05 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Doğan Özlem ve Güçlü Ateşoğlu'ndan 'Selahattin Hilav'a Saygı' Bir bilgenin bahçesinde bir mevsim Kitapta yer alan pek çok yazının S. Hilâv’ın ölümünün ardından yazılmış olması, elbette içinde kuramdan öte, dönülmeze iz bırakarak gidenlerin ardından duyulan, yaşanan, hissedilen her duyguyu, aşağıdaki gibi bir yazıda yer alabilecek arketipleri de içinde barındırıyor. ? Meliha AKAY aharla yaz arasında sıkışıp kalmış günlerde, sağanakların ve çiçek kokularının ritüele dönüştürdüğü bir akşamda edindim bu kitabı. Agora Kitaplığı’ndan çıkan Selahattin Hilâv’a Saygı, pek çok değerin yitirildiğini sayıklayıp durduğumuz günlerde güzel bir vefa örneği olarak okurların elinde. Her zamanki alışkanlığımla baştan sona evirip çevirip baktığımda; adına yaraşır bir düzenleme olduğunu, saygı duruşu anlarını yaşatan uzun sayılmayacak bölümlerden oluştuğunu gördüğümde, bir bilgenin bahçesinde onun anısına düzenlenmiş bir törene katılacağımı düşündüm. Ama gündelik yaşamın hengâmesinde bu mümkün olmayacaktı. İstesem de o ritüelin içinde yer alamayacaktım. Girişte yer alan söyleşi (daha önceden yayımlanmış olsa bile) bu kitaba değin, S.Hilâv ile hiç tanışmamış olanları tanıştırmak, tanıyanlara bir kez daha farklı pencerelerden bakarak anımsatmak adına yerli yerinde bir seçim. Eğer bu keyifli sohbet ile değil de, uzun ve kuramsal bir yazı ile girilmiş olsa idi sanırım Hilâv’ın felsefeyi akademik ortamdan alıp toplum yaşamına taşımayı görev edinmiş duruşuna aykırı ve ters bir seçim olurdu. Kurulu düzenden tiksinen, resmiyeti, hiyerarşiyi, kuralları mizacı gereği taşıyamayan Hilâv, yaşadığı süreçte kenarda durup üreterek var olmayı ve aslında reddetse de onu okuyup dinleyenleri uzaktan aydınlatmayı yeğlemişti. Bu çabasını şimdi de iki yazarın sözünü ettiğim kitapla sürdürdüğünü eminim ki görüyor, biliyordur… Kavramların içini boşalma gayretindeki siyasetçilerin, söylemiyle eylemi birbirini tutmayan politikacıların tozu dumana kattığı, rejimin ilkelerini didik didik ettiği bu günlerde, toplumun büyük bir bölümünde dikkatlerimizi o yöne çekmede nasıl amaçlarına ulaştıklarını gördüğümde Hilâv’ın her dem sözünü ettiği SAYFA 24 B ‘birikim yoksunluğu’ saptamasına gelip tosluyorum. Hilâv, dilimizin değişim sancılarını tanımlarken, edebiyattaki, felsefedeki, İslamın geleneğindeki eksikliği ezelden beri yaşadığımız ve bir türlü aşamadığımız soruna; akılcı gelenek ve düşünce birikimine sahip olamayışımıza dayandırıyordu. En çok ilgimi çeken bölümlerden biri de Doğan Göçmen’in yazısıydı. Uzun yıllardan sonra bir tanıdıktan öte bir sırdaşa rastlamak gibi bir duygu uyandırdı bende. İlkin, bir süre önce okuduğu 100 Soruda Felsefe kitabını ve o dönemi, burukluk duygusuyla hatırlıyor: "Ayrıca, eğitimi alt seviyeden bir işçi ailesinden gelen birisi olarak, toplumsal etkinliklerimizde ilerici veya gerici, sağcı veya solcu aydınların size yukarıdan bakan alaycı bakışlarıyla karşılaşınca, elinize geçirdiğiniz her şeyi okumaya çalışırsınız. Okurken yönteme ve edindiğiniz bilginin niteliğine pek dikkat etmezsiniz. Her şeyi okuyup bilgi depolamak ve alaycı, aşağılayıcı orta burjuva aydın bakışlarına karşı direnme gücü elde etmek ve bu dünyada ben de varım cesaretine ulaşmaktır." Sonra da ekliyor: "Hilâv’ın kitabını bu koşullarda ve bu ruh haliyle okumaya çalışmıştım…" EMEK KAVRAMI Göçmen, emek kavramı üzerine yeniden düşünmek gerekiyor diyor demesine ama ben daha öteye gidemiyorum. İş yaşamını, emeği, emeğe sahip çıkmayı, işyerlerinde yaptıklarımı, yapamadıklarımı bir kez daha durup düşünüyorum. Çalıştığım her yerde; birlikte çalıştığım personele, hangi yaştan, hangi kesimden olursa olsun bulduğum her fırsatta onların ilgi alanlarına göre yazılar, kitaplar önermek, okuduklarımı aktarmak, bilinçli ve donanımlı olmalarına katkıda bulunmak, yöneticilikten öte insani sorumluluğumdu. Yaptığım her toplantıda tartışma ortamı yaratarak kendilerini ifade etme ve savunma olanağı tanıdığım, düşüncelerini sese, söze dönüştürmelerini sağladığım için kazandım ne kazandıysam. Kazanımlarım kadar yitim lerimi de bu yanıma borçluyum. Sadece ve sadece düşünmeyi öğrenen, yanlış ya da doğru düşünce üretebilen insanın emeğini ve hakkını koruyabileceğini yaşayarak öğrendim. Hiç kimseye değil, önce kendimize, ekmek paramıza hizmet ediyoruz" diyerek yaptığımız iş ne olursa olsun karşımızdakini hayrete düşüren özgüvenle yapmalarını sağladığımı sanıyorum. "Demokrasiyi hep bir amaç olarak gösterdiler, gelin biz kendimizden yola çıkalım, başarabildiğimiz oranda demokratik olmayı deneyelim, düşündüğümüz / düşlediğimiz adalet duygusunu da önce kendi içimize yerleştirelim, sonra başkalarından bekleyelim. Ki, bulamadığımız yerde ‘neden’ diye sormaya hakkımız olsun" dediğimde, patronların alışık olmadığı bu uygulama karşısında önce bocaladığını görüyordum. Sonra da, "Onları sen şımartıyorsun!" uyarılarını göğüslemek galiba epeyce cesaret gerektiriyordu. Ve bunun doğru, onun da ötesinde adaleti barındıran bir uygulama olduğunu anlatmak için de epeyce dil döküyordum. İkinci sınıf vatandaş gibi davrandığın çalışandan birinci sınıf üretim ya da kaliteli hizmet beklenilemez, diyerek köprüler kurmak da değişmez görevim oluyordu. YENİ DÜŞÜNCELER, METOTLAR Emek kavramını yeniden gözden geçirmek gerekir, diyen Doğan Göçmen’in açıklamalarının ardından, bilinçlenen her yeni nesil inanıyorum ki bir önceki kuşağın eksiğini, düşünemediğini düşünerek yeni bir toplumsal yapı için yeni düşünceler, yepyeni metotlar üretecek ve uygulayacak, diye eklemek istiyorum. Doğan Göçmen’in yazısının düşündürdükleri ve anımsattıklarının yanı sıra S. Hilâv’ın Felsefe Yazılar adlı kitabındaki Asaf Nef’i’ye ait bir bölümü aktarmadan geçemeyeceğim."İnsan haklarının ve özgürlüğünün doğal ve kaçınılmaz sonucu, toplumsal adalet kavramı ve uygulamasıdır. Hükümetin ya da yöneticilerin, siyasal sorunu çözmeleri yetmez, toplumsal görevi, yani insanların toplumsal adalet ve güvenlik içinde yaşamalarını da sağlamaları gerekir." Adalet kavramının siyasetçilerden ve yöneticilerden önce toplumun çekirdeği dediğimiz aile içinde, insanın var olduğu her yerde kavranması ve uygulanması gerektiği inancındayım. Kendi içimizde yerleştirip özümseyemediğimiz, çevremizdekilere gösteremediği miz ‘adalet’i başkalarından beklemenin bencillik ve hazırcılık olduğunu, bunu başaramadığımız için de yanılgıdan bir türlü kurtulamadığımızı düşünüyorum. KAVRAMLARI SORGULAMAK... Gerek toplumsal ve siyasal yaşamda, gerekse kültürel yaşamda kavramları doğru tanımlaması ve sorgulamadan bilmenin olanaksızlığını her fırsatta dile getirmesi nedeniyle S. Hilâv’ı bu süreci başlatan kişi olarak gösteren Turhan Ilgaz, işte bu yüzden demeden önce öyle bir örnek gösteriyor ki, hem belleğe kazınmasını sağlıyor hem de şapka çıkarılması gerektiğini duyumsatıyor. “Söylenceler felsefenin ve bilimin başlatıcısı kabul edilen Miletoslu Thales’in geometriyi Mısır’da öğrenip İonya’ya ve Yunan alemine getirdiğini anlatırlar. Nitekim Yunan uygarlığının henüz yüz elli, iki yüz yıllık bir geçmişe atıfta bulunabildiği o dönemde, Mısır uygarlığının arkasında birkaç bin yıl yatıyordu. Bu uygarlık, insanı bugün bile hayretlere düşüren bir tekniğin sahibiydi. Dağları devasa heykeller halinde yontabiliyor, tanrı – kralları için yapay dağlar olan piramitler inşa edebiliyor, Nil’in yıllık taşkınlarını saniyesi saniyesine ve milimi milimine hesaplayıp taşıdığı alüvyonlarla çölün ortasında bereketli tarım arazileri oluşturabiliyordu. Dahası bütün bu teknik birikimini bir sonraki kuşaklara aktaracak bir yazıya da kaç bin yıldan beri sahipti. Gelgelelim bunca olağanüstü edimlerini onca bin yıldır hiç değiştirmeden, değiştiremeden yineliyordu. Miletoslu Thales Mısır’dan öğrendiklerini başka türlü düşünmeyi akıl ettiği için felsefenin ve bilimin başlatıcısı olmuştur." İlkel kabilelerden batıl inançlara, çoktanrılı dinlerden tektanrılı dinlere, Doğu öğretilerinden Batı felsefelerine gelene değin düşünce ve düşünme biçimi yönünden kat edilen yola bakarak, insanın bundan sonrasında da düşünme biçimlerini geliştirmede en azından yerinde saymayacağına inanmak bir okur olarak umudumu da çoğaltıyor. Bu kitabın son sayfasını da çevirdikten sonra kendime yinelediğim bir soru var, ancak buna geçmeden önce Yusuf Çotuksöken’e ait yazının son satırlarında bir yerde yer alan soruya verdiği yanıta yer vermeliyim: “S. Hilâv felsefe, sanat, edebiyat, müzik vd. konularda hayli birikimli olmasına karşın çok yazmamış, ancak yazdıklarıyla hep dikkatleri üzerine çekmiş, tartışma yaratmıştır." Çok yazmamış bir kültür tarihçisinin ardından bunca yazı yazılmasının ve hâlâ yazılıyor olmasının bir nedeni olmalı mutlaka!? ? Selahattin Hilav’a Saygı/ Doğan Özlem Güçlü Ateşoğlu/ Agora/257 s. KİTAP SAYI 852 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle