni bir buluştu. Genç Cumhuriyet ilk yıllarında sinema ile pek ilgilenemedi. Osmanlı’dan devralınmış enkaz, ister istemez daha önemli konulara ağırlık verilmesini gerekli kılıyordu. Nüfusun yüzde 90’ı okuma yazma bilmiyordu, eğitim seferberliği sırasında sinemadan yararlanmak mümkündü ancak elde bu işi kotaracak sinemacı da yoktu. Yine de Halkevlerinde S AHMET BOYACIOĞLU 1933’te Ankara–Sivas arasında bir tren ile gezici lm gösterimleri düzenlenmişti. 19231939 yılları arasında sinema tiyatrocuların, daha doğru bir saptamayla Muhsin Ertuğrul‘un tekelinde idi ve neredeyse tamamı tiyatrodan uyarlanan lmler yapılıyordu. film gösterimleri yapılıyordu. 1933’te Ankara–Sivas arasında bir tren ile gezici film gösterimleri düzenlenmişti. 19231939 yılları arasında sinema tiyatrocuların, daha doğru bir saptamayla Muhsin Ertuğrul’un tekelinde idi ve neredeyse tamamı tiyatrodan uyarlanan filmler yapılıyordu. Bizim bu dönemden anımsayabileceğimiz tek film 1933’de Cumhuriyetin 10. yıl kutlamaları için Sovyetler’den gelen bir heyetin içinde yer alan Sergey Yutkeviç‘in çektiği “Türkiye’nin Kalbi Ankara” adlı belgeseldir. Çünkü bu filmin yıllar sonra TRT’de gösterilmesi küçük çaplı bir skandala dönüşmüş, Televizyon Daire Başkanlığı görevini yürüten Mahmut Tali Öngören, “komünizm propagandası yapan” bu filmi yayınladığı için görevinden alınmıştı. 1950’den sonra sinemamızda en azından çekilen filmlerin sayısı açısından büyük bir ilerleme yaşandı. 19171947 arasında 58 uzun metrajlı film çekilmişken bu sayı 19481970 arasında 2308’e çıktı ki bu da yılda ortalama 100 film demekti. Ancak film üretimindeki artış ne yazık ki kaliteyi de beraberinde getirmedi. 1939 yılında çıkan “Filmlerin ve Film Senaryolarının Kontrolüne Dair Nizamname”, diğer adıyla “Sansür Tüzüğü”, uzun yıllar sürecek bir sansür belasını sinemamızın başına sardı. Filmlerin senaryolarının çekimden önce denetlenmesi, çekimden sonra da filmlerin bir kurul tarafından izlenerek tekrar denetlenmesi, ba Sansür sinemayı engelledi zen bazı sahneler kesilerek gösterim izni verilmesi, bazen tamamen yasaklanması, sinemamızın ilerlemesine yıllarca engel oldu. Sansür Kurulu tamamen devlet memurlarından oluşmaktaydı; verilen kararlar da tartışmaya açıktı. Sansürü “devletin kendini koruma refleksi” olarak da tanımlayabiliriz. Sansüre takılmak için “Milli rejime aykırı olarak siyasi, iktisadi ve ideoloji propagandası yapmak; umumi terbiye ve ahlâka ve milli duygularımıza mugayir bulunmak; memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olmak; filmin içinde Türkiye aleyhine propaganda vasıtası olacak sahneler bulunması; filmin dost devlet ve milletlerin hislerini rencide etmesi” gibi kıstaslar yeterli olabiliyordu. Susuz Yaz filminden sahneler... yrıca sansürden geçmiş bir film, gösterildiği kentte vali tarafından yasaklanabiliyordu. En tuhaf uygulamalardan biri, filmin gösterimine “yurtdışına çıkarılmaması koşuluyla” izin verilmesiydi. Buradaki düşünce herhalde “Bizim ülkemizin sorunlarını başka ülkelerin insanları görmesin” olmalı. Bu filmleri Türkiye’de yaşayan yabancıların izlemesinin yasaklandığı konusunda ise bir bilgi yok. 1960’larda bu tür uygulamaları yapan A Kaçak ödül alan film: SusuzYaz başka ülkeler de vardı. Ama garip bir şekilde bu ülkeler başta Sovyetler Birliği olmak üzere komünist Doğu Bloku ülkeleriydi. Bu uygulama nedeniyle sinemamızın önemli yapıtları 1960 ve 1970’lerde dünyanın sayılı festivallerinden davet almalarına karşın katılma şansını bulamadılar. 1964’te Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’yı kazanan ve sinemamızın ilk uluslararası başarısını elde eden Metin Erksan imzalı Susuz Yaz ile bugün bile övünüyoruz. Ancak bu film Berlin’e izin alınmaksızın kaçak olarak götürülmüştü. 100’den fazla filme yapımcı olarak imza atan rahmetli Kadri Yurdatap’tan dinlediğim bir olay: Kadri Bey bir film yapıyor, başrolde Fatma Girik. Film sansüre takılıyor. Bu durumda filmin yıldızını alıp Ankara’nın yolunu tutmak en akıllıca iş. Kadri Bey ve Fatma Girik Ankara’ya geliyorlar; konuyla ilgili komiserin odasının kapısını çalıyorlar. Komisere dertlerini anlatmaya çabalarken Fatma Girik birden komiserin masasının üzerinde duran tabancayı kapıyor, namluyu alnına dayayıp “Ya filme izin verirsiniz, ya da kendimi vururum” diye bağırıyor. Komiser ne yapacağını şaşırıyor. Alelacele filmin denetimden geçtiğini belirten bir belgeyi imzalıyor ve Fatma Girik’e verip tabancayı alıyor. Gördüğünüz gibi film yapmak her zaman tehlikeli bir iş olmuş ülkemizde. Kadri Yurdatap Metin Erksan