22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Mario Levi ile 'İstanbul Bir Masaldı' üzerine ‘Anlatmaya ömrünüzün yetemeyeceği, hikâye dolu bir şehirde yaşıyoruz’ 'İstanbul’un bir masal olduğu her yerde söylenir. Geçmiş, bir daha geri gelmeyecek zaman rivayetlerinin, iç dökmelerin, dile gelişlerin enkazının üzerine kurulu, duymak istediğimiz masallar, "öyleymiş gibi" bilmek istediğimiz hikâyeler için türetilmiş yalanlar, söylenmeyen ladesler, düşürülmeyen maskeler kalır geriye. Bazı hikâyelerin üzerine kurulur ve bir daha hiç inmez Demokles’in kılıcı. Anlatmak, dinlemek, yaşamak ve yaşatmak istediğimiz masalların söylevsiz, dilvermez kahramanlarını ve onların sanrılarını yaşatmak, bir şehrin tenha yaralarını soymak için yazılmış bir hikâye "İstanbul Bir Masaldı". Ne de olsa içimizde saklıdır gidemediğimiz şehirlerin savaş haritaları. Mario Levi ile kahramanlarının onarılmış, armalı hayatlarının seyrinde, kitabını konuştuk. ? Denizcan KARAPINAR M asal’ın başında –sözcüklerden bahsediyorsunuz; bizi yaşatan, uzun, vaatsiz konuşmaları, hoşnutsuz bir kayıtsızlığa eviren, dilvermez sözcüklerden... Oysa benim bildiğim birçok masal, (aslında hiç gelmeyecek) bir gelecek vaadetmeyi görev edinmiş sözcüklerle başlar. Yine aynı paragrafta, "başkalarını anlamaktan" söz ediyorsunuz. Oysa gün günden çoğumuzun kendi içiyle ilişkisi kopuyor, ve bir başka bedene sığınmayı da reddediyoruz böylece. Yalnızlık, her çağda böylesi nükleer silah üretebiliyor muydu, bilmiyorum, ama "masalların" artık salt vaatle değil, tam aksi koyu bir vaatsizlikle başlaması gerekiyor, ya da vaatlerin her tanışmada aynı zamanda bir "yalan" da olduklarını söylemeleri... Her ne kadar bu kitabın adı "İstanbul Bir Masaldı" ise bu bir masal değil. Aslında bu romanın kahramanlarınca, bir anlatıcı tarafından, bir zamanlar yaşananlarayani gerçek hikâyelere başka bir yerden bakıldığında, geride kalanların bir masal olarak algılanması olarak özetleyebiliriz. Anlatıcı aslında bir "masal" anlatmak için yola çıkmıyor. Anlatıcı, birilerinin gözünde, bir eli kalbinde masala dönüşmüş olan bir hikâyeyi, birileriyle paylaşmak için yola çıkıyor. Aslında ne gerçek adına, ne de hayat adına bir vaadi var. Anlatıcının en önemli kaygısı "unutturmamak". Çünkü unutmak ve unutulmak, yok olmakla eş değer anlatıcının gözünde. Böylece gerçek hikâyeler masala dönüşüyor. Unutulmamak ve unutturmamak istediği için, anlatıcı, anlattığının gerçek olup olmadığını düşünmeksizin, başkalarına gerçeğin aynası olarak görünüp görünmeyeceklerini bile düşünmeksizin, sadece anlatmakla yetiniyor. Aslında eylemin kendisi bir masalcının eylemi. Orada da anlatmak ve anlatarak hayatta kalmak var. Ama anlatılan sadece ve sadece, "masala dönüşmüş bir hikâye". Anlatıcı "iç dökmelerin" çağından mı geliyor yani? Evet, aynen öyle. Anlatıcı iç dökmelerin çağından geliyor cümlesini burada referans olarak kullanabiliriz. Ya da bir çıkış noktası... Ama sadece iç dökmelerle kalsaydı o zaman, anlatılan, en azından anlatıcı için, inandırıcı olmazdı. Aslında burada, iç dökmelerin yanı sıra, onların yorumlanmaları da var. Bir başka deyişle, yaşananların, yani yaşanmışlıkların, nafile ya da değil yeniden inşa edilme süreci ve çabası var. Yani, her ne kadar "iç dökmelerin" payı olsa da, salt iç dökmelerle sınırlandıramayız. Çocukluktan geleceğe evrilen hoşnutsuzluğumuz bizim... "Kim, kimde, kim için kalmıştı?". Roman bu soruyla başlıyor. Kitapta, "anlatıcı", henüz başlarken daha, "çocukluktan" bahsediyor. Hoşnutsuzluktan büyümeyen bir çocukluk mu bu? Bu çatalağzında iki soru var. İlk yorumunuz üzerine konuşmalıyım önce, çünkü kırılgan bir nokta; "Kim, kimde, kim için kalmıştı?" sorusu. Doğru bu soru, romanın ruhunda yer alan ve romanı, hikâyeyi var eden en önemli sorulardan biri. Bir ana fikir bile diyebiliriz. Bu soruyu en başta bile soruyor anlatıcı söylediğiniz gibi. Çünkü okurun dikkatini böyle bir gerçeğe çekmek istiyor. Ardından gelen sorular aslında birbirini doğuran sorular. Belki de hep bu soruyu daha çok sordurtmaya, sorgulatmaya ve yanıtlarını buldurtmaya çalışan sorular. Öyle bir sorun var ki burada, her ne kadar bir yanıt bulunur gibi olsa da; her soru birbirine doğurgan, bir sorular girdabındayız. Romanın sonunda anlatıcı, "anlat, anlat, anlat..." diyor. Sanki anlatacaklar hâlâ bitmemişçesine. Bir çocukluk döneminden geleceğe taşınan bir "hoşnutsuzluk" söz konusu, evet. Romanın hikâyesini bu ne kadar ilgilendiriyor, bilemem. Ama anlatıcının ve romanın varoluş sorunsalında bu var. Bu anlamda, anlatıcı biraz da benim. Haliyle, benim çocukluğumda, ilkgençliğime geleceğe taşıdığım, beni çok derinden yaralayan ve bende izler bırakan birtakım ruh yaralanmaları ve ruh göçleri oldu. Belki de bu nedenle yazar olmak ve anlatmak istedim. Belki de bu nedenle çağdaş bir "masalcı" olmak istedim. Bu romanı her ne kadar ilgilendirmese de, romanın özünde bunu hissettiğiniz için size minnettarım ve bunun hissedilmesine itirazım olmaz. Karakterleriniz için, onların belki de iğdiş edilmiş, yağmalanmış kaderleri için bir buluşma noktası, bir çatalağzı, sansürlenmiş bir meydan yaratmak için bir çaba gösterdiniz mi, roman kendini yarattığı süreç içersinde? Birbirine tutulmuş lirik bedenler için her daim bir kesişim noktası, gizil bir meydan tasarlamak oldukça zor. Tanrı olmanın da özgün zorlukları ve ge tirdiği nicel iç hesaplaşmalar olmalı. Yazar kendine paha biçmeli "inşa ettiği" hayatları. Başlangıçta, anlattığım ailenin bireylerini, romanı yazmaya başladığımda bir yerde buluşturmayı istemedim değil. Yani, hayatları adına birtakım sınavlardan geçip başka hayatları yaşayacaklar ve onlar bir yerde buluşacaklardı. Bu kesişme, buluşmanın gerçekleşeceği çatalağzı, bir bayram akşamı yemeği miydi, bir cenaze töreni miydi? Bu başlangıçta sorulması gereken ve başlangıçta sorulan sorulardan biriydi. Şimdi kendisini saygıyla andığım Bilge Karasu ile de bu konuyu oturup konuşmuştuk, "nerede buluşabilirler?" diye. Ama sonra bundan vazgeçtim. Yine de bir iki yerde buluştular. Belki şunu söylemeliyiz: birbirleriyle ayrı düştükleri halde, hayatın artık dönülemeyecek bir anında kendilerini, birbirlerini hissedecekleri bir mekânda buluştular. Bu mecazi bir karşılığı tabii buluşmanın. Somut bir mekân arayacak olursak, tabii ki bu buluşma noktası İstanbul’un kendisi. İstanbul burada, kimi insanların bir umudu taşıyarak yaşadığı ve bu umudu taşıyarak geldiği, ya da kenti hissederek bir başka umuda ya da umutsuzluğa göçtüğü bir mekân. İstanbul, başka bir açıdan bakıldığında, anlatıcı bir yana bırakırsak, romanın baş kahramanıdır. Çünkü tüm kahramanları kucaklıyor. İstanbul hem umut, hem yalnızlık bu insanlar için. Hem doğum, hem ölüm. Ortak yanları, hepsinin hayatında bir veya birden fazla bir İstanbul’un olması. "Bir yerden sonra hayatımızın ve ihtimallerin insafına kalıyoruz." Bu romanın tüm kahramanları, gerek Olga olsun, gerek Madam Esterya gerekse Kirkor Amca "çok gizli" damgası taşıyan bir sır karanlığında bir iç hesaplaşma yaşıyorlarmış gibi hissettim. . Kahramanlarının her biri ayrı ayrı derin bir iç deniz hesaplaşması yaşayan bir romanın bilançosu ağır olmalı? Ağır olmalı tabii. Kimin için ağır? hikâyeyi yazan için mi, yoksa hatırlamak zorunda kalıp, hatırladıklarıyla anlatan ve kendisini var eden anlatıcı için mi, yoksa anlatıcıya kendilerini gösterip, bu hikâyeyi bağışlayan kahramanlar için mi? Anlatıcı, daha önce de dediğim gibi, aslına şu kaygıyı taşıyor: Unutmayarak, duyarak var etmek ve yaşatmak. Hem kahramanlarının kaderleriyle, acılarıyla, iç sürgünleri ve hesaplaşmalarıyla unutulmamalarını istiyor ve onlara sahip çıkıyor, hem de bu kaderle ve bu kaderlerle kurduğu ilişik, ilişki nedeniyle kendisini de yaşatmak istiyor. Şöyle bir açıklama yapabiliriz, belki bir ışık tutar bu söylediklerimize: İstanbul Bir Masaldı’nın yetmişseksen sayfasını yazdığım ve bu kısım Almancaya aktarıldığı günlerde, 1999’da, bir konuşma yapmak için Almanya’ya, Berlin’e gittim. Konuşmamda kitap hakkında birşeyler söyledim. Söylediklerim, Almancaya tercüme edildi. Bir de bir Alman eleştirmen romanım hakkımda genel bir yorumda bulunmak için oradaydı. Fakat bu konuşmadan önce benimle konuşmak istediğini söyledi ve bana şöyle bir yorumda bulundu: "Romanı okurken sizi bir erkek şehrazat olarak gördüm". Biraz deşmek istedim bu fikri. Kendisine "Ama biliyorsunuz Şehrazat ölmemek için anlatıyordu" dedim. O da karşılık olarak, "Ben de size bunu anlatmak istiyorum" dedi. Bu yorum, Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere benim romanım için, "İstanbul Bir Masaldı” için yapılmış en güzel yorumdur. Bu masalda, "dönmek üzere" giden kimse geri dönmemiş. En derin uykusunu uyuyan bir trajedi sanırım bu. Evet, doğru. Çok güzel bir saptama bu. Teşekkür ederim. Çünkü bu roman göçlerin olduğu kadar, ruh göçlerimizin de hikâyesi. Güzel olan ve hayatı anlamlı kılan bu değil midir? Bir yerlere gidersiniz, "başkası" olursunuz, ve döndüğünüzde "o insan"ı , "başkası" olarak bulursunuz. Büyük bir kırgınlıktır yalnızca. Kahramanlar da, o zaman hikâyelerini "göze almaların" çağında yaşamayı tercih etmişler... Biraz öyle. Ama zaman zaman şunu da düşünürüm, bu sadece bir tercih miydi yoksa bir zorunluluk mu? Bilemiyorum. Fakat en azından gittikleri yerden bambaşka insanlar olarak döndükleri çok doğru. Albümlerin bize anımsattıklarından kaçmak istediğimiziisteyebileceğimizi yazmışsınız. Bu hikâyenin tüm kahramanları için de kendi iç labirentleriyle sınırlandırılabilecek olsa da, aslında hepimizde zaman zaman dilveren bir "kaçış arzusu" nun varlığı iddia edilebilir mi? Neden, neyden dolayı olduğu, hangi denizden doğduğu flu olan, pek de belli olKİTAP SAYI ? SAYFA 20 CUMHURİYET 886
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle