Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Belma Akçura’nın, “Derin Devlet Oldu Devlet” adıyla yayımlanan kitabı, kendi ifadesiyle, yaşadığımız pek çok dehşet verici gelişmeyi doğru yorumlayabilmemizi sağlayan bir “arşiv taraması” aslında. Akçura “Susurluk ve benzeri olayların açığa çıkartılmasını değil, nasıl örtbas etmek üzere kurulmuş bir mekanizmayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor” bize. Erdoğan AYDIN Kritik P rovokasyon, cinayet, darbe ve psikolojik harp gibi uygulamalarıyla kendini gösterip Susurluk sonrası popülerleşen “Derin Devlet”e dair pek çok ciddi çalışma yayımlandı bugüne kadar. Söz konusu bu yayınların bir tekinin bile, demokratik bir ülkede çok ciddi soruşturmalara, dahası hukuki cezalandırma ve tasfiyelere neden olacağı açık. Oysa bizde söz konusu onlarca yayın yanı sıra pek çok suçüstü bulgu bile, vakai adiyeden sorunlar olarak geçiştirilebiliyor. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde, “devletin çıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü yasadışı güç” olarak tescillenen “derin devlet”, bırakalım cezalandırılıp tasfiye edilmeyi, sorgulanamıyor bile. “Devletin başı sıkıştığı zamanlar vardır, devletin başı sıkıştığında birileri Derin devletin devletleşme hikâyesi çıkar, o problemi halleder, devlet de bunları derinden öper” (M. Ağar) diye espriye de vurulabilen durumun, gerçekte süreğen bir “sıkışıklık” ve süreğen bir “öpme” ilişkisi olarak kurumsallaştığı da özellikle anımsanmalı. 12 Eylül Anayasası, onun mahut 15. maddesi ve tabii “Kırmızı Anayasa” da, bu hep olağanüstülük üzerine yapılmış kurgunun doğal sonucu. Bunun bize yansıması ise demokrasinin ilanihaye imkânsızlaşması oluyor. Belma Akçura’nın, “Derin Devlet Oldu Devlet” adıyla yayımlanan kitabı, kendi ifadesiyle, yaşadığımız pek çok dehşet verici gelişmeyi doğru yorumlayabilmemizi sağlayan bir “arşiv taraması” aslında. Bu arşiv taramasının bize en iyi gösterdiği şey ise, toplumu sarsmış her eylem veya deşifre olmuş her ilişki sonrasında kurulan araştırma komisyonları ve yargılamaların, gerçekte onları unutturma, sürüncemeye sokma işlevi yüklendiğidir. Özetle Akçura, “Susurluk ve benzeri olayların açığa çıkartılmasını değil, nasıl örtbas etmek üzere kurulmuş bir mekanizmayla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor” bize. HİKÂYE AYNI HİKÂYE Türkiye’deki derin ilişkileri, nasıl sonuçlar ürettiği ve üzerlerinin nasıl örtüldüğünü anlattığı kitabını bitirirken; “Hepsini mi yazdım? Hayır... Ama siz şunu yapabilirsiniz: Kahramanmaraş katliamını okuduktan sonra bunu Çorum yapın! Hikâye aynı hikâye; sonuç aynı sonuç; isimler bile aynı, tek fark tarih... Ya da Susurluk Davası’nı okuyun, üzerini çizin, Şemdinli Davası yapın. İşte aynı istikamete doğru giden bir dava daha deme ihtimaliniz var çünkü... Diyelim ki Haluk Kırcı...” diye sürdürerek, “Türkiye’de derin devlet işleri bitmez” demeye getiriyor. Kendisinin de belirttiği gibi yazdıklarının “bir derinliği yok” aslında, ama anlamak ve ülkesinin sorunlarına müdahil olmak isteyenlere, yani tebaalığı aşıp yurttaş olanlara, “derin” ilişkilerin çok özlü bir fotoğrafını sunuyor Akçura. Sonradan Evren’in de itiraf edeceği gibi, bu topraklarda kardeş katlinin engellenmesi için güvenlik önlemleri almak yerine, “olağanüstü rejimlerin koşulları olgunlaşsın” diye kardeş katliamlarına yol verilmesinin fotoğrafını yani... Örneğin Ecevit’in, “1978 başında hükümeti kurduğum andan itibaren sıkıyönetim ilanına zorlandım. Ama ben bunun doğurabileceği sonuçlardan kaygı duyduğum için kabul etmedim. Onun üzerine, ‘78 sonlarında bu çok acı Kahramanmaraş olayları meydana getirildi” sözünü tamamlamak üzere, 111 ölü, 1000’in üzerinde yaralı, 552 ev, 289 dükkân, 8 araç yakılması olarak resmi kayıtlara geçen korkunç bir vahşetin, faşist milislere nasıl uygulatılıp güvenlik güçlerine nasıl seyrettirildiğinin hikâyesini anlatıyor. Sonradan Sivas’ta da yineleneceği gibi... DERİN BİR ANAHTAR: LOCKHEED Öldürülmesinin iki yıl öncesinden itibaren soruşturmaların örtülmesiyle sonuçlanan bu derin ilişkileri araştıran Uğur Mumcu’nun, ısrarla sorup hep yanıtsız kalan sorularını anımsatıyor, unutmuş veya hiç bilememiş olanlara. Bu kapsamda Mumcu’nun, “Lockheed şirketinin rüşvet dağıttığı yetkililer bütün dünyada tek tek ortaya çıkarıldı. Bir tek Türkiye’de aydınlatılamadı. ... Bu dosya da kapanmıştır. O zaman soruyoruz: Neden? Bu gibi somut olaylara yanıt bulamadan Türkiye’de hiçbir olay aydınlanamaz” ifadesiyle yüzleştiriyor. Akçura’nın “arşiv taraması” bizi Türkiye’nin derin realiteleriyle yüzleştirmesi anlamında da önemli: Mafyatik ilişkilerin, dolayısıyla kara paranın oldukça ciddi bir sermaye gücü olarak karşımıza çıkabilmesi, “vatanseverlik” gibi temel bir değerin vatanı ve hukuku kirleten ilişkilere perde olarak istismarı, adı sola çıkmış veya hayatının bir döneminde hasbelkader sola bulaşmış bazı avukatların mafya avukatlığı yapabilmesi, vb., vb... DERİNİN MASKESİ OLARAK ‘DEMOKRASİ’ Bu kapsamda demokrasinin, ne yazık ki salt bir mizansen olarak varlık sürdürdüğü soğuk gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Seçilmişlerin sadece taraftarlarına kaynak aktarımıyla sınırlı bir alanda hükmedebildiği, seçenlerin ise diniırkçı koşullandırmalar ve yasaklarla gerçek bir demokrasi dinamiği olmasına izin verilmeyen bir ‘demokrasi’ bizimkisi. Bunun sonucudur ki, en az kendilerini sınırlayan gerçek muktedirler kadar demokrasi bilincinden uzak, hatta kimi zaman daha da uzak bir siyaset sınıfıyla karşı karşıya kalıyoruz. Tabii bu durumun bir dizi “yol kazası” üretmesi de kaçınılmaz. Nasıl ki devletin âli çıkarları için kullanılan karanlık güçler gün gelip de denetim dışına çıkarak kendilerini kullanan resmi güçleri kullanır hale gelebiliyorsa, aynı şekilde rejimin toplum karşısında tahkimatı için beslenen, yol verilen anti demokratik siyasal akımların da denetim dışına çıkması örnekleriyle karşılaşabiliyoruz. Nitekim derin devletin kendi çiftini yarattığı ve bu çiftin de kendisine “kontr çektiği”, geleneksel “derin” yöntemleri kullanarak operasyon ve dosya servisine gittiği bir Türkiye’de yaşıyoruz artık. Çalışmasının özeti olarak Akçura, okuyucuya; “Derin devlet yöntemleriyle başarıya ulaşmış bir Türkiye mi istiyoruz? Yoksa başarısız olsa da namuslu bir hukuk toplumunun üyesi olmayı mı tercih ediyoruz?” diye nahif bir soru soruyor. Nahif diyorum, çünkü çalışmasının önemine karşın bu soru bizi bir başka yanlış ikileme itiyor. Oysa her türden derin ve anti demokratik ilişki ve güç odağına karşı, hem hukuk devleti hem de başarılı bir Türkiye seçeneği mümkün. Dahası Soğuk Savaş sonrası dünyasında başarılı bir Türkiye seçeneği yalnız ve yalnız derin güç ve manipülasyonların aşıldığı bir hukuk devletinin tesisiyle mümkün olabilecektir. Buna karşın derin ilişkilerin egemenliğini sürdürmesi halinde, başarılı bir Türkiye seçeneği ilanihaye imkânsızlaşacaktır. Dahası toplumu tektipleştiren, hak ve özgürlük taleplerinin altında dış güçlerin oyununu görüp bastıran bir anlayışın günümüz dünyasında dış güçlerin bölge ve ekonomik çıkarlarının oyuncağı olması da kaçınılmaz. ? KİTAP SAYI 852 SAYFA 28 CUMHURİYET