23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Adenauer, “Tarih, önüne geçilebilecek, fakat geçilememiş veya geçilmek istenmemiş hataların toplamıdır” sözünde haklıysa, bunun sorumluluğunu tarihin kendisi, insanlık, evren ve eğer inanıyorsak Tanrı huzurunda yüklenmek zorundayız. Çıkış yolunu, birbiriyle sorunlu toplumların birbirlerini tanımasında aramalıyız. Erdoğan AYDIN Kritik Ç oğu zaman birbirine karıştırılıyor ama, milliyetçilikten ayrımla yurtseverlik, ülkenin tasada ve kıvançta ortak olan yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini savunmakta belirleniyor. Farklı siyasal ve sınıfsal tercihleriyle, farklı kimlikleriyle yurttaşların ortak yaşam alanı olan ülkeyi, dış sömürü ve emperyalist amaçlara karşı olduğu gibi, onların kopmaz parçası olan işbirlikçilere ve/veya onlar gibi ülkeye ve halka karşı sömürü ve baskı uygulayanlara karşı savunma bilincidir yurtseverlik. Bir yurtsever, ülkesinin tarihini millet cenderesine almadan sahiplenir; farklı dil ve inançlara sahip yurttaşlara karşı da kendisine gösterilmesini istediği saygıyı gösterir. Her türden milli önkoşullanmanın, sanılanın aksine ülkenin bütününe ve geleceğine yarar değil zarar veren bir anlam taşıdığı gerçeğini anlamak için ise tarihe ve günümüzün gelişme dinamiklerine soğukkanlılıkla bakmak yeter. Milletlerin küçük birer azınlığını oluşturan egemenlerin, milletlerin çoğunluğunu oluşturan halklara karşı baskı ve sömürü tekelini elinde tuttuğu gerçeğinin bilincinde olmak, ülkelerin, çoğu zaman içeride aranması gereken sorun çözümlerinin de anahtarını verir. Ülkemizi gerçekten sevmek onu bütün renkleriyle sevebilmekten geçer; bunu başarmak ise, tüm bu renklerin önkoşullanmalardan uzak bilgisine sahip olmakla mümkün. Bilgi, sadece diğer halklara karşı önkoşullanmalardan kurtulmamızı değil, aynı zamanda bu önkoşullanmalarla haklarımızın ihlal edilebilmesine son vermenin de koşullarını sağlar. Tarih, Modernite ve Ermeniler Bütün dünyada görüldüğü gibi milliyetçilik ve dincilik geliştikçe barıştan, birlikte yaşama kültüründen uzaklaşıyoruz. Biz böyle geriye savruldukça milletlerimiz daha iyi koşullara ulaşamıyor tabii. Tam tersine, dünyayı, dünyaya geldiğimiz kimlikler ekseninde baktığımız ve bu eksende birbirimize karşı önyargılar yükselttiğimiz oranda hep birlikte daha güvensiz, daha çok sömürülen bir dünyaya mahkum oluyoruz. Çocuklarımıza cenneti olmasa bile daha güvenli, daha adil bir dünya verme olanağından biraz daha uzaklaşıyoruz. Giderek çakıl taşları, insanlarımızın can güvenlikleri ve insanca yaşam haklarından daha önemli hale geliyor. Çakıl taşı hamaseti üzerinden sosyal devleti, temel hak ve özgürlüklerimizi, kendimiz ve komşularımızdan yana doğru bilgilenme olanaklarımızı daha da yitiriyoruz. Biz hamasete boyun eğdikçe dünyanın silah tüccarlarını zenginleştiriyor, emperyalizmin hâkimiyetini ve bizi gütme yeteneğini güçlendiriyor, hak ihlallerini, yoksullukları, hortumlamaları, işkencecileri, mayınları, yasakları artırıyoruz. Oysa birbirimizin ve ortak tarihimizin gerçek bilgisine ihtiyacımız var. Bu bilgi sayesinde sadece önyargılarımızdan arınmış olmayacak, aynı zamanda temel hak ve özgürlüklerimizi kullanabilir hale gelmeye ve çocuklarımıza daha iyi bir ülke bırakma gücüne sahip olmaya başlayacağız. çekliğiyle de seviyor muyuz gerçekten? Bana böyle düşündüren şey, Aras Yayınları tarafından hazırlanmış olan, Rene Grousset’in “Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi” ve Boğos Levon Zekiyan’ın “Ermeniler ve Modernite” adlı kitapları oldu. “Uzun bir geçmişe dayanan TürkErmeni ilişkilerinde 20. yüzyıl, kuşkusuz en karanlık dönemi oluşturmuştur” diye yazıyor Zekiyan, “Ermeniler ve Modernite” adlı kitabında. 19. yüzyılın sonlarından başlayıp 191516’da doruğuna ulaşan vahim olaylar, ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın, o uzun ve çoğu zaman samimi ilişkiler tarihinde bir uçurum yaratmıştır. Fakat tarihin herhangi bir evresinde yönü değiştirilemeyecek bir nokta yoktur. Aksi taktirde tarihin en vahim durumlarından bile daha vahim bir durumla karşı karşıya kalırdık. O halde tarihin akışına yeni bir yön verme çabalarına girişmemekte karşılıklı ısrar, hataya hata eklemek olacaktır. Alman devlet adamı Konrad Adenauer, “Tarih, önüne geçilebilecek, fakat geçilememiş veya geçilmek istenmemiş hataların toplamıdır” sözünde haklıysa, bunun sorumluluğunu tarihin kendisi, insanlık, evren ve eğer inanıyorsak Tanrı huzurunda yüklenmek zorundayız. Başka çıkış yolu yoktur. Bu tür çabaların hareket noktasını, kanımca söz konusu toplumların birbirlerini tanımasında aramalıyız. Çok basit, hatta hatırlatılması bile fuzuli sayılabilecek bu zorunluluğun, maalesef, tüm bir yüzyıl boyunca farkına varılamamış, daha doğrusu her iki taraf da kendi gölgesine sığınmak istemiştir.” Bu küresel dünyada milli önyargılarımızın, artık altına sığınılabilecek bir gölgesi kalmamıştır. Dolayısıyla daha fazla zaman kaybetmeden, en doğru noktadan, bu toprakların gerçek tarihini ve bizden hiç de farklı kana, farklı gene sahip olmayan diğer kimliklerden insanları öğrenmeye başlamamızda sayısız yarar var. Atalarımız diye sunulan egemenlere teslim olmadan, takım tutar gibi onların hatalarını savunma kompleksi duymadan, insanı ve halkları eksen alan, barışı ve hakları kutsayan yeni bir öğrenme sürecine gereksinimimiz var. Bunu yaptığımız oranda emperyalizmin istismar olanaklarına da ket vurduğumuzu göreceğiz Zekiyan’ın da belirttiği gibi, “20 yüzyılın gerek Türk gerek Ermeni tarihçiliğinde belirgin bir tekyönlülük hüküm sürmüştür. Bu tekyönlülük bugün artık yerini daha dengeli, daha ussal, daha gerçekçi bir tutuma bırakmalıdır. Türk tarihçiliği genelde Osmanlı İmparatorluğu’nu Ermeniler için bir ‘dünyevi cennet’ görünümünde takdim etmeyi adeta bir görev bilmiştir. Aslında hiçbir devlet için böyle bir taktirde bulunulamayacağı açıktır. Buna karşın 20. yüzyılın Ermeni tarihçiliği de, yaşanan travmatik şokun etkisiyle, Osmanlının Ermeni ulusuna sunduğu imkânları unutabilmiş ya da bilinçaltına itelemiştir. Toplumlar düzeyinde koşullanmalardan ve hissi tutumlardan arınıp, tarihsel araştırmaları da bunlardan arındırmakta geçkalınmış olsa bile, çalışmaya koyulmak için hiç de geç değildir”. ACILARDA VE BAĞIMLILIKTA ORTAKLAŞMAK Türkçede “Bozkır İmparatorluğu” kitabı da yayımlanmış olan ünlü Fransız oryantalisti Grousset, “Ermenilerin Tarihi” adlı bu son kitabında, Ermeni halkına, bu halkın tarihine dair bize oldukça kapsamlı bir fotoğraf sunuyor. Bu fotoğrafın önemi, sadece çok geniş bir kaynakçadan hareketle Ermenilere dair, Milattan Önce 3. bin yıllara uzanan bilebildiğim en kapsamlı çalışma olmasıyla sınırlı değil; çünkü Grousset, Ermenilerin öyküsü içinde ve bazen Ermenilerin gözüyle Bizans’ı, Sasanileri, Emevileri, Abbasileri, Selçukluları, Gürcüleri, Kürtleri, Süryanileri de anlatıyor. Böylece ortaya Ermenileri merkezine alan ancak bölge halklarının bütününü kucaklayan bir tarih çıkıyor. Bu tarihin içinde bütün halkların tarihlerinde olduğu gibi yükseliş ve düşüşler, kahramanlık ve çürümeler bir bir gözümüzün önünden geçiyor. Birbirimizden koparılamaz taraflarıyla öylesi ilginç öğeleri var ki bu tarihin... Örneğin Malazgirt’e gelen Bizans ordusunda Hazarların, Kıpçakların, Komanların ve Uz /Oğuz Türklerinin varlığına karşılık, Kürtlerin ve bir kısım Ermeninin de Selçuklularla mevzilenmesi söz konusu ki, bunlar bizim milliyetçi koşullanmışlığa uğramış bilincimizin öyle kolayca hazmedemeyeceği gerçekler. Selçukluların kazanması sonrasında Alpaslan’ın, Diyojen’e gerçekten de “şövalyece bir nezaketle” davranışı ise, o günlerden çok daha geriye savrulmuş şovenlerimiz açısından, içselleştirmemiz gereken bir ders niteliğinde. Zekiyan’ın kitabı, Grousset’nin tarihini, belli bir kesintiyle günümüze taşıyarak adeta tamamlıyor. Ermeniler ve Modernite’nin ilginç anekdotlarından biri, daha düne kadar, İstanbul’dan Siirt’e iç içe yaşadığımız Ermenilerin, modernite ile çok erken bağ kurmuş olmasına yapılan vurgudur. Bırakalım Anadolu’nun bozkırlarında iç içe yaşadıkları bizleri, kendilerinden çok daha batıda yaşayan Balkan Hıristiyanlarından bile çok daha derin ve erken bir şekilde modernite ile tanışmalarındaki giz, gerçekten de araştırılmaya değer; ki Zekiyan’ın kitabı bu konuda bize ipuçları veriyor. Tabii buradan hareketle, Anadolu’yu zamanının ilerisine taşıyabilecek bu ilginç dinamiğin, sürgünü yerine içselleştirmesini öngören hümanist bir devlet vizyonunun, hem dünkü hem de bugünkü hayatlarımıza etkileri üzerinde düşünmeye değer. Oysa bizim o dönemki egemenlerimiz, adeta emperyalistlerle yarışarak tersini yapacak, hem Anadolu’nun Ermeni yerlilerine hem de TürkKürt Müslüman halka büyük travmalar yaşatan çözümleri tercih edeceklerdi. Sonuç, onlardan yoksun ama bizlerin de bağımlılık ve gerilikte yaşadığımız bir tarih ve coğrafyadır. Hep birlikte yoksullaşarak, hep birlikte acılar çekerek çıktığımızı sandığımız bu tarihin biricik gerçeği ise, emperyalizmin kazandığı, bizlerin ise hep birlikte kaybettiğimizdir. ? KİTAP SAYI 888 MİLLİYETÇİ ÖNYARGILAR NEYİ BÜYÜTÜYOR? Bu toprakların tarihini, farklı dillere, farklı inançlara sahip topluluklarını, birbirimizle nasıl harmanlandığımızı ve nasıl sorunlar yaşadığımızı genellikle bilmiyoruz. Daha kötüsü merak etmiyor ve bu bilgileri gereksiz görüyoruz. Oysa bu toprakların diğer renklerini bilmek, aynı zamanda kendimizi de doğru bilmenin anahtarını oluşturuyor. Bilmek hem önyargısız olmayı hem de empati yapabilmeyi, yani kendimizi onların yerine geçirerek, onların gözüyle de sorunlara bakabilmeyi gerektiriyor. Bunu yapamamanın bedeli ise, diğer milletlerin isminden hakaret üreten bir şovenizmin aramızda güçlenerek dolaşabilmesi ve bunun kaçınılmaz parçası olarak kendi yaşam kalitemiz ve güvencelerimizin gün günden azalmasıdır. Soğukkanlı bir yüzleşmeye girdiğimizde bu noktada almamız gereken epeyi mesafe olduğu kesin. Ne yazık ki sadece bizimle de sınırlı olmayan bir zaaf bu. Ne yazık ki dünyanın tüm halklarının bilgiye yönelme ve empati geliştirme noktasında çok gerilere savrulduğu bir konjonktürde yaşıyoruz. Bu ise gazete haberlerinden bile gördüğümüz gibi dünyamızı her gün daha da sorunlu hale getiriyor. Milliyetçilik yükseldikçe sorunlarımızla soğukkanlı bir hesaplaşma yapabilme kapasitemizi de yitiriyoruz. SAYFA 28 TARİHİN YÖNÜNÜ DEĞİŞTİRMEK Bu toprakların kültürlerinden biri temel ahlak kuralı olarak “özünü dar’a çekmekten” söz ediyor; özümüzü ne denli dar’a çekebiliyoruz? “Bilgiden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyor, bilgiye ne denli değer veriyoruz? Dahası, “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan / Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir” diyen 750 yıl öncesinin Yunus’una ne denli yaklaşabiliyoruz?.. Bu toprakların, yani sevgili yurdumuzun tarihsel karmaşasını, kültürel zenginliğini, değişim, kırılma ve yenilenme dinamiklerini ne kadar tanıyoruz? Yurdumuzu sevmekten, uğruna ölmekten söz ediyoruz, ama ona giydirdiğimiz tek rengin ötesinde, renk cümbüşündeki kendi ger CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle