Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Mustafa Balbay’dan hapishane yazıları Zulümname’yi ezgilemek Gazeteciyazar Mustafa Balbay, Zulümhane’den sonra, Zulümname’yi yazarak düşünce ve duygularını ezgi tadında sunuyor. Hücresine, “Silivri dolum tesisleri” adını veren, “Silivri toplama kampını”, “dolum tesislerine” çeviren, “Silivri üretim tesislerini” kuran, okurlarına “bulutlar dolusu selam” gönderen, “penceresi bir Kutup Yıldızı” olan İlhan Selçuk’tan Türk Aydınlanması’nın ruhunu aldığını, yurdunu sevdiği için hapis yattığını ezgileyen Balbay, “acısını mürekkep, yurt sevgisini kalem” yaparak “sürgünde sürgün vermeyi” sürdürüyor. Ë Hasan AKARSU ustafa Balbay, Zulümname’de kendi hapis arkadaşlarının yanında Osmanlı’nın son yıllarındaki 140 Malta sürgününü de anımsatıyor ve örnek aldığı düşünürleri şöyle sıralıyor: “Esirevlerinde eser/ sürgün hapishanelerinde/ sürgün veririm/ ben Namık Kemal’lerden/ Tevfik Fikret’lerden/ Abdi İpekçi’lerden/ Uğur Mumcu’lardan/ İlhan Selçuk’lardan gelirim/ yalnız/ aile büyüklerimi/ ve aydınlık insanları/ selamlarken eğilirim” (s. 39). “Düşünüyorum, O Halde Sanığım” diyen Balbay, “Ergenekon davası/ düşüncelerle mücadele tarihinin/ Türkiye topraklarındaki/ en önemli sayfalarındandır” saptamasıyla, “aydın kıyımı” yapıldığını, “ulusalcıları ulussuz bırakmak” için çalışıldığını vurguluyor. Din, demokrasi ve uygarlığı “Üçler Meclisi” olarak adlandırırken dinin, “insanlık tarihi kadar eskiliğini”, demokrasinin “insanın insanı yönetme sanatı” olduğunu ve uygarlığın da insanlıkla birlikte doğduğunu anımsatıyor. Ankara’yı, “Katledilen Aydınlar Başkenti” olarak nitelendiriyor. “Ordumuza terörist sızdırmak suçundan”, “düşünceye hazır M lık suçundan” söz ediyor. Balbay, sözcüklerle severek oynayan bir gazeteciyazar. “Deyim terörüne” bir örnek verirsek bunu daha iyi gözleriz: “Bomba haberi mi yaptınız/ bombayı atıp/ bir de haberini mi yaptınız?” (s. 91). Silivri duruşmalarının hiç ilerlemediğinden yakınan Balbay, “Hapis içinde hapis yaşayan” bir tutuklu olduğunu yineliyor. İyi bir gözlemci olduğunu da kanıtlıyor. Koğuşun yakınındaki “Çadır Çingenelerini” bile duyuyor, “Bir kişi tutuklandığında tüm ailesinin de tutuklandığını” duyumsuyor. “Tersdeyişler”le kara mizahın doruğuna çıkıyor: “Mülk adaletin temelidir”, “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz/ hükümdar dünyaya eşkıya olur”, “bana bir telefon tapesi getirin/ istediğiniz suçu üreteyim” (s. 177). Balbay, “Demokratikleştirilmiş Hukuk Terimleri Sözlüğü”nde de başarılı: “Açığa alma: Bir kişiyi her türlü saldırıya açık hale getirme”, “Adalet dağıtmak: Adaleti dağıtmak, dağınık hale getirmek” (s. 185). Balbay, korkuyu yenmenin önemini vurgularken dışarıya çıkma özlemini de yansıtıyor. Çıkar çıkmaz sevdikleriyle Mustafa Balbay yumak olma, dostlar sofrasında bulunma, çiçekli bir tarlada yürüme, ilkyazda tomurcuklarla arkadaş olma ve yüzünü güneşe tutma gibi özlemlerle dopdolu. “Kişi başına düşen ulusal onuru” önemseyen, umudunu hiçbir zaman yitirmeyen, özgürlüğü, insanın özünün gür olması olarak değerlendiren, hücresinden yıldızlarla, ayla, iğdelerle, bulut tarlalarıyla, göçmen kuşlarla, martılarla söyleşen, çocukluğuyla yüzleşiyor: “Pazar harçlığım 25 kuruştu/ 10 kuruşu dondurmacıya/ 15 kuruşu destancıya/ çocukluğumun solmayan kareleridir/ destancının peşindeki çocukluğum” (s. 349). Mustafa Balbay, çoğunlukla manzumelerle yazdığı Zulümname‘de, yaşamöyküsünün, Silivri günlerinin “solmayan karelerini” yansıtırken duygu ve düşüncelerinin ezgilerini de duyumsatıyor. Zulümname/ Mustafa Balbay/ Cumhuriyet Kitapları/ 352 s. Mustafa Balel’den öyküler Etiyopya Kralının Gözleri Mustafa Balel’in kaleme aldığı Etiyopya Kralının Gözleri altı öyküden oluşuyor. Altı öyküde de ilk dikkati çeken ortak özellik tamamının başkahramanının ve anlatıcısının bir çocuk olması. Bir başka deyişle, belli bir yaşa ulaştıktan sonra geçmişine bir göz atan insanın çocukluklarıyla hesaplaşması. Ë F. Mustafa FISTIKÇIOĞLU ykülerinde ele alacağı konuya çocuk gözüyle, çocuk tarafsızlığıyla bakan yazarın aile içi baskıya değindiği, kitaba da adını veren “Etiyopya Kralının Gözleri”nde silik bir ömrün sonbaharına gelmiş bir adamın evde krallığını idame ettirme çabasını görüyoruz. Hayattaki ezilmişliklerinin acısını eve “yansıtma” yoluyla gidermeye çalışan bir büyükbaba... Torununun gözlerine dahi bakmaya cesaret edemediği bir adamın baskı krallığının nasıl yıkıldığı gözler önüne seriliyor bu öyküde. Yazarın isim tercihi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Karısının gözünde “sinirli”, aile dostları Matmazel Arlet’in gözündeyse düpedüz “hasta” olan Sait Bey, hayatında hiç söz sahibi olamamış biridir. Oturduğu ev bile karısının babasından mirastır. Ayrıca Etiyopya’nın köleler ülkesi olması da kahramanın emelini ortaya ko Ö yuyor. Bu bakımdan Sait Bey devrik “Etiyopya Kralı”dır. Öyküde Mustafa Balel’in pek çok eserinde olduğu gibi kadın figürler daha az göz önünde olmasına rağmen yön verici konumda. Bir şekilde ilişki ve düzenleri şekillendirir. “Medreseye Bakan Evde Son Kurban Bayramı” öyküsünde yazar zamanla aile bağlarının, komşuluk bağlarının nasıl yıprandığını, kişisel çıkarların ilişkileri nasıl kopardığını konu etmiş. Yine bir çocuk gözünden her bayram Sivas’ta anneannenin konağında toplanan bir aileden farklı hayatlar ele alınmış. Bu geniş aileye komşuların da eklenmesiyle farklı dinden, milletten, düşünceden pek çok insan bir çatı altında toplanıyor. Bugün artık özlenmeye başlanan bayram gelenekleri, muhabbetler sunuluyor önce okuyucuya. Oysa ardından kişisel bencillikler devreye giriyor ve bir geleneği yıkıyor. “Mücella ya da Dayımın Daldaki Limonları”nda yazar çocuk duygusallığını, hassasiyetini öne çıkarmış. Aile konusuna bu öyküde “besleme” kavramı da eklenmiş. Eski konak düzeni içerisinde beslemelerin konu edildiği öyküde bu düzen olumsuzlanmış. Balel “Etiyopya Kralının Gözleri”nde kurduğu ilişkiyi bu öyküde de kurmuş. Öyküde önemli bir misafire ikram edilmek için üstüne titrenerek küçük bir saksıda yetiştirilen limonlar ile besleme Mücella arasında bir benzerlik ilişkisi söz konusu. Beslemeler küçük yaşta ailesinden koparılarak hizmet için konaklara alınır. Tıpkı misafire ikram için dalındayken ucundan küçük bir dilim kesilen limonlar gibi. Önceki iki öyküde olduğu gibi bu öyküde de otoriter bir kadın, konağın hanımı, anneannedir. “Kuyumcuzade Mehmet Hilmi Bey’in Gümüş Saplı Bastonu” sorunlu evliliklerin, sorumsuz fertlerin tüm aileyi nasıl etkileyeceğini işlemiş. Öyküde maymun iştahlı Enise’nin en küçük tartışmada İstanbul’dan kalkıp Sivas’a baba evi Kuyumcuzade Mehmet Hilmi Bey’in konağına gelmesi huzur bozar. Oğlu Muhi’nin (Muhibbi) yaptıkları ise Kuyumcuzade’nin adını “Deli Hilmi”ye çıkarır. Bu defa üzerine anlam yüklenen eşya bastondur. Her zaman aile içinde sükuneti, düzeni sağlayan baston, kızı ve torunları yüzünden camı çerçeveyi indirdiği, adını “Deli Hilmi”ye çıkaran bastona dönüşür. Öykü de işte bu değişimi okuyucuya sunuyor. Öyküde merak unsuru önceki öykülere göre daha yoğun. “Ötekiler Gibi Bir Balık” yine aile mefhumunun ele alındığı bir öykü. Önceki öykülerde olduğu gibi mekân olarak bir konak seçilmiş. Dağılan yuvaların çocukları öyküde olduğu gibi çaresiz, kaderine terk edilmiş birer balık gibi gösterilmiş. “Ötekiler gibi” sözü de öykü özelinde yıkılan ailelerin çocukları meselesini genellemiş. “Kavanoz”, kitaptaki son öykü. Balel’in aile ve konak hayatını biraz gerilerde bırakarak ilkokul sıralarına gittiği bu öyküde pişmanlık duygusu yoğun şekilde kendini hissettiriyor. Sonuç olarak Balel’in kitabı Etiyopya Kralının Gözleri mazide kalmış aile ilişkilerini, eski konak hayatlarını, bugün unutulmaya yüz tutmuş gelenekleri çocuk gözüyle, çocuk duygularıyla ele alıyor, işliyor. Aslında okuyucunun yanı başında duran ama dikkat edilmemiş insanlara dikkat çekerek onların hayatlarını biraz da kendi hayatlarımızı, kapalı dünyalarımızı bize gösteriyor. Sıradanlaşmış, hissizleşmiş dünyamıza bu sıcacık duyguları hatırlatıyor. Etiyopya Kralının Gözleri/ Mustafa Balel/ Kavis Kitap/ 136 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1104 SAYFA 36 14 NİSAN 2011