Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Oİstanbul’un en çıplak, en giyinik öykücüsü! O, nar İstanbul’un nar yazarı! Bütün serilmişliği, bütün gizemiyle… Hadi öyleyse, açın kapıyı, onunla buluşma zamanı, kente karşı yalın kılıç savaşan bir kent soylusuyla. Ama karanlık ürkütmesin sizi. Gözleriniz alıştığında öykünün gizli hazinesiyle karşılaşacaksınız, kuşkunuz olmasın. Gözleriniz kamaşacak o nar tanelerinin ışıltısı karşısında… M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Öykü Zamanı B ir kentin en önemli gösterenlerinden biri de garajıdır değil mi? Yapı Kredi Yayınlarının İstiklal Caddesindeki kitabevini, Tünel’e doğru geçip de soldan aşağıya indiniz mi bu yol sizi bir garaja çıkarıyor: “garajistanbul” (212.2444499)… Orada sizi İstanbul’un tüm sanat, kültür etkinlikleri karşılıyor neredeyse garaja giriş çıkış yapan birer sanat, kültür taşıtı olarak. Tiyatro, konser, atölyeler, birbirinden farklı girişimler, öncülükler, deneyimler, somutlanışlar… Bir de kim karşılıyor; Begüm Erol… garajistanbul’un iletişim sorumlusu. Hiç kimseyi ufalamadan herkesi büyük incelikle kuşatan bir insan endazesi… Geçen mevsim, iki farklı çalışma izledim garajistanbul’da. İlk olarak Gülbin Yeşil’le Mustafa Avkıran’ın metninden Mustafa Avkıran, Övül Avkıran’ın yönettiği, Övül Avkıran’ın sunduğu 5.Sokak Tiyatrosu yapımı Kassandra adlı tragedyayı, sonrasında Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse adlı oyunu. Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ından Naz Erayda’nın uyarlayıp tasarladığı, yönettiği; sonrasında Kerem Kurdoğlu, Aslı Mertan’la birlikte oyunbükümüne (dramaturgisine) katıldığı Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse için Tiyatro Tiyatro dergisinde yazmıştım. Birkaç yıldan bu yana sürdürdüğüm “Sadık Seyirci” başlıklı yazılarımın, oyuna ayırdığım bölümünde, “metne dayanmakla birlikte sahnede bu yanı görülmeyen, belki de en çok bu yanıyla dikkati çekmesi gereken bir yapım” nitelemesini getirmiştim Ya Seni Rüyasında Bir Daha Hiç Görmezse için. “Sadık Selirci”de öyküye girmemiştim, bu kez de “Kitaplar Adası”nda oyuna girmeyi düşünmüyorum elbette. Bu konuda şu kadarını söylemiş olayım yalnızca: Oyunculuklarını Derya Alabora, Mustafa Avkıran, Övül Avkıran, Güneş Berberoğlu, Gülbin Yeşil’in paylaştığı bu sahne çalışmasını izlememek, oyuna haksızlık olur bana sorarsanız… İSTANBUL ÇATLAYIP YARILMIŞ NAR KENT... İstanbul bir nar kent. Nasıl bir nar, ortasından yarılıp çatlamış, bir yanı hâlâ kapalı, öte yanı açıkta, dizileri, dişleri açığa çıkmış, her an dağılmaya hazır, ama bu arada hâlâ gizlerini saklamayı başaran, üzeri tülle örtülü, bütün çekiciliğiyle “gel” eden bir nar… İşte böyle bir İstanbul’un yazarı Sevim Burak. Oyunlarının, anlatılarının ötesinde çok önemli, sürekli bellekte tutulması gereken bir İstanbul öykücüsü o… Tıpkı İstanbul gibi birbiri içinde ayrılan ya da buluşan damarlar olarak geliştirilmiş bir öykücülük sunuyor o da bize. Öykülerin kimi uçlarla birbirine bağlanabilirliği, kimilerinin tane tane dökülüşü, nar kenti İstanbul gibi nar kent öykücüsü Sevim Burak’a da çok yakışıyor doğrusu… Alalım Yanık Saraylar’ını (YKY, 2004) onun, ilk öyküsü “Sedef Kakmalı Ev”in üzerinde serçe kuşu gibi dönelim şöyle… Bir nar yolculuğuna çıkalım Sevim Burak’la birlikte şu yarılmış kentin içinde. Kısacık bir öykünün içine Nurperi Hanımla Ziya Beyin yaşamını nasıl yerleştiriyor yazar, nar tanesi gibi. Farklı çıkıntılar oluşturan karelerle yalnız önümüze çekmiyor onları Sevim Burak, başlangıçta Sevim Burak’ın İstanbul Garajı... öyküye bir biçimde figüran gibi katılmışçasına duran yan karakterlere de can, kan taşıyor… “Pencere”de de anlatıcının öykü evrenlerini ele vermesi bakımından ilginç birer ipucu değil midir ev, cadde, bunlarla aykırı duruş sergileyen öykü kişisi… Kent, bir yanıyla orkestra yapısı sunuyor, tek sesli değil kesinlikle. Ama kentli birey, kentin çoksesliliği karşısında tragedik boyutlara varan bir çaresizlik, edimsizlik, kılgısızlık içinde Sevim Burak öykülerinde. Ne ki, bu onun savaşımcı ruhunu yok edip yeğnileştirmiyor yine de. Kent, insanın boğazına ilmik atabilir, ama birey de ondan kurtulmak için çabalar. Bundan ötürü bu büyük kuşun altında ona karşı direnen bedenler de olacaktır hep. Bütün bunların yanında kentle kavgaya girişmiş bir yazar var karşımızda. Bu çok önemli bana göre. Çünkü pek çok öykücünün tersine kentine göz yuman, sırnaşan, onu şımartan bir tutum takınmıyor hiçbir zaman öykülerinde Sevim Burak. İşin belki de en hoş, şaşırtıcı yanı, Yanık Saraylar’daki bu öykülerin en azından kırk kırk beş yıl önce yazılmış olmaları… Nitekim “Büyük Kuş”taki anlatıcı, açıktan açığa dillendirir bu çatışmayı. Ancak bireyle kent, birbiriyle girişerek sürdürürler yaşamlarını. Bu çerçevede kişi, kentle iletişim içindedir. Karşılıklı söyleşim de olabilir bu, tek kişilik “ses duyuramayış” monoloğu da. Ancak kentle bireyin arası kopuk değildir yine de. Asıl gerçek, bir türlü uyuşamayış, anlaşamayıştır aralarında süregiden. Kent bu yanıyla kentliler için bir kırık aynalar sahrası, çölü olarak görünür. Milyonlarca kırık insanın yaşadığı bir kent ya da kırık kalpler müzesi… Aah, İstanbul; “güller morlaşıyor perdede”… (22) “PANİSTANBULİST” BİR YAZAR Sevim Burak, çok dilli, çok katmanlı öyküler verimliyor sürekli. Birbiri içinden geçerek birbirini bütünleyen, yine aynı şekilde birbirinde yiten öyküler bunlar. Bir birleşip bir ayrılarak yollarına devam ediyorlar… Gerçekten de o, ancak büyük bir orkestrayla yorumlanabilecek senfonik yapıt biçiminde getiriyor gözümüzün önüne kenti. Kaldı ki nar kent bir büyük orkestra zaten. Bir bütünü bir anda karşılayamayıp onun altında kalmak ya da öyküye çivileme dalmak biçiminde de yorumlanabilir Sevim Burak’ın öykülerinden yayılan hava için… İnsanların birbirleri karşısındaki beklenti eşiklerinin aşıldığı noktada ortaya çıkan düş kırıklıklarını, draSevim Burak matik eksenlere oturtarak iş921 alıp somutlandıklarını söylemek pekâlâ olası. Öyleyse kentsel yarılma, bireysel yarılmayla birebir örtüşme içindedir. Bir çelişkinin olduğu düşünülmemeli burada. Kentteki şimşek, bireyin içinde çakmaktadır zaten. Kent öksürdüğünde, sendelediğinde birey de tökezleyip düşmektedir. Kentle birey hep göz gözedir, ruh ruhadır, birbirlerinin ölülerini kaldıracak ölü toplayıcıları ya da. Hiç uyumadan, bitip tükenmeden birbirlerini gözlerler. Ama birbirlerini gözlediklerini sezdirmezler yine de. Durmadan yıkılır kent, durmadan yığılır birey… Kafka’nın öykülerinde de görülmez mi bu derin kopuş? “Bir saattir sizi bekliyorum, nerdesiniz?” “Kimseyi görmem sokağa çıkmam…” (86, 87) Aah, İstanbul; “gözünden uykular akıyor…” (46) NAR YAZARDAN NAR KENTE ARMAĞAN... Aah, İstanbul; “koşuyorum, yolu ben kendim bulurum…” (52) İstanbul’a karşı, böyle mi söyledi Sevim Burak bilmiyorum, bildiğim öykücülüğümüzün en has, en özel, en gizli odalarından birinde duruyor olduğu onun hâlâ, öykünün nar odasında. Yazarlarımız, öykümüzün onunla aldığı yolu hak etmeli önce, ona öykünmek, karşı durmak, onu körü körüne izlemek yerine… Sevim Burak, öykücülüğümüzdeki izlek (konu değil) genişliğinin uçlarını biraz daha dışa taşımış bir öykücü olarak, bu tutumuyla en azından öykü yazarlarımız için öncülük üstlenmiş biri. Sevim Burak, Afrika Dansı’nda (YKY, 2006) diyelim kenti geri çekip yerine bireyi kuşatan evreni koymuştur, bu çerçevede birey için gerçeklik, kendisi ile dışındaki oluşun, akışın, gidip gelmenin dengesinde bulacaktır karşılığını. Nitekim bireyin ne denli iç dünyasına çekildiği, iç duvarlarına vuran dalgalarla kendisini durma nasıl dövüp örselediği çok açık olarak görülebiliyor. Bütün bunlara karşı dış dünyanın, evrenin ezici, baskıcı dayatmasını çıkarıyor karşımıza yazar. Yine de kent, İstanbul ya da dış dünya tektir; bizse onun minicik bir oyuncağı… Onun ruhunu yansıtırız, ama bu ruh, bir türlü kendisi olamamış ruhtur aslında… Öte yandan “Yanık Saraylar” örneğinde oluğu gibi öyküye kimileyin öylesine eleştirel yoğunluk yüklüyor ki, öykü bunun altında yıkılmıyor belki, ama bel verip bombelenebiliyor; simetrikasimetrik yapısını yitirdiği oluyor öykünün. Hiç kuşku yok İstanbul’un dolu dolu “nar”lığından kaynaklanıyor bu, Sevim Burak da tutamıyor bir türlü kendini. Bu çerçevede kimi öyküleri, “fazla yük”üyle “istiab haddini doldurmuş”, bunu aşmış görüntü sergiliyor. Hatta öykünün, zaman zaman bu yükün altında kalmış göründüğü bile söylenebilir. Bunca sert, dolaysız eleştirinin öyküde yer alması ne ölçüde doğru? Nitekim Sevim Burak’ın, öykü gerecini oyunlarında yeniden yoğuruşu, bir açıdan ondaki söylem isteğini, anlatma iştahını ele veriyor bence. Bu çerçevede öykülerinde yaşanan zenginlik, nara özgü gizem, büyü oyunlarda söylemle zedeleniyor. Ne var ki o bir öykücü, ondaki öykü ruhu, öylesine soyunmuşluk, öylesine içkinlik yansıtıyor ki, öykünün bunca saf, duru kalışına şaşarak bakıyorsunuz neredeyse. Gerçekten de o İstanbul’un en çıplak, en giyinik öykücüsü! O, nar İstanbul’un nar yazarı! Bütün serilmişliği, bütün gizemiyle… Hadi öyleyse, açın kapıyı, onunla buluşma zamanı, kente karşı yalın kılıç savaşan bir kent soylusuyla. Ama karanlık ürkütmesin sizi. Gözleriniz alıştığında öykünün gizli hazinesiyle karşılaşacaksınız, kuşkunuz olmasın. Gözleriniz kamaşacak o nar tanelerinin ışıltısı karşısında… “Saati yaklaşıyor saati gelmiş ortalıkta yok Kendi kendini çağırıyor Sevim Sevim Sevim…” (88) Alın bu narı, bereketini paylaşın!? SAYFA 29 leyen, çapraz yabancılaştırmalar eşliğinde buna bireyin kent yalnızlığını da perçinleyen bir yazar o. Bu çerçevede Sevim Burak’ın öykülerinde İstanbul, bir büyük göz, gizli gözleyici, daha doğrusu “büyük birader” olarak algılanabilir kolayca. Bir gizli güce sahiptir kent, hepimiz bu gücün etkisinde kalarak deviniyor gibiyizdir. Bu durum, panistanbulist bir tutum çıkarır ortaya. Öykülerin tümünden sızan uzam, zaman kadar öykü kahramanları, onların ilişkilenişleri, öykü gereçleri, bunların öyküye yerleştirimi, bütün bunların öykü evreninde herhangi gizli dile gerek kalmaksızın yayılışı, bir nar bağlamında bu bütüncül İstanbul’u ele veren göstergeler, ipuçları. Diyeceğim, onun öykülerinde kent, her yeri, her anı, her özneyi, nesneyi damgalamıştır. Daha açığı, kent bunların tümüne girmiştir ya da bunlardadır. Kuşkusuz bütün bu saydıklarımız da, İstanbul’da karşımıza çıkan her ne varsa bu da İstanbul’un parçası konumundadır. Yani İstanbul, İstanbul’un her yerindedir; bütüncül evren, tanrı anlayışında görüldüğünce… Bu nedenle onun öykülerinde “bir” “çok”a, “çok” da “bir”e denktir. İstanbul her yerde, herkeste, her şeydedir; her yer, herkes, her şey de İstanbul’un ta kendisidir zaten. Bunun için Sevim Burak’ın öyküleri tek bir öykünün pek çok değişkesi bağlamında okunabilir. Kişiler, bunların ilişkilendiği nesneler, doğrudan ya da birer değişke bağlamında pek çok öyküsünde karşımıza gelebilir onun. Yine de bu öykü dünyası içinde kentle bireyin karşılıklı yarılma bağlamında yer CUMHURİYET KİTAP SAYI