Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Müyesser Güner’den ‘Bir Kızılderili Masalı’ Kıyıdan ve derinden insan öyküleri farklı çağrışıma açıktı. Kıyıda olmak; bir yandan kendini okyanusa ve derin dalgalara kapıp koyuvermeyenlerin seçimiydi, bir temkinlilik durumu, bir kendini koruma, bir kendini sakınma eylemiydi. Öte yandan aynı kavram çok farklı bir göndermeye de gidiyordu. “Kıyıda olmak” bir büyük değişimin hemen öncesinde durmak, her şeyi tamamen farklı kılacak bir dönüşümün ayak seslerini duymak ve hemen değişimin yanı başında duymak demekti. Müyesser Güner’in ilk öykü kişileri o büyük dönüşümün kıyısında sessizce duran, okyanusun çağrısına kulak veren, uğultuyu dinleyen ve bekleyen kişilerdi. Güner, ilk öykülerinde kahramanlarını okyanusa doğru yürürken resmetmişti; bize mekânı, doğayı, çevreyi tanıtmış, tek bir eylemin hayatımızı değiştirecek bizi başkalaştıracak etkilerine dikkatimizi çekmişti. Bir Kızılderili Masalı’nın kişileri ise çok karışık çağın iletişim bombardımanı altında kalmış, değerleri ufalanmış, ruhsal bütünlükleri dağılmış, kavram kargaşası içinde şaşırmış insanlar. SONU LÂ OLSUN Altı bölümlük uzun öykü “Sonu Lâ Olsun”, çok sesli bir dramatik senfoni gibi gelişir. “Do” ile başlayan beste, notalarda gezinerek yükselmiş, şimdilerde “lâ” da mola vermiş, sesler, fısıltılar, içsel konuşmalar, ilk bakışta aykırı gibi duran dış dünyaya ait sesler, farklı enstrümanların tınıları melodiye katılmıştır. Kalından inceye dokuz notadan oluşan gam; bu kez tizden pes tonlara geri döner. Döngü tamamlanır. Hayatın döngüsü, yaşamın iç içe geçen ritimleri, birbirine eklenerek oluşan yaşam ezgisi… Önce yükseliş, yukarılara tırmanış, sonra yavaş yavaş gerilere düşüş ve iniş. Yaşlılık, tekrar çocukluk, tekrar güçsüzlük, annelerimiz ve babalarımızı istemesek de terk ettiğimiz ihtiyarlık denen o çorak ülke, son durak ve hepimizi bekleyen sonsuz sessizlik. Ölüm do, si, la, sol, fa , mi, re, do ve son notadan önceki o küçücük es anı. Yaşlılık denen o zor sürecin oğul ve baba gözünden son tahlili. İşte Müyesser Güner’in öyküsünü kurguladığı an: Sorgu anı; insanın kendisiyle ve hayatla süzgeçsiz, yalansız, kaçamaksız konuşması. Kendi gözlerine dikkatle baktığı ve gözbebeklerinde kendini gördüğü an. Öykü kahramanı2011 Müyesser Güner’in Bir Kızılderili Masalı adıyla yayımlanan dokuz öyküsünün kişileri artık yolculuklarının kırılma noktasını çoktan aşmış, kıyıdan oldukça açığa düşmüş ve dalgalarla savaşını geride bırakmış kişiler. Geri dönülmez bir yolun içinde savrulan, bazen akışa karşı koymaya çalışsa da arkadan gelen dalga ile hep ileriye yönelen kişilerdir onlar. Ancak bu yeni öykülerin yeni kişileri de yaşam denen büyük akışın içinde neşeyle yüzmez. Ë Çiğdem ÜLKER alından inceye, bakmaktan görmeye, yürümekten bale adımına, olay anlatmaktan kavramı temellendirmeye ve en kalın do’dan en tiz si’ye. Müyesser Güner’in öyküyle başlayan ve on yıldır süregelen yazın yolculuğu en tiz tonlara ulaşan bir ezgi gibi yükseliyor ve kendi üst sınırlarını arıyor. Güner, 2010 Aralık’ının son günlerinde elimize ulaşan son öyküsünü, “Sonu Lâ Olsun” diyerek bitiriyor ve ulaşılacak bir “si”nin hep var olduğunu bilerek ve belli ki kendine yeni hedefler koyarak yazıyor. Müyesser Güner’in 2003’te yayımladığı ilk öyküleri Kıyıdakiler başlığını taşıyordu. Kıyıdakiler, bir kıyıda durup değişime ve dönüşüme ilk adımı atmaya hazırlananların, uzun gözlemlerin, ev içlerinin ve dış dünyanın betimlemeleriydi. “Kıyıdaki” sözcüğü, Türkçedeki iki SAYFA 28 14 NİSAN nın adı Mehmet Gölge. Bu ülkedeki milyonlarca Mehmet kadar Mehmet, soy adı kadar Gölge bir Mehmet. Mehmet Gölge’nin öyküsü genişi bir yelpaze ile açılır. Bir Almanya gurbetçisidir Mehmet Gölge ve “nasıl varacaktı şimdi doğduğu topraklara” ve “İnsanın gerçek coğrafyası yaşadığını hissettiği yerdi” derken biz onu, bu yabancı topraklara getiren koşullarını öğrenmeye başlarız. Aile denen yapının kuytularında yaşadığımız, sevgi açlığı, düş kırıklığı, çağımızın hastalığı olan ve hepimize bir nebze bulaşan “başarı, neye mal olursa olsun başarı” tutkusu, çocuklara bilerek aşıladığımız bu başarılı olma virüsü Mehmet Gölge’nin hayatının da gölgeleridir. Yerini yurdunu kaybetmiş, başka dünyalarda kaybolmuş ama umudunu kaybetmemiş Mehmet Gölge’nin ülkesinde dönüp geleceği, sığınacağı tek yer, bir yaşlılar yurdudur artık. Müyesser Güner, “Sonu Lâ Olsun” öyküsünde, yaşamın bu son durağını “si” notasındaki süreci yani yaşlılığı yani ümidin ve geleceğin yok olduğu çağı, öykü kişisinin gözünden şöyle aktarır: “Altmış yılı tek bir bavula doldurup buradaki yalnızlığa sığınmak. Kolay değil Doktor Bey! Farklı bir yalnızlık yaşanır burada (…) Parfüm kokan çarşafların, parlak badanaların, eksiksiz döşenmiş odaların, kalorisi hesaplanmış yemeklerin arkasındaki tek şeydir yalnızlık.” YARDIM ETTİĞİN KADAR İNSANSIN Ama günümüzün dünyasının bu yeni ve katı gerçeklerini kırmaya çalışanlar, sevginin her acıya merhem olan dilini bilenler de hep vardır. Öyküdeki yurt müdüresi Semra karakteri de bu has insanlardan biri olarak sunulur okura ve Yazarın insanın bitemeyeceğine olan K güvenininbir simgesi gibi durur öyküde. Sadece Semra değil, bütün hastalar, özürlüler, eksikliler, yaşamak için başkalarının yardımına gereksinim duyan ve onların yanında dirençle duranlar Müyesser Güner’in öyküsünün baş kişileridir. Öte yandan hemen bütün öykülerde, ya doğanın ya da yaratılışın zulmune uğramış kişiler odakta. İşkenceye uğramışlar, karanlık hücrede yalnız bırakılmış tutsaklar, görme yetisini yitirmiş insanlar, serebral palsili çocuklar, özrünün içine sıkışmış ve sadece yüzerken mutlu olabilen şanssız gençler ve onların yanında duran Semra Hanım gibi kendini başkalarına adayabilenler ve özürlü çocuklarının elini asla bırakmayan, gözlerini bir an onlardan ayırmayan anneler. Yazar, kitaba adını veren “Bir Kızılderili Masalı”da Alzhemier’lı annenin Güzel Ana’nın ve kızının iç dünyalarına götürür okuru. Öykünün son sözleri, yazarın ileti cümlesidir ve okuru düşünmeye, karar vermeye davet eder: “Bak, gülen biri var karşında! Can gözüyle sana bakıyor. Ya sen! Kendini ilk kez sahici bir insan gibi duyumsuyorsun değil mi?” Her çağda ve her yerde ve her toplumsal katmanda hayatın anlamını özetleyiveren denklemdir bu formül. Yazarın bütün öykülerinde de alttan alta, ince inceye söylediği de budur: Türdeşine, insan kardeşine, ihtiyacı olana yardım edebildiğin kadar varsın. O ölçüde insansın. Müyesser Güner, bir konuşmasında “Benim öyküm dünyadaki haksızlıklara karşı isyanımın çığlığıdır ” derken kurgunun temeline şu kavramları koyar: Vicdan, şefkat, kendini adayabilme ve anlayış. Makineleşmiş teknoloji çağımızın yalnızlaşmış insanının en çok gereksindiği kavramlardır bunlar; hele yaşlıların, yalnızların, hastaların, terk edilmiş çocukların, özürlü doğmuşların… Bir Kızılderili Masalı’nın dokuz öyküsü hem kendi başına bağımsız, kronolojik zamana uygun gelişir hem de bu öykülerin kahramanları diğer öyküler arasında dolaşır. Yazar, bizi, başka bir zaman diliminde, hayatlarının farklı bir sürecinde bir önceki öyküsünün kahramanıyla başka bir öyküde tekrar buluşturur. Yetiştirme yurdundaki terk edilmiş çocuk ilerdeki öyküde özverili bir anne olarak karşımıza çıkar, bir diğer öyküde ise tekerlekli sandalyedeki Alzhemeir’lı kadın olarak ve doktorlar her öyküde başat bir rol üstlenir, hayattaki gibi. Müyesser Güner, bu mesleğin mensuplarını bir deantoloji dersi verir gibi zaman zaman eleştirir zaman zaman yüceltir: “Yanılsamalar”da “Kimi zaman doktorlar, hastanın bir insan olduğunu unutuyorlar değil mi?” derken, “Sonu Lâ Olsun”un doktorunu incelikli bir meslek insanı olarak resmeder. Bir Kızılderili Masalı/ Müyesser Güner/ Gürer Yayınları/ 110 s. Müyesser Güner’in yeni kitabı “Kızılderili Masalı”nın kişileri çok karışık çağın iletişim bombardımanı altında kalmış, değerleri ufalanmış, ruhsal bütünlükleri dağılmış, kavram kargaşası içinde şaşırmış insanlar. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1104