Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? sunda çok iyi örnekler sunmuşlardır. Bu kadar çok gezen varken bu kadar az yazılması üzücüdür. Benim bu açığı kapatma gibi bir kaygım olmamıştır. Ben sadece bir masal anlatıcısı gibi, gördüğüm güzellikleri anlatma gereksinimimi giderme içgüdüsüyle gezilerimi kitaplaştırdığımı sanıyorum. ANI TÜRÜ YAZILAR... Örneğin Nedim Gürsel’in yeni yayımlanan ‘Çıplak Berlin’inde gezi notları biraz cinsellik kokar. Sizde durum farklıdır oysa, kültürel yapı önplandadır. Gezi türünü de kendi içinde bölümlere/türlere ayırmalı mıyız o zaman? Aslında benim gezilerimde kültürü ön plana çıkarmak gibi bir kaygım yok. Ben yazılarımda ansiklopedilerde, bilgisayarlardaki bilgi depolarında bulunacak bilgileri vermek istemiyorum. Meraklısı o kentin nüfusunu, iklimini, sanayisini, geçmişini bir tuşa basarak hemen bulabilir. Yukarıda da belirttiğim gibi zaten tüm bunları anlatacak yerim de yok. Ben oradayken gördüklerimi, duyduklarımı, kokladıklarımı, tattıklarımı, duygularımı aktarıyorum. Bunlar tamamen bana ait olan duygular. Bir kuşun sesi, akşam güneşindeki kızıllık, bulutların kümelenmesi, deli deli esen rüzgâr, her şey bu duygularımı değiştirebilir. Oraya ikinci gidişimde önceki yazdıklarımı yadsıyacak duygularla da dönebilirim. Onun için ben kaç kere gidersem gideyim, ilk kez orada oluyormuşçasına heyecanlanıyorum. Gezi yazılarını türlere ayırmak mümkündür. Kimi yazılar sadece bilgi içeriklidir. Bunlar tüm duygulardan arınmış rehber yazılardır. Bu türlere de gereksinim vardır. Bu rehber yazılar gezginlerin işini kolaylaştırır. Bir de benim yaptığım gibi anı türü gezi yazılar vardır. Bunlarda pek fazla bilgi yoktur. Bunlar daha çok duygusal yolculuklar ve subjektif rehberlikler içerir. Nasıl bir çalışma yapıyorsunuz gezi öncesi, ön hazırlıklarınızdan bahseder misiniz biraz? Gezme işi ciddiyete bindiğinden beri kaynak kitaplar biriktirmeye başladım. Bunların arasında rehber kitaplar, yerli yabancı gezginlerin anıları, Evliya Çelebi, İbni Batuta, Piri Reis gibi eski gezginlerin külliyatları, antik çağ coğrafyacısı Strabon gibi bilim adamlarının notları ve diğer kitaplar var. Bir yere gitmeden önce tüm bu kitaplardan ve bilgisayardan sıkı bir okuma yaparım, ilginç konuların notlarını alırım. Yani hiç bilmediğim yere bilgi dolu giderim. Sonra tüm bu bilgileri gördüklerim ve tattıklarımla harmanlarım. Eskiyle yeniyi kıyaslarım. Geçmişten bugüne değişenleri gözlerim. Yapılaşmanın, davranışların uğradığı değişiklikleri yakalamaya çalışırım. Bir de bir zamanlar sofraların baş köşesini işgal eden yemeklerin peşine düşüp, onları bulup çıkarmaya çalışırım. Yani gezi öncesinde masa başında zahmetli bir uğraşa girişirim. Bir de ‘kırmızı raptiye’ler sizinle ünlendi sanıyorum! Anlatır mısınız? Duvarımda hem büyük bir Türkiye hem de dünya haritası var. Gerek CUMHURİYET KİTAP SAYI yurt içinde, gerekse yurt dışında gezdiğim yerlerin üstüne bir kırmızı raptiye saplamak alışkanlık haline geldi. Türkiye’de raptiye saplayacak yer kalmadı. Harita adeta bir gelincik tarlasına döndü. Dünyada ise hâlâ kırmızı raptiye saplanmamış birçok yer var. Bu da beni hırslandırıyor, korkutuyor. Her yere raptiye saplamaya vaktim yetmeyecek diye telaşlanıyorum. Haritalar raptiyelerle kaplandığı zaman sanırım ben de artık köşeme çekileceğim. Ön hazırlıktan bahsederken, Uzakname’ye ilişkin olanla, Yakınname arasında bir fark muhakkak ki vardır… Aslında farklılık denemez. Sadece kaynak kitaplarda farklılık vardı diyebilirim. Bir de Uzakname gezilerimde daha detaylı kaynaklara ulaşabildim. Ama her iki kitap için aynı çabayı harcadığımı söyleyebilirim. Kampçı bir ruh var sizde ayrıca, salt öyle turistik bir gezi amacı gütmüyor, içe nüfuz ediyorsunuz, yöre ile bütünlük kurma çabası içersindesiniz, yanılıyor muyum? Benim gezilerim hiçbir zaman turistik bir amaç içermedi. Ben yola çıkarken gezeyim, göreyim, eğleneyim ana fikriyle hareket etmedim. Gezilerimde hep bir keşif kaygısı oldu. Bu çok gidilen, çok bilinen kentlerde de hiç bilinmeyen kanyonlarda, dağlarda, nehirlerde de böyle oldu. Hep "neyi keşfederim" sorusunu sordum. Her köşede bu sorunun yanıtını aradım. Yöre insanı, yörenin kendisiyle bütünleşmeden gizlerin ortaya dökülmeyeceğini, perdenin aralanmayacağını, bilinenle yetinmek zorunda kalacağımı bildiğim için onların ve oraların içine nüfuz etmeye çalıştım. Belki de gezgin olmamdaki, yollara düşmekten bıkmamamdaki asıl neden bu bilinmezliği bilme kaygımdır. GEÇMİŞ BUGÜNÜ ÖĞRETİR Dağı’nı, Malatya’yı, Konya’yı, Kapadokya’yı içine alan büyük turdu. 9 gün sürekli yollarda geçen bu gezide doyumsuz güzellikler gördüm. Kitabın ikinci ve son bölümünde, İstanbul’a göz atıyorsunuz. Adalar’dan yola alıp, Cağaloğlu’nda mola verdikten sonra, Fener’de noktalıyorsunuz yolculuğu… Aslında dünyada en çok sevdiğim kent İstanbul. Dönüp, dolaşıp hep sonunda onunla kucaklaşıyorum. Aslında bu muhteşem kenti çok ihmal ettiğimi, az anlattığımı biliyorum. İnsan yakınında her gün gördüğü güzeli kanıksar ya işte öyle bir şey. Kalkıp dünyanın en uzak köşelerindeki kentlere gidiyorum, oraları anlatıyorum da İstanbul’u hep erteliyorum. Oysa bu kentte anlatılacak o kadar çok öykü var ki. Bundan sonra İstanbul’a biraz daha ilgi göstermek, onu yazmak niyetindeyim. BİR HAYALPROJE Dikkat ediyorum, gezdiğiniz yerlerin tarihsel yapısını mutlaka ama mutlaka okura belirtme gayesi içersindesiniz… Geçmiş bugünü öğretir. Sadece bugünle yetinirseniz gördükleriniz çok yüzeysel olabilir. Son kitabımdaki "Fener" semtiyle ilgili bir yazımdan örnek verebilirim. Haliç’e yüzünü dönmüş bu semte tepeden bir yerden baktığınızda yıkık dökük binalar, balkonlar arasına gerilmiş iplerde uçuşan yıpranmış çamaşırlar görüp, sıradan, yoksul bir semt deyip geçersiniz. Halbuki bu semtin geçmişine uzandığınızda, bir zamanlar bu evlerde oturan insanların Osmanlı’nın dış ilişkilerine yön verdiğini, devlete borç veren zengin tüccarların burada oturduğunu, en kültürlü kadınların bu balkonlardan Haliç’i seyrettiğini görürsünüz. O zaman yoksul Fener’e bakışınız değişir, semt sokaklarından kulağınıza gelen sesler başkalaşır. Onun için yazılarımda bugünün dününün nasıl olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Yakınname’nin içersinden herhangi bir ayrım yapar mısınız, ‘en keyif aldığım gezi şuraya idi’ diye? Diğer yazılarım kusura bakmasın ama en sevdiğim gezi, tüm Karadeniz’i, Doğu’yu Van Gölü’nü, Nemrut 852 Peki bundan sonraki güzergâh neresi olacak? Hangi güzergahın peşinde koşacağımı bilmiyorum ama yollarda olacağımdan hiç şüphem yok. Birkaç projem var. Daha sonraki yıllarda, mutlaka sponsorla gerçekleşecek bir hayalproje. Yanıma bir kameraman alıp her yıl dünyanın en uzak bir köşesinde birkaç ay (belki de 6 ay) geçirmek istiyorum. Bu geziden dönünce yılın geri kalan bölümünde bu gezinin kitabını yazmak, belgeselini yapmak, gazeteye dizi yazısını hazırlamak istiyorum. Zor, hoş ve hayal bir proje olduğunu biliyorum. Bir de rehberroman projem var... Bu romanda her şey gerçek, kahraman ve başından geçenler kurgu olacak. Yani bir kenti bu romanı okuyarak gezebileceksiniz. Bilerek sona bırakayım istedim, bize gurme kimliğinizle, kısa bir öneride bulunun istiyorum; Nedim Gürsel yerinde bir tespit yapıyor, "Onun üşenmeden seyir defterine not edip peş peşe sıraladığı yemek adları için bile bu kitabı okumaya değer diye düşünüyorum." Şu tespitinizi ben aktarayım, diğerlerini sizden alalım: "İstanbul’un tüm balıkçılarında gönül rahatlığıyla balık yiyebilirsiniz. Tüm balıklar taze ve lezzetlidir." Buyurunuz, söz sizin… Bana gurme demek sanırım biraz yanlış oluyor. Aslında rahmetli Tuğrul Şavkay’dan sonra gerçek anlamda gurme yok. Gurmelik zor iş. Yurtdışında bu lakabı taşıyabilmeniz için ciddi eğitimlerden geçmeniz, deneyim sahibi olmanız, malzemeleri, birbirleriyle uyumunu, işletmeciliği, yemek kültürlerini, yemek tarihini falan iyi bilmeniz gerekir. Bizlere "damağına düşkün insanlar" yakıştırması daha uygun oluyor. Bu açıklamadan sonra ben kültürleri kavramanın en doğru yolunun yemeklerin çözümlenmesinden geçtiğine inanıyorum. Örneğin Çatalhöyük’teki birtakım bilinmezlikler, bir yemek çanağındaki kalıntıların çözümlenmesinden sonra ortaya çıkartılabilmiştir. Dünyanın en zengin mutfaklarından biri olan Türk mutfağındaki birçok lezzetin giderek yok olması yüzünden gezilerimde yemeklerin de peşine düşüyorum. Onların reçetelerini bulmaya çalışıyorum, yerel yöneticileri bu tür çalışmalara teşvik ediyorum. Bu çok uzun bir konu. Yazılarımın bir çoğunda okurlara doğru yemek yenecek adresleri, nerede ne yenmesi gerektiğini öneriyorum. Bundan sonraki çalışmam da bunun üstüne kurulu olacak sanırım. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr Yakınname/ Mehmet Yaşin/ Doğan Kitap/ 331 s. “Benim gezilerim hiçbir zaman turistik bir amaç içermedi. Ben yola çıkarken gezeyim, göreyim, eğleneyim ana fikriyle hareket etmedim. Gezilerimde hep bir keşif kaygısı oldu. Bu çok gidilen, çok bilinen kentlerde de hiç bilinmeyen kanyonlarda, dağlarda, nehirlerde de böyle oldu. Hep ‘neyi keşfederim’ sorusunu sordum.” SAYFA 27