23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Erdoğan AYDIN Kritik Başlangıçta Hidrojen Vardı, bilimle aramıza giren yabancılaşmayı azaltıp hayat karşısında özgüvenimizi artırıyor. Ancak insanlığımızın bilimle nasıl güçlenebileceğini görmek, günümüzde bilimin insanlığa karşı nasıl istismar edilebildiği sorunuyla da yüzleşmemizi gerektiriyor. Çünkü emperyalizmin hakkından gelemediğimiz müddetçe bilimin insanlığa karşı kullanılabilirliği katlanarak sürecek görünüyor. Hayatın başlangıcını anlamak Bilimden yararlanarak ve bilimden en küçük bir ödün vermeyerek dünyayı kavrayışımıza ilişkin bir ‘roman’ yazıyor.” Bilimin olağanüstü hızdaki gelişimi sonucu aşılmış olan bazı örneklerinde bile Ditfurth, bilincimizi “bilimsel bir felsefe” ile, ayrıntılardan daha önemli olan bilimsel perspektifle donatıp, hayatı “koruyan ve kollayan bir evrenin çocukları olduğumuzu” gösteriyor. “Ditfurth’ta özellikle önemsememiz gereken bir şey, bilimi başka kaynaklardan gelen düşünce ve inançlara alet etmemesi, yani inancı kanıtlamak adına ‘sözde bilim’ yapmaması. Özellikle ülkemizde heveslisi çok olan bu yoldan sakınabilmesi, bilimi basitleştirmeyip içselleştirmesiyle açıklanabilir.” Bu bağlamda Ditfurth, “bilimi hayatın içinde olması gereken yere oturtuyor. Ne bilimi kullanarak alışkanlıklarımızı ve düşünce kalıplarımızı onaylayıp popülistlik yapıyor, ne de insanın kurtuluşunu ‘bilime göre’, yani kendine yabancılaştırılarak, yetkiyi uzmana bırakarak yaşamakta gösteriyor. Bilimi toplumsallaştıran bu tarz bir popüler bilim, bilimi uzmanların krallığından çalıp, insan soyunun hizmetine sunuyor.” B recht, 1940’larda ABD’de ilk kez sahnelenen “Galile’nin Hayatı” adlı oyununa yazdığı açıklamalarda, gizlenmez bir çoşkuyla, “bilim çağı”ndan söz edip durur. Oysa bugün, üstelik bilgi ve teknoloji birikimi anlamında Galile’nin de Brecht’in de dönemleriyle kıyaslanmayacak kadar ileride olduğumuz bugün, aynı gururla bilim çağında olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Tersine yeni bir Ortaçağ’a savruluyor gibiyiz. ‘Öbür dünyanın toplumsal ve siyasal hayatımızdaki etkisi Ortaçağ’dan sonra hiç bu kadar fazla olmamıştı. Özellikle gençlerimizin, laik, hatta ‘fazla laik’ olduğu iddia edilen ülkemizin milli eğitiminde Evrim Teorisi’yle alay eden bir zihniyetle ‘eğitildiği’ bir gerçeklikte, hangi çağda yaşadığımız sorunu daha da önem kazanıyor. Bu koşullarda milli eğitimin bilimsel ve laik bir eksende yeniden yapılandırılması yanında doğru kaynaklara başvurma gereksiniminin yaşamsal önemiyle karşı karşıyayız. Dolayısıyla yurttaşlık sorumluluklarımıza sahip çıkmak yanında doğru kaynaklara gereksinimimiz var. Kutsal kitapların ‘başlangıçta söz vardı’ mitine nazire yapan, “Başlangıçta Hidrojen Vardı” (Hoimar V. Ditfurth, Cumhuriyet Yayınları) kitabı, işte bu gereksinimi karşılayan dikkate değer çalışmalardan biri. HAYATIN BİLİMSEL ÖYKÜSÜ Avrupa’da bir milyondan çok okurla buluşan kitabının ilk cildinde Ditfurth, “büyük patlamanın ardından evrenin bir köşesinde ortaya çıkan dünyamızın ve onun üzerinde başlayan hayatın öyküsünü” anlatıyor. Her ayrıntısında evrimle oluşan “dünyada, insan varlığının anlamını yeniden tanımlamaya” yönlendiriyor. Sıradan bir popüler bilim kitabından köklü bir ayrımla, bilimsel mantık ve kavrayışımızın gelişiminde “geniş bir düşünce kılavuzu” işlevi görüyor. Kitaba önsöz yazan Turgay Kurultay’ın da belirttiği gibi, “Ditfurth, bilimsel bilgilerin içinden ilerleyerek dünyanın bütünsel bir resmini çıkarıyor karşımıza. Burada bize aktarılan şey, ‘bilimin ne diyor?’ oluşu değil. HAYAT GÖKTEN Mİ İNDİ? Ortaya çıktığı ilk andan, diyelim ki ilk ‘nasıl?’ sorusundan itibaren dinsel yargıların basıncını göğüslemek zorunda kalmış olan bilimin, dinle polemik yapmadan ama ondan yapısal farkını büyük bir açıklıkla gösteren bir çalışma ile karşı karşıyayız. Çevirmeni olmaktan öte kitabın Türkiye’de güncelleşmesini sağlayan Veysel Atayman’ın da işaret ettiği gibi, “Bilim ‘niçin varız?’ sorusuna cevap aramaz. ‘Nasıl olup da hidrojen, bigbang’le birlikte helyuma dönüştü ve öteki ağır atomlar buradan üredi’ biçiminde sorularla uğraşır” diyerek, Ditfurth’un da, cevabı kendi içinde saklı olan sorusunu aktarır: “Daha en baştan, akla gelebilecek her türlü acıyla dolu bir hayatı ‘Tanrı’ nasıl olup da yaratmış olabilir?” Bir sınav mantığı içinde bunca çok acıyı, yoksulluğu, eşitsizliği, felaketi çekmemizin bir mantığı olabilir mi gerçekten? “Yeryüzünde bütün hayat biçimlerinin gök kökenli olabileceği tezi, tartışılmaya değer bir anlayışın ürünüdür” diyen Ditfurth, bir kayıt koymayı da unutmaz: “Elbette bunu söylerken, yeryüzünde hayatın ortaya çıkışını herhangi doğaüstü ya da fizikötesi etmenlerin varlığıyla açıklamak girişimini kastetmiyoruz” der. Bilimin tamamen dışında bir alanın mantığıyla bilimin iğdiş edilmesine izin vermez. Dahası “herhangi bir ilk insanın varlığını önkoşul olarak alan” teorilerin, bilim nezdinde, “havanda su dövmekten öte bir anlam taşımadığını” gösterir. Hayatın “yepyeni bir fenomen olarak ansızın boy gösterdiği” iddiasının saçmalığı yanında, gerçekte “akıl almayacak kadar yavaş ama arada herhangi bir boşluk bırakmayan bir tutarlılık ve neden sonuç ilişkisi kurarak yol almış” olan evrimi anlatır: “Kimyasal gelişmelerin organik gelişmelere dönüşmesi en azından bir, hatta iki milyar yılı aşmış, sonunda adım adım ortaya o karmaşık yapılı büyük moleküller çıkmaya başlamış, derken birleşme ve çoğalma yeteneği taşıdıkları için kendilerine ‘canlı’ niteliğini atfedebileceğimiz iyice karmaşık maddesel bütünlüklerin evrimine doğru yol alan gelişme başlamıştır.” YENİ BİR BAKIŞ AÇISI “Saplantılaşmış bir eğilimle, kendimizi evrenin merkezi gördük durduk. Gerçekliğin araştırılması ve incelenmesi, bizi bu yanılsamadan adım adım kurtarmaktadır. …. Bugün bile birçok kimse için yerküre, hâlâ evrenin ruhsal, manevi merkezidir ve gene birçoğumuz uçsuz bucaksız evrenin içinde yeryüzünün, hayatın, bilincin ve zekânın geliştiği biricik yer olduğuna ciddi ciddi inanmaktayız. Bu kanaatin de aslında gene o sözünü ettiğimiz ‘her şeyin merkezi olmak’ biçimindeki derin saplantımızın örtülü bir hali olduğuna hiç kuşku yok” diyen Ditfurth, şöyle devam eder: “Bilimin bu yoldaki her adımıyla, düşünme alışkanlıklarımızdan, daha doğrusu saplantılarımızdan bir bir vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Gerçekliğe yönelik her yeni gözlem ve buluş, olağan ve benimsenmiş olana ters düşer gibi göründüğü andan itibaren bize saçma gelmiştir. Geçmiş kuşaklar, yeniliklere hep bu doğrultuda tepki göstermişlerdir. Bruno, Güneşimizin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer alan sayısız yıldızdan yalnızca biri olduğunu ileri sürerek insan bilincini derinden sarsan temel buluşunu ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üzerinde yakılarak ödemiştir. “Darwin, aynı kaderi paylaşmaktan kurtulabilmesini, bundan yüzyüz elli yıl önce insanların, sevimsiz çağdaşlarını yakmakta artık Bruno çağındaki ? SAYFA 30 CUMHURİYET KİTAP SAYI 921
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle