Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cumhuriyet Tarım Gıda Hayvancılık 48 / 12 Ağustos 2008 esare Pavese 100 yaşında. Yaşamını da, sanatını da kendime çok yakın bulurum. Hele de şiirlerini, güncesini… “Senin Köylerin”se çok farklı bir yapıttır. Kırsal yaşamı konu eder ama alışıldık yapıda değildir. Getirdiği yeni dille olacak, İtalyan yeni gerçekçilik akımını başlatanlardan sayılır. Bana en çarpıcı gelen yanı “Senin Köylerin”in, anlatılan korkunç, anlatılan acı olaya karşın öfkeyi, huzursuzluğu, tepkiyi okura bırakmasıdır. İçe dönük, özlemle dolu, beklentilerine hemen hiç ulaşamamış, yalnız bir kişi olan Pavese, “benim köylerim”i düşünmeye yöneltti beni. Ona bir nazire olmayacak, çünkü söylediğim gibi “Senin Köylerin” nazire yapılabilecek bir metin değil. Yalnızca yapıtın adıdır çağrışım yaratan… Eteklerinde büyük bir akarsuyun dolaştığı, sazlıklar arasında kırk gözenin kaynayıp karıştığı koca dağın hemen karşısındadır ilk yıllarımın, çocukluğumun bir tepe üzerine kurulu köyü. Bu akarsu Karasu’dur ama köylüler Fırat bilir. Yalnızlıktan oluşan okul aylarımın ardından gelen çokluk, coşkulu kalabalık, iş içinde insanlar, imece, ekinler, ağaçlar, meyveler… demekti köyüm. Yaz oldu muydu ekinlerin yanı sıra bütün bacalar, bir bir yarılıp güneşe serilen kayısılardan turuncuya boyanırdı. Şimdi anılara terk edilmiş iki kerpiç eve bölünürdü günlerim. Biri tepenin yüksekçe yerinde, iki katlı sayılabilecek yüzünü dağın güzelliğine dönmüş, taraçalı bir evdi. Diğeri daracık bir sokağın üzerinde küçücük, ama damındaki akşam yarenliklerine doyum olmayan ev. Çevrelerindeki harktan akan hiç eksik olmayan suyun ve hark kıyısına sıralı kavakların dingin şırıltısı, hışırtısı; dolaşıp dolaşıp gelip ocağın başına kurulan sarı kedinin mırıltısı hala kulaklarımdadır. Mayıs kokusu, hayvanların, böceklerin kuşların bazen telaşlı, bazen bitevi, iz bırakan sesleri. Büyükbabalarımdan birini yitirdiğimde çok küçüktüm. Çocukken daha iyi anımsadığım güleç yüzüyle bir fotoğrafı var. Diğeriyle uzun söyleşmelerimiz olduydu. Trakya sınırındaki iki yılı aşkın askerliğinin ardından yine yıllarca süren, İstanbul’da çalışma dönemi. Ama hepsinden çok seferberlik yıllarından, kıtlıktan, açlıktan, güneye göç edişten, 93 Harbi’nden, Rus işgalinden, Ermeni komitacıların acımasızlıklarından, ardından yine Ermeni ailelerin yüz yüze kaldığı acılardan konuşurduk. Beni adeta bir ışık gibi çeken kalabalık çoğu gençlerden oluşan akrabalar ve diğer köylülerimdi. Ve onca işe C Günay GÜNER AraştırmacıYazar Benim Köylerim karşın evlerde okunur, okunurdu; bağlamalar çalınır, türküler birbirine eklenir, resimler yapılırdı. Hem romanlara, şiirlere, düşünce kitaplarına, sanata; hem de türkülere ilgim o zamana dayanır. Coşkun yağmurlar sonrası bereket kokusudur köyüm. Yüksek peykeler dibinde dinlediğim anlatılar, destanlar bilincimin derinliklerinde yer etti. Bugünkü ben de oyum, o yalnız çocuğum. Hâlâ derin söyleşilerde dinlemeği konuşmaktan çok severim. geçireceğim köyleri. Çok ama çok iş olurdu. Tahıldan tepeler oluşurdu. Kamyon, traktör sırasının sonu görünmez, kıvrıla kıvrıla uzardı. Köylüyle kısa sohbetlerimiz çokluk buğdayın, arpanın, çavdarın… fiyatı üzerine olurdu. Gözlerimiz o kadar uzun zaman siloyla, yığınla, kamyonla, kantarla, (eğer trenin geçtiği bir yerse, bunlara uzayıp giden demiryolu ve vagonlar da eklenirdi) buğdayla, arpayla, çeltikle, fişle, çekle, helezon denen tahıl aktarıcısıyla dolardı ki, bir kasabanın, hele de kentin kalabalığına karışmak büyük bir gereksinim durumuna gelirdi. Köyler vardı, ağaçmış, yeşilmiş koyduysan bul. Köyler de vardı, yeşil mi yeşil, bakımlı mı bakımlı. Her şey insanda başlayıp insanda bitiyordu. Osmaniye’nin Yeniköy’ünü hiç unutmam. Güzel Atatürk’ümüzün kurdurduğu söylenirdi. Ağırbaşlı, oturmasını kalmasını bilen has bir insandı muhtarı. Yorgunluğun çöktüğü bir iş bitiminde, akşam vakti muhtarım bizi köydeki düğüne götürdüydü. Yerel giysiler içinde, davuluyla, zurnasıyla, bedeniyle sık rastlanamayacak bir uyum içindeki insanların, usulca içtiğimiz boğmalara karışan, dengeli, vakarlı dansı, coşkusu unutmadığım anılarımdandır. Belleğimde daha derinde yer edense o güzel köyden ayrılmamıza yakın aldığım, o köyden bir genç kızın ölüm haberidir. Görmemiştim, tanımamıştım ama bu haber bir çığlık gibi düşmüştü ardıma. M. C. Anday’ın şiirindeki gibi… İlk köyümün yeri değiştirildi, aşağısındaki düzlüğe taşındı geçen zaman içinde. Tepe üzerindeki kerpiç evler öylece, ıssızlıkta durur şimdi. Daracık sokaklarında yüzlerce yıllık yaşanmışlık dolaşır. Yine gün doğar orada, gün batar, yağmur yağar… Yeni yerinde o ilişkiler yok. Tomruklar üzerinde saatlerce yarenlik edilmiyor, saz çalınmıyor artık. Geçim zorlamış, zulüm zorlamış ya bir kez, büyük kentlere, Avrupa’ya göçler hiçbir şey bırakmamış. Kalanlarsa eski günleri anarlar aralarında. Pırıl pırıl yıldızların yere indiği kısa gecelerde. Pavese son döneminde, belki bir on beş yıl özüne kıymak düşüncesiyle yaşamış. Hatta bu düşüncenin yanlış olduğunu yazmış güncesine. “Yaşama uğraşı” içinde direnmeye, ayakta kalmaya, tutunmaya çalışmış var gücüyle. Ama insanlık savaşlar, yıkımlar, çöküntüler içindedir. Sömürgenlerin acıması, insanlığı yoktur. Pavese birey olarak özlemlerine, arzularına, isteklerine ulaşamaz. Öyle devasa şeyler de değildir bunlar oysaki. İnceliklidir, duyarlıdır. “Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak / sabahtan akşama dek, uykusuz, / sağır, eski bir pişmanlık / ya da anlamsız bir ayıp gibi / ardını bırakmayan bu ölüm. / Bir boş söz, bir kesik çığlık, / bir sessizlik olacak gözlerin: / Böyle görünür her sabah / yalnız senin üzerinde / kıvrımlar yansıtırken aynada / Hangi gün, ey sevgili umut, / bizlerde öğreneceğiz senin / yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.” diye yazar bir şiirinde. Nasıl da yalın ve doludur imgeleri. Ve bir gün gelir ve bakar ölüm. 27 Ağustos 1950 günü bir otel odasında uygu hapıyla kendine kıyar. Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde başlayan bu yaşam; nice güzel, etkili, zekice yapıt yaratacakken, kırk iki yaşında, bir zamanlar karşı çıktığı biçimde son bulur. Babam öğretmendi. Bu çok yer görmek, sürekli göç demek. Çocukluğumun ikinci kentinde karla kaplı ovaların sonsuzluğu sindi yüreğime. Her şey ne kadar da uzaktan duyulurdu. Köylerine giderdik o kentin, soluklarının ayaza karıştığı güçlü atların çektiği kızakların sırtında. Hava kar aydınlığına boyanır, bir türlü kararmazdı. Ve yılların akışı içinde kırların ortasında sürüp giden yollar, Cemal Süreya ustanın görmeden adına o güzelim şiiri yazdığı serhat kentinden, uzun surları ancak Çin Seddi’yle yarışan güney kentine, ardından genişliği ülkelerle kıyaslanan o Selçuk kentine, kısa bir süre sonraysa üniversiteyi okuyacağım, ekmek tutacağım söylen kentine ulaştırdı. Askerlik dönüşü ilk rastladığım iş ilanlarından biriyle ilgilenmem sonucunda girdiğim kurum ilginç bir rastlantıyla bir tarım kurumuydu. Ekonomi okumuştum, işim nerede çiftçiden, köylüden tahıl alınıyorsa muhasebesini yapmaktı. Ver elini Haymana’nın, Çukurova’nın, Çorum’un nice yıllarımı FINDIK REKOLTESİ BEKLENENİN ALTINDA ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), fındık rekoltesinin beklentinin altında gerçekleştiğini saptadı. TZOB tarafından oluşturulan Fındık Rekolte Tespit Komisyonu, 2008 yılı Türkiye fındık rekoltesini belirlemek amacıyla 19 Haziran 7 Temmuz 2008 tarihleri arasında Batı, Orta ve Doğu Karadeniz bölgelerinde arazi çalışmalarında bulunarak, tahmini Türkiye fındık üretim miktarını belirleme çalışılması yaptı. Fındık Rekolte Tespit Komisyonunun çalışmaları hakkında bilgi veren Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar, “Çalışma, yoğun olarak fındık üretimi yapılan Karadeniz Bölgesinin Kocaeli, Düzce, Sakarya, Bartın, Zonguldak, Kastamonu, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize ve Artvin illeri ile bu illere bağlı fındık üretimi yapılan tüm ilçelerde Tarım ve Köyişleri Bakanlığının Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı olan toplam 634 bin ha’lık bir alanda yürütülmüştür” dedi. Bayraktar, fındık bahçelerinin gübrelenme, iklim durumu, zararlıların yaptıkları zararlar ile sayılan çotanakların hasada kadar olan döküm durumlarının incelendiğini belirterek, şöyle konuştu: “Doğu Karadeniz bölgesinde 2008 yılında OcakŞubat aylarında meydana gelen don zararının Ordu ilinde 14 bin hektar alanda etkili olduğu, bu bahçelerden 2008 yılında ürün alınamayacağı gibi, 2009 yılında da düşük miktarda mahsül elde edileceği saptanmıştır.” 27