Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Veysel Çolak’tan ‘Amacımız Aşk’ ‘Şiirlerim hiçbir tema ile sınırlı değil’ Veysel Çolak şiirde verimli bir dönem yaşıyor. 2008 Yunus Nadi ve M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü de kazanan Birkaç Kuş Birkaç Anı kitabından sonra, poetik metinlerden oluşan Dikkat Şiir! ve Yansımanın Gerçeği kitapları yayımlandı. Hemen bunların sonrasında Amacımız Aşk ile Şiir Nedir ve Nasıl Yazılır? geldi. Çolak, Türk şiir ortamının etkilenen ve etkileyen bir öznesi oldu hep. Çelişkilerin, uyumsuzlukların, elbette uyumların birliği de denilebilir bu duruma. Biraz da bu noktadan yola çıkarak, Amacımız Aşk‘taki şiirler üzerine söyleştik. Ë Yusuf ALPER macımız Aşk on dördüncü şiir kitabınız oluyor. “Her şiir öncekine ihtilâl!” dediğinize göre, bu kitabınızın öncekilerden farklılığı ne? Öncelikle şuna açıklık getirmek isterim: “Her şiir öncekine ihtilal!” savı, önemseyeceğim bir şiir düşüncesinin önerilmesi. Melih Cevdet Anday’ın da belirttiği gibi bir şair bir şiir düşüncesi ortaya koyduğunda “Sen yap da görelim” karşıtlığıyla yüz yüze gelir. Elbette, böylesine bir tutumun ciddiye alınır tarafı olmaz. Ben de almıyorum. Ama “Her şiir öncekine ihtilal!” önermesini hep aklımda tutarak yazıyorum şiirlerimi. Her şiirimde sesten (fonem) başlayıp cümleye; biçime, biçeme, yapıya, imgeye, esin kaynağına, sese ilişkin yeni “bir şey” bulmaya çalışıyorum. Minik de olsa “yeni bir şey” bulamamışsam, o şiiri yayımlamıyorum. Evet, bulduğum o minik şeylerle yetiniyorum, çünkü tarihsel olarak bütünsel bir yeniliğin başarılabileceğine inanmıyorum. Amacımız Aşk’taki şiirler de bu işlerlik içerisinde yazıldı. Bu arada, her şiirin biricik olduğunu, şairi tarafından bile ikinci kez yazılamayacağını anımsamak gerekiyor. Buradan bakarak anlaşılsın isterim o şiirleri. A “ŞİİRİMİ TARİH BİLİNCİYLE KURUYORUM” Genellikle şairler öne çıkarttığı temalarla betimlenir. Emeğin, barışın, kavganın, ayrılığın şairi denmez pek ama “aşk şairi” sıkça kullanılan önadlardan biridir. Senin de üçüncü şiir kitabın Aşkolsun’dan sonra aşk konusuna eğildiğini, sonraki kitaplarında ise bunun yoğunlaştığını düşünüyorum. Son kitabının adının Amacımız Aşk olması, bu konuda sorma hakkı veriyor kanısındayım: Aşk, yaşamsal bir öğe ve bir kavram olarak, senin için hangi anlamlara geliyor? Aşkın politik olduğunu düşündüm her zaman. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi yaşam biçimlerine bakılırsa bakılsın, aşkın politik olduğunu doğrulayan bir işleyişin olduğu hemen görülür. Aşkın politikleşmesi özel mülkiyetin belirmesine kadar indirgenebilir. Anaerkillikten, ataerkilliğe geçişte iyice açığa çıkar bu politikleşme. Daha sonra aşkın dinle oluşturduğu çelişki de bir kez daha keskinleşir bu durum. Sosyolojik yapıtlara değil, Türk şiirine bakılınca bile bu durumu kanıtlayan yüzlerce kanıt bulunabilir. Örneğin Divan şiirinde SAYFA 24 14 NİSAN düşsel olan sevgili, Tanzimat şiirinde bir uzaklık olmanın ötesine geçememiştir. Serveti Funun ve Fecri Ati şiirinde de öyle. Ancak Nâzım Hikmet’le kadın, kavga arkadaşı olarak erkeğe eşitlenir. 70’li yıllarda ben de kadını bir kavga arkadaşı olarak görmekle yetinmiştim. Her halde buna kimsenin itirazı olamaz, olmamalı. Ama bununla yetinmenin de doğru olmadığını görmek gerekiyor artık. Çünkü kadının, kadın olduğunu da görmek, bunu benimsemek ve içselleştirmek gerekiyor. Bir algı yanılgısı, aşkı öncelediğimi düşündürüyorsa, üzülürüm. Neden? Çünkü öyle değil. Daha önemlisi yazdığım şiirlerin hiçbiri bir tema ile sınırlı değil, sınırlandırılamaz. Ben, tek bir tema şairi olmadım hiçbir zaman. 1979’da bir şiir düşüncesi olarak ortaya koyduğum “Hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlü” bir şiirin peşindeyim. Bunun hâlâ anlaşılmaması üzücü gerçekten. Söylediklerinden çok izlekli bir şiiri savunduğun anlaşılıyor. Ama Amacımız Aşk’ta önceki kitaplarından farklı olarak nostaljik duygunun da bir izlek olarak yer aldığı görülüyor. Çocukluğun, annen, baban, ağabeyin... Babanı yitirmenin bir yansıması, sonucu mu yoksa genel olarak yaş kemale erdikçe “çocukluğunun yurduna” dönüş mü? Çok ölüm gördüm, kan davalarından kaçtım, bir kardeşimi yirmi beş, diğerini otuz yaşında politik nedenlerle kaybettim. 12 Mart ve 12 Eylül’de yüzlerce arkadaşım ya öldü ya da sakat kaldı. Elbette çok özledim onları, elbette şiirlerimin her harfine onların ten kokusu sinecekti. Bunları nostalji ile açıklayamam. Değil çünkü. Onları özlediğim doğru ama daha çok bir tarih bilinciyle bakıyorum yaşanılanlara. O bi linçle kuruyorum şiirimi. “Çocukluğun yurduna dönme” konusunda, galiba haklısın. Şimdilerde çocukları gözleyerek şiirler yazmaya başladım. “Sokak, Kedi, Çocuk” arasında ilgiler kurarak, anlamaya çalışıyorum çocuk olma olgusunu. Böylece kedi teması da girdi şiirime. Bakalım nereye gidecek bu aranış, tümü içten bir şiir aranışı çünkü. Genellikle poetik hesaplaşmalar, gelenek oluşturmuş şairler üzerinden yapılır. Senin geçmişin şiirine karşı çıkışını nasıl anlamak gerekir? Çağdaşınız olan şairlerle yüzleşmenizin dayanakları ne? Gelenekle hesaplaşma Nâzım Hikmet’in Resimli Ay’da başlattığı “Putları Yıkıyoruz” kalkışmasıyla Türk kültürüne girdi. O günden sonra da her yeni olan kendinden önce gelen başarılı kimliklere karşı çıkmanın gerekliliğine inandırıldı. Fiyakalı bir söz olarak “putları yıkıyoruz” diyebilirsiniz. Nâzım Hikmet’in söylemiş olması, bu sözün eksikliğini gidermiyor. Artık bilinen sosyolojik bir gerçek var ortada: Kültür ölüdür. Ölü olana karşı çıkamazsınız, hiç yokmuş gibi davranamazsınız. Böyle bir tutum bilimsel olmaz çünkü. Öncelikle kültürün ölü olduğunu; tarih ve mekân içerisinde üretildiğini; daha doğrusu varlığını kabul edeceksiniz. Çünkü varlığını kabul etmediğiniz bir “şey”e karşı çıkamazsınız. Olaya böyle baktığım için geçmişle hesaplaşma gibi bir derdim olmadı hiç. Ama geleneğin dönüştürülmesine inandım hep. Önemli olan, benimsenen şiir anlayışının en güzel örneklerini ortaya koyabilmek. Yani farklı şiir aranışları sorun edilmemeli. Bu, zamanla bir zenginlik olarak şiire yansıyabilir. Bu da önemli olsa gerek. Ama şiiri bir arınma biçimi olarak düşlediğim için şairin ahlâksızlığına, yalancılığına, dedikoduculuğuna, popülizmine, uvriyerizmine, eyyamcılığına, lotaryacılığına tahammül edemiyorum. Yüzleşme de bu noktada başlıyor, başlamalı. Çünkü çağdaşım şairin yaptığı, yazdığı her şey beni ve bizi doğrudan etkiliyor. Bu yüzden çağdaş olan şairlerin birbirlerine karşı sorumlu olduğunu düşünüyorum. Ben, bu sorumluluğun duyulması peşindeyim. Çolak, her şiirinde sesten başlayıp cümleye; biçime, biçeme, yapıya, imgeye, esin kaynağına ilişkin yeni “bir şey” bulmaya çalışıyor... “ŞAİRLER KENDİNİ ANLATMAKTAN BIKMADI” Ne demek oluyor bu? Şimdilerde şiir değil de, bilindik anlamda şair mi ölüyor acaba, ne dersin? Bu konuda çok düşündüm, çok yazdım. Kafadan söylemek gerekirse, şairin öldüğünü düşünüyorum. Çok fazla haklı nedenlerim de var. Şairliği hiçbir zaman bir üstünlük olarak görmedim ama bir üst kimlik olarak düşündüm hep. Bu üst kimliğe birçok olumlu sıfat yükledim. İnsandan, doğadan, şiirden ve bunların geleceğinden yana eylemli bir özne olarak düşledim şairi. Arınmış, bütün kirlerinden kurtulmuş, hayatı gözeten, bir kuş öksürse gözleri dolan, alabildiğine duyarlı, insani zaaflardan uzak, bilimsel dünya görüşüne inanan bir özne olmasını düşledim. Bunun olanaksız olduğunu söyleyebilirsin. Gördüğümün, sadece bir düş olduğunu da önüme koyabilirsin. İnsan söz konusu olduğundan, gerçekleşmesi olanaksız bir ütopyanın peşinde olduğumu kabul edebilirim. Ama hiç değilse her şair bu ütopyanın gerçekleşmesi için çaba harcayabilir. Bu çabayı görmek bile yetebilir insana. Böyle bir kıpırdanış yok, ne yazık ki. Yani, özlenen insanın (şairin) yaratılması için zerre kadar emek verilmeyince, bir şeylerin kendiliğinden olmasını beklemenin anlamı da kalmıyor. Biraz da sosyoloji konuşalım istersen. “İki Nehir İki Halk” şiirinde özellikle altını çizdiğin toplumsal trajedimiz yakıcılığını sürdürüyor. İlericiyurtsever insanlar, 12 Eylül zulmünden geçmiş kişiler, sanki birbirini duymuyor. Kulaklar tıkalı. Bu durum şairyazar yaratıcıları kösteklemiyor mu, yaratıcılıklarına engel olmuyor mu? Bu sorun nasıl çözülecek? “İki nehir iki halk” eğretilemesiyle Kürt ve Türkleri, bunların ortak yaşamları, iç içeliklerini, tarihsel kesişme noktaları, et ve tırnak olmalarını, örtüşen ve ayrışan sorunlarını şiirleştirmeye çalıştım. Düşünce olarak oylumlu bir kitapta söyleyebileceklerimi, bu şiirime yedirdiğimi düşünüyorum. Türkiye koşullarında, yeniden uluslaşma süreci yaşanır biçimde bir sosyolojik yapılanma gündeme getirilmek isteniyor. Bu da, ister istemez, bir belirsizliği gündeme getiriyor. Oluşan kaosta da yanlış yaparım korkusuyla, herkes eylemsiz kalmayı yeğliyor. Toplumsal trajedi diye betimlediğin bu durumun üzerine doğru düzgün bir şiirin, romanın, hikâyenin yazılmamasının, başarılı filmlerin çekilmemesinin, oyunların sahneye konmamasının resme, karikatüre yansımamasının; müzikte karşılığını bulamamasının nedeni budur, diye düşünüyorum. Oysa bu durumun büyük yapıtları konmalıydı ortaya. Yazılan şiirlere bak. Böyle bir sorun yokmuş gibi herkes büyük bir rahatlık içerisinde. Gerçi 1980’den başlayıp gelişen bir duyarsızlığın da bunda büyük payı var. Şairlerin çoğu kendini anlatmaktan bıkmamış görünüyor. Freud sanatsal yaratının bir bakıma çocuktaki oyunla eşdeğer olduğunu söyler. Bu her sanatçının bütün yapıtlarını kapsamasa da Nâzım Hikmet dahil, birçok ilerici şairde, az da olsa, görülebilir. Bu, sende de, az da olsa, var. Amacımız Aşk’taki “Bulmaca” adlı şiir bir oyunu içeriyor. Oyun için ne dersin? Fark etmene sevindim. Amacımız Aşk’ta “İçindekiler” adlı bir şiir daha var. Bu şiir de “Bulmaca” adlı şiir gibi oluşturuldu. Birkaç Kuş Birkaç Anı’daki şiirlerin adlarını doğru kurgularsam, bir şiir oluşturacağımı düşünmüştüm. Denedim oldu. Bunun üzerine Amacımız Aşk’taki şiir adlarını da kurguladım. Bu kez de “Bulmaca” adlı şiir çıktı ortaya. Bunu bir oyun olarak mı yaptım? Kesinlikle bilmiyorum ama bir oyun tarafı var kuşkusuz. Asıl amacım, biraz da Melih Cevdet Anday gibi düşünerek şiirin yapılabileceğini araştırmaktı. Sırf teknik bir aranışla da bir şiir veya metin oluşturulabilirdi. Denedim işte, ne denli başarılı olduğunu, nesnel bakabilecekler değerlendirsin demekle yetineyim. ¥ Amacımız Aşk/ Veysel Çolak/ Hayal Yayınları/ 96 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1104 2011 CUMH