25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

=Verimlediğimiz öyküler tanık, birbirini seven insanlarız biz, öyleyse “güvercin tedirginliği” yaşatmayalım birbirimize, çünkü emperyalizmden, onun küresel soygunundan gayri yitireceğimiz hiçbir şey yok! “Tıpkı bir güvercin gibiyim…/ Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım./ Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.//İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar?.. Bilir misiniz?.. Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?// ‘Ölümkalım’ dedikleri bu olsa gerek.” Hrant Dink, (Agos, 10.1.2007) M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin öyküleri... geleştirmiş Ömer Seyfettin’i almak başlangıç için, yeter herhalde. Elimin altında Bilgi Yayınevi basımı “Ömer Seyfettin/ Bütün Eserleri” vardı zaten, buna son yıllarda iki “seçme öyküler” daha eklendi: Perili Köşk (Derleyen Tahir Alangu, Editör: İnan Çetin, Dünya, 2003), öteki “Seçme Hikâyeler” (Editör: Yılmaz Yeşildağ, Tekin, 2005). Her iki kitap da işini ciddiye almış insanların emeğini yansıtıyor. Aşağıdaki satırları Tahir Alangu’nun dört dörtlük diyebileceğimiz “Ömer Seyfettin” incelemesinden aktarıyorum: “Ömer Seyfettin’in babasının ‘Kafkasyalı Türk’ mü, ‘Dağıstanlı’ mı, yoksa ‘Çerkez’ mi olduğu sorunu, kendisi hayattayken tartışma konusu olmuş, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki insan birikimini unutmuş görünerek ırkçı bir milliyetçilik anlayışına kayanlara karşı çıkan İslamcılar, savaş sonunda bu konuyu iyice eşelemişlerdi.” (15, 16) Ömer Seyfettin, Aralık 1913’ten sonraki mektuplarında, “…Rumeli’yi kaybetmenin verdiği manevi yıkıntıyı, esirlikten sonra içine düştüğü umutsuzlukları ve karamsarlığı, ilk adımda öylesine büyük umutlarla sarıldıkları düşüncelerin şimdi nasıl da sönükleşiverdiğini anlatıyordu.” (24) “Zaten kendi hayatının getirdiği çatışmaları eserlerinde bir daha yaşatıp eleştirmek, yargılamak, bu suretle onların üzerine çöken ağır baskılarından sıyrılmak, Ömer Seyfettin’in eser vermekte de, hayatını sürdürmede de kullandığı eski bir teknikti.” (28, 29) “Aslında o, yitirdiği bağların ve değerlerin özlemi içindedir. ‘Ahlaki ve manevi’ bir insan olmak istiyor, ama çevresi, içindeki bu özlemi öldüren bir çöldür. Sanat diye dilini anlamadığı bir kamus, millet diye de inkâr edilmiş, geçmişi karikatürleşmiş, gelecek ise, bir dumandır ortada görünen./ ‘Ne olacağız?’ sorusunun ezici pençesi herkesin içine yerleşmiş. Ona göre, kendi adını, tarihini, dilini bilmeyen, düşmanlarını kardeş sanan bu zavallı milletin esirliğe düşmesi yakındı.” (38); “Ömer Seyfettin’in yeni dilin ve edebiyatın yayılmasında gösterdiği kişisel çabaların yanında, bir de sanatçı kişiliğini aşan ‘ülkücülüğü’ vardı.” (40) “Ömer Seyfettin’in… sık sık küçümsendiğini, en ağır şekli ile de ‘Çerkezlik’le teşhir edildiğini görüyoruz.” (44); “Ona yöneltilen en sert ve kaba saldırılar, mütareke yıllarında İslamcılarla birleşen ‘Hürriyet ve İtilaf’çılardan geldi.” “…Ömer Seyfettin’in, imparatorluk mirası halk ve millet birikiminin parçalanacağı korkusuna kapıldığı, 19181919 şartlarının getirdiği ayırıcı ve bölücü hareketlere karşı çıktığı, başkaları ona, ‘Sen Çerkezsin’ diye saldırırlarken, o sıralarda ‘Adige Hareketi’ adı verilen Çerkez milliyetçiliğini de esirgemeden, birliği bozucu bütün hareketlere karşı çıktığını görüyoruz.” (45) Mezar taşında “…kısa ve yalın üç kelimelik bir cümle” yer alıyor: “Ömer Seyfettin burada yatıyor.” (46) KÜRTLERİN ÖYKÜLERİ... Mehmed Uzun, Kürt Edebiyatına Giriş 886 S aatli Maarif takviminin 26 Ocak tarihli yaprağında Ahmet Cemal’den bir alıntıyla karşılaştım: “Kısa süre önce Elias Canetti’nin ‘Notlar’ının ikinci cildinden bir yer beynime çakılmıştı:/ ‘Kimse geri dönmeyecek, birinin geri döndüğü hiç olmadı, nefret ettiklerin çürüyüp gitti, keza sevmiş oldukların da. Daha çok sevmek mümkün müydü acaba? Yoksa bir ölüyü daha çok severek hayata döndürmek mümkündü de, daha hiç kimse yeterince sevmedi mi?’/ Bu notu okuduğum güne kadar sevgi üzerine çok düşünmüştüm ama, örneğin birilerini daha çok yaşasınlar diye çok daha fazla sevmeyi hiç akıl etmemiştim. Ölüleri geri döndürmek için değil belki, ama yaşayanları daha çok yaşatabilmek için sevmek. Başarılabilir mi bu? Neden olmasın ki?…” Takvim yaprağını kopardığım 27 Ocak Cumartesi günü BiTiyatro topluluğunun oyununa gidecektim. Rastlantıya bakın ki Christine Sohn’un yazıp yönettiği Etna /Bedendeki Kuyu adlı oyunun çevirmeni de Ahmet Cemal’di. Oyunda, sığınağında ya da gölgeliği ya da “bedeninin kuyusu” diyebileceğimiz bir yerde Sophie’nin kendini sorgulayışını izliyoruz. Ama neyin sorgulaması bu? Şiddetin, öldürücülüğün, acımasızlıkla sevgisizliğin… Birbirimizi durma kan dökmeye iten, hatta kışkırtan şiddet tutkumuzun… Ahmet Cemal’in olağanüstü güzel çevirisiyle izlediğimiz oyunda Sophie, gelip gidip şunu düşündürtüyor bize: “Kötülüğü asıl olanaklı kılan, ona seyirci kalan kişidir…” İşin ilginç yanı, çeviri olmakla birlikte ortak bir emekle, biçimle, biçemle sunulmuş olmasıydı oyunun. Nitekim Sohn’un yönetmenliğinin dışında sahne tasarımında Norbert Van Ackeren, Yaşar Alparslan, ışık tasarımında Rüzhdi Alıjı, yönetmen yardımcılığı ve çevirmenlikte Selin Türkoğlu, sahne gereçlerinde Özlem Ölçeroğlu, ışık uygulayımda Emrah Sürücü el ele kol kola girerek kotarmışlardı oyunu. Öte yandan oyun uluslar ötesi bir düzleme taşınmıştı, yani birebir ölçekte evrenselleştirilmişti. Hele oyunun Sophie’si Laçin Ceylan, Tanrım o nasıl oyunculuk öyle, gözleriniz kamaşıyor açıktan açığa… Gottlieb’de ona bütün görkemiyle eşlik eden Nihat İleri… Bu oyunu mutlaka izlemelisiniz, hayır hayır izlemek zorundasınız… TÜRKLERİN ÖYKÜLERİ... Oyundan çıkınca ister istemez düşündüm… Emperyalizmin yönlendirmesinde körebe oynarcasına birbirinin gırtlağına sarılışını insanımızın… Yahu Anadolu dar mı geliyor da böyle yapıyorsunuz? Hani ne derler, oturun oturduğunuz yerde!… Şu bizim Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin öykülerini düşündüm ardından… Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin öyküleri derken, onların tarihsel düzleme yayılabilecek öykülerinden değil, bu dillerde verimledikleri öykülerden söz ediyorum. Türklerin öyküleri için çok eskilere gitmeyeceğim öyle, kısa öyküyü bizde diz (Gendaş, 2004) başlıklı kitabında, Kürtlerin yazınsal etkinliğinin kesintiye nasıl uğradığını özetleyerek giriyor anlatısına: “Kürt edebiyatını, var olmanın sınır noktasındaki bir edebiyat olarak değerlendirmek, sanırım, yanlış olmaz: Kürt edebiyatı… bir edebiyat için var olması zorunlu asgari koşullardan bile yoksun. Kürt yazılı edebiyatının ortaya çıktığı 1000 yıllarından Kürdistan’ın bölünmesine kadar süren dönemde, bir edebiyatın gelişmesini sağlayan olumlu koşulların varlığından söz etmek olası. …Kürt edebiyatı, tüm tarih boyunca, en önemli yazarlarını ve klasik yapıtlarını o dönemde çıkardı.” (17) “Kürtlerin İslamiyeti kabul etmesinden sonra, Arapçanın ağır dinsel baskısına karşın, ilk kez Kürtçe yazan ve şiirlerini bir Divan’da toplayan Elî Herîrî’dir.” (18) “…Kürt edebiyatının bu klasik dönemi, ne yazık ki –güçlenerek gelişemedi ve yenilenemedi.” (27) “…Kürt dili ve edebiyatı –doğrudan ve sürekli başka güçlü dil ve edebiyatların baskısı altında kaldı.” (29) “Bu nedenle… gelişmiş, yetkinleşmiş, güçlü bir edebiyattan söz etmek olanaksızdır, ve bu durumda olan Kürt edebiyatını, devletleri, kurum ve enstitüleri olan diğer ülke edebiyatlarıyla karşılaştırmak haksızlıktır.” (30); “…Yazılı Kürt edebiyatı, çağını izleyen, durmadan gelişen, yeni alanlar, kaynaklar, nefesler bulan bir edebiyat değildir. Tersine, var olma mücadelesi veren, bin bir güçlükle ayakta kalmaya çalışan ve tüm olumsuzluklara rağmen gelişmeye, yeni ürünler vermeye uğraşan bir edebiyattır. (Özellikle düzyazı alanında bu durum daha da belirgindir.)” (35) Mehmed Uzun’un bu derin kaygısına karşın Hasan Kaya’nın hazırladığı Kürt Öykü Antolojisi (Evrensel, 2005) başlıklı çalışmada gözler önüne serilen öykü örnekleri, işin bir başka boyutunu vurguluyor. Ömer Seyfettin’in öyküleri bir “yerine koyma”, “karşılama” ürünleriydi, Kaya’nın seçtiği öykülerin de çok büyük bölümü yine aynı şekilde birer “yerine koyma”, “karşılama” örneği. İlginç bir veri olsun diye ekleyeyim. Aksu’nun seçkiye aldığı 43 öykü verimleyicisinden 6’sı yalnızca Derik’ten. Bu arada öykülerinden örnek verilmemekle birlikte özgeçmişleriyle anılan 76 öykücüden de 3’ü Derikli. Bizim Sarayköy’de dokuz öykü okuru var mıdır, bilmiyorum. Varın siz düşünün gerisini… ERMENİLERİN ÖYKÜLERİ... Hangimizin evinde Ermeni kültüründen bir yemek konulmamıştır sofraya? Hangi işte onların uzluklarından yararlanılmamıştır? Türk tiyatrosunda hangi seyirci, seyirciyi geçtim oyuncu perdelerin kıvrımlarına saklanmış, kulislere yerleşmiş, sahneyi şavklandırmış, vestiyerden mahzun duruşuyla bize bakan Ermenilerin o öpülesi emeğiyle karşılaşmamıştır? Öykücü arkadaşım Jaklin Çelik’in paha biçilmez armağan olarak gönderdiği Takuhi Tovmasyan’ın Sofranız Şen Olsun (Aras, 2004; 212.2526519) adlı yemekanı kitabını dönüp dolaşıp okuyor, bunları düşünüyorum. Ermenilerin de öyküleri var elbette. Halkımızın sözlük çalışmaları nedeniyle yakından tanıdığı Pars Tuğlacı’nın olağanüstü emek ürünü dev yapıtı Ermeni Edebiyatından Seçkiler (Cem, 1992) bu konuda yolumuzu aydınlatıp ışıtacak çok önemli bir başucu kaynağı. Çünkü Tuğlacı, “yüzyıldan uzun bir sürenin belli başlı Ermeni yazarlarından öyküler ve roman parçaları sunuyor” (8) bize. Ermeni Edebiyatından Seçkiler’in girişine “Dostluk Yolu” adı altında şu notu eklemiş yazar: Bir halkın dil ve edebiyatını bilmek, o halkı yakından tanımanın ve ona yakın olmanın en etkin yoludur. Dünya halkları arasında dostluk duygularının pekişmesi için de yöneticilerin olumlu ve yapıcı icraatı zorunludur.” Doğru söze ne denir? Yazar bu arada, kitabının ilk sayfalarını, yazınımızın önemli adların görüşlerine ayırmış. Kimler mi bunlar? Talât Sait Halman, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday, Oktay Akbal, Güngör Dilmen, Necati Cumalı, Tarık Dursun K. Pars Tuğlacı’nın seçkisine girmeden, cumhuriyetdeşimiz Oktay Akbal’ın bu konudaki görüşlerini aktarmak istiyorum: “Ne anlatır öyküler? İnsanları… İnsan her yerde birbirine benzer. İç, dış dünyalarıyla yeryüzündeki milyonlarca insanın belli başlı duyguları düşünceleri temelde büyük bir değişme, farklılaşma göstermez. (…)İster Türk, ister Rus, ister Fransız, ister Ermeni yazsın./ Bir yeryüzü duyarlığı var. Bir de ulusal duyarlık deniliyor. Ben bu ulusal duyarlığı yeryüzü duyarlığının bir parçası sayıyorum. İnsandır başlıca konu. (…) Yazın adamları ‘ulusal’ olmaktan çok ‘evrensel’ çizgide birer yaratıcıdırlar. Öyle olmalıdırlar. “Ben ulusal duyarlığın toplumları körcesine bir bağnazlığa ittiğine inanırım. ‘Biz ayrıyız, biz herkesten üstünüz,biz başkayız, ötekiler aşağı ırktır, aşağı ulustur’ inancı, ulusal duyarlığın savunulmasıyla başlar. Türkler, Ermeniler,Ruslar, Fransızlar, İngilizler, Yunanlılar birey olarak aynı gereksemeleri duyan, aynı düşlerin içinde çırpınan, aynı amaçlar, özlemler, duygulanmalarla yaşamını sürdüren varlıklardır. Tek ayrılık, bu bireylerin yetişme, eğitim görme, dünyayı, insanları, olayları anlayıp yorumlama yetilerindedir.” (14) Akbal ekliyor: “Ermeni yazarların ürünleri, ama hepimize yakın geliyor. Neden? Ulusal duygulanmaları, ulusal dürtüleri, ilkellikleri aşabildiklerinden, bir dünya insanı olmanın çizgisine ulaşabildiklerinden… Hepsinde yörel renkten, yörel duyarlıktan öte evrensel duyarlık var.” (15) Ne ki şuraya dek Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin öykülerinden söz ettik de bu örneklerin içlerine giremedik bir türlü. İleride bir “Kitaplar Adası” yazısını buna özgüleyeceğimi şimdiden söyleyebilirim. Ama şu kadarını olsun eklemiş olayım; hiçbir öykü veriminde saltık bir Türk, Kürt, Ermeni düşmanlığı yok bu insanların… Sözgelimi Aziz Nesin, şöyle diyor: “…İstanbul çocuğu ve Ermenistan uyruklu Keğam Sevan’ın ‘Kırlangıçlar Alçaktan Geçti’ başlıklı öyküsünde Sait Faik duyarlığını ve şiirselliğini sezmemek olanaksız.” (Tuğlacı, 11) Yaşar Kemal de destekliyor bunu: “Sait Faik sıcaklığı (Bitlis doğumlu) bir William Saroyan sıcaklığının tıpkısıdır diyemezsem de aralarında bir yakınlık olduğunu da her zaman söyleyebilirim.” (12) Dünyanın bütün öyküleri birleşirken, öykülerdeki insanlar, halklar el ele tutuşurken sergilediğimiz tutumdaki “garabet”e ne diyelim peki? Verimlediğimiz öyküler tanık, birbirini seven insanlarız biz, öyleyse “güvercin tedirginliği” yaşatmayalım birbirimize, çünkü emperyalizmden, onun küresel soygunundan gayri yitireceğimiz hiçbir şey yok! 14 Şubat’a rastlayan Dünya Sevgililer Günü’yle Dünya Öykü Günü’nde gelin darı serpelim güvercinlerimize, avuçlarımızla su taşıyalım onlara… Öyle ya, aşk ya da öykü cennete giden yolunu döşemez mi insanoğlunun? ? SAYFA 29 CUMHURİYET KİTAP SAYI
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle