23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Yarın Cahit Sıtkı’nın ellinci ölüm yıldönümü... Bir şair düşünün, ölümünden sonraki yaşı, yaşam yaşının üzerine çıkıyor. İstanbul’un en büyük “mustarip”lerinden biri olarak Cahit Sıtkı’yı tanımak istemez misiniz? Hele de ellinci ölüm yıldönümünde. geliyor denebilir. Gerçekte Sait Faik de Oktay Akbal da İstanbul’u anlatmaya girişmiyor. İstanbul, öykülerdeki anlatıcıdan pay alığı oranda gerçeklik kazanıyor çünkü. Sonuçta İstanbul, bir açıdan vitrin süsü olarak yer tutuyor bütün bu öykülerde. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası İSTANBUL CANGILINDA BİR KIRILGAN BEYEFENDİ Elbette her üç yazarın da, bu kapalı evrenden başlarını kaldırıp doğrudan İstanbul’a yöneldiklerine hiç mi hiç tanık olunmadığı düşünülmemeli! O zaman sözgelimi Orhan Kemal’in de Oktay Akbal’ın da hemen elöyküsel bir anlatıma kaydıkları ya da özöyküsel olsa bile, bir yolunu bulup evreni anlatmaya giriştikleri öne sürülebilir pekâlâ. Sait Faik’te bu daha açık seçik gözleniyor. İstanbul evrenini öne çekecekse eğer, bunu göstere göstere dolaysız biçimde yapıyor o. Cahit Sıtkı da öykü evrenini kurarken Sait Faik gibi davranıyor. Ya İstanbul’u umursamazmış havası yayıyor, kurduğu evren buna yaslandığı halde ya da anlatıyor yalnızca, öykü evreninin anlatıcısı olup çıkıyor bu durumda. Bunlar dikkate alındığında üçlü değil dörtlü gibi de değerlendirilebilir yukarıdaki öykücüler. Sözgelimi Cahit Sıtkı’nın yayımlanan kırk üç öyküsünden yalnızca ikisi Ankara’da, bir ikisi bir ölçüde Anadolu’da, daha çok da belirsizlik içinde geçerken, geriye kalan öyküler hep İstanbul’a özgülenmiştir. Anlatıcı öylesine yalnızlık duygusu içindedir ki, İstanbul başkalarına gülümsediğinde ona sırıtıyor gibidir. Bu, gezindiği evrenle barışık olmadığını, aralarında geçirgenlik bulunmadığını; o ayrı bir evrende tutukluyken, İstanbul’un bambaşka bir evrende durduğunu ele veriyor. Oktay Akbal’la Orhan Kemal’de de gerek evren bağlamında gerekse anlatıcı aracılığıyla yoğun arayış gözleniyor. Ancak Orhan Kemal kahramanları, “gelecek” arayışı içindedir, sürekli mutluluğun yaşandığı, işsizliğin sona erip geçim sıkıntısının ortadan kalktığı bir dünyasal evren özlemidir bu. Oktay Akbal anlatıcısı ise daha çok kendini arayış peşinde görünür öykülerde. Anlatıcının çevresi, evrenle aralarında geçirgenlik bulunmayan bir zırhla kaplıdır sanki. Sözgelimi sık sık omzuna bir el dokunur anlatıcının, o zaman bir an için ürpererek kendine döner kahramanımız. İşte tam bu anda anlatıcının öznel, kapalı dünyasıyla bu evrenin nasıl örtüştüğü, ama nasıl da İstanbul dışında kurulduğu gözlemlenir. Böyle durumlarda İstanbul var mıdır, yok mudur bu da belli değildir. Öykü evreni de, İstanbul da anlatı için Platonvari gölgeden ibarettir, o kadar. Anlatıcı bu durumu sıklıkla yaşar üstelik. Anlatıcı gerek öykü evreni içinde gerekse İstanbul karşısında ussal bir yarılma içinde gibidir. Bir içinde görünür bunların, bir dışında. Cahit Sıtkı’nın temel duruşu da bu ilişkilenişle artık tam anlamıyla ortaya çıkmıştır denebilir. Tek bir tümceyle dile getirecek olursak, onun bu öykülerdeki temel duruşu; hep arayış, ama hiçbir zaman kavuşamayış, buluşamayış olarak beliriyor. Böyle olunca, anlatıcının bir cam hücre içinde gezindiği bile söylenebilir. Bu derin yalnızlığın nedenleri üzerinde özellikle durulması gerekiyor. Cahit Sıtkı’daki temel sorunsal işte bu derin yalnızlıkta düğümleniyor çünkü. Bireyin iletişimsizliğinde. Gerçekten de Cahit Sıtkı öykülerindeki anlatıcılar, bireysel ilişkileniş güçlüğü yaşıyor sürekli. Hem kalabalıkta yalnızdır onlar hem yalnızlıkta yalnız. Nitekim “Çirkin Kız” başlıklı öyküsünde anlatıcı, “Zaten kalabalık içinde yalnızlığı tenhadaki yalnızlığa daima tercih ettiğim için...” der; bu söz Cahit Sıtkı’daki düşünce dizgesinin nasıl yapılandığını ele vermesi bakımından da önemli bence. İstanbul’un en büyük “mustarip”lerinden biri olarak Cahit Sıtkı’yı tanımak istemez misiniz peki? Hele de ellinci ölüm yıldönümünde. ? SAYFA 37 C ahit Sıtkı, ne diyordu o ünlü şiirinde? “Yaş otuz beş yolun yarısı eder”. Pek çok şiiriyle bizi can evimizden vurmuş bir şair. Kısacık ömre sığdırılabilecek bir büyük yalnızlığın, anbean yaşanmış yabancılığın anıt adı. Yukarıdaki dizede öyle diyordu ama kırk altıncı yaşında ayrıldı aramızdan Cahit Sıtkı. Oysa yarın onun ellinci ölüm yıldönümü: 13 Ekim 2006. (d.1910) Bir şair düşünün, ölümünden sonraki yaşı, yaşam yaşının üzerine çıkıyor. Galiba sanatçıların (bilimcilerin, düşüncecilerin) büyüklüğü burada çıkıyor ortaya. Yaşam yaşları kaç olursa olsun, ölüm yaşlarındaki sayı yükseldikçe, sanki biraz daha yaklaşıyor bize bu insanlar. Cahit Sıtkı da bunlardan, daha pek çok sanatçı gibi... Ama onu yaşadığı yaşın üzerinden onca yıl sonra ölümünün ellinci yılında da anabiliyorsak şairliğinden kaynaklanıyor bu. Onun terütaze bir yanı daha var; öykücülüğü. Hoş ilk yayımlanış tarihleri dikkate alındığında 1930’ların, 40’ların verimleri bunlar. Ne var ki topluca yayımlanıp da bir “ilk kitap” niteliğiyle okura sunuluşu çok yeni. Cahit Sıtkı’nın, yıllar önce Cumhuriyet’te yayımlanmış öykülerinin bir kitap olarak okura ilk kez sunuluşunun üzerinden belki birkaç ay ancak geçti. Ad babalığını Erdal Öz’ün yaptığı Gün Eksilmesin Penceremden (Can, 2006) başlıklı öyküler demetinde Tarancı’nın toplam kırk üç ürünü yer alıyor. Altmış beş, yetmiş yıl önce yayımlanan öyküler, bir kitap halinde yeniden yayımlanmaya girişildiğinde herhalde ilk basımın bir kopyası biçiminde yapılamazdı bu iş. Üstelik ben yapacaktım yayına hazırlığı. Ama nasıl bir yol izleyecektim bunun için? Cahit Sıtkı kaç yaşında? mayan sözcükler için ne yapılmalıydı? Günün yaşam hayhuyu içinde anlam bulan, o yıllara özgü yaşanmışlıkları ele veren sözcükler nasıl çıkarılacaktı? Bu arada yayımlanmadan önce dosyayı iki ayrı gencin okumasını da sağlamanın doğru olacağını düşündüm. Öyle ya gençlerin algı, alımlama evresinde nasıl bir yer edinecekti acaba Cahit Sıtkı’nın öyküleri? Kadınların gerek öyküye yatkınlıkları gerekse erkeklere oranla daha yoğun okuma alışkanlıklarını göz önüne alarak dosyayı iki kadına okutmaya karar verdim. Kan kızım Göze Aslankara’ya, can kızım Aslı Özünlü’ye eş zamanlarda, ama ayrı ayrı verdim dosyaları. İlki yüksek lisansını tamamlamıştı, öteki lisans öğrenimini sürdürüyordu henüz. Her ikisinden de anlama geçmekte zorlandıkları sözcüklerin altını çizmelerini istedim. Bu arada Mustafa Şerif Onaran’la, Yusuf Çotuksöken’le görüştüm, kimi konularda kendilerine danışma gereği duydum. Göze’yle Aslı’nın okumalarından sonra dosyalarda ortaklaşa altı çizili sözcükleri saptadım. Her ikisi de yirmili yaşlarındaydılar, ama Aslı, Göze’ye oranla daha çok sözcüğün altını çizmişti. Ardından bunlar için bir “Sözlükçe” çalışmasına giriştim. Öte yandan gerek Onaran’dan gerekse Vildan Ertürk’le Arınç Aktan’dan dönem deyişleriyle Fransızca sözcükler konusunda azımsanmayacak katkı aldım. Dosya enikonu şekillenmişti. Üç ayrı kez düzeltisini yaptığım son çıktıyı Ankara’dan kargoyla Duman’a gönderdim. Gün Eksilmesin Penceremden, bunca emekle çıktı işte ortaya. Kitap yayımlandıktan sonra, her zamanki incelikli, yüceltici tutumuyla beni arayıp radyo için bir söyleşi gerçekleştiren Nursel Duruel’e de anlattım bu serüveni konuşmamızda. Bunca katkıyı, yardımı aldım ya onca insandan, yine de sorumluluk benim elbette; yazım yanlışlarının da, sözcüklere verilen karşılıklardaki yanlışlıkların da sorumluluğu bana ait, başkasına değil. İMECEYLE KOTARILAN ÖYKÜ KİTABI... Doğrusu böyle bir işi ilk kez yapacaktım, ama daha önce kimi yazarların farklı basımları üzerine karşılaştırmalı değerlendirmeler yapmıştım yine de. Sözgelimi Sabahattin Ali’nin Varlık Yayınları’yla Yapı Kredi Yayınları’nda çıkan tüm kitaplarını sözcük sözcük karşılaştırmış, bunlar üzerine Agora dergisinde bir dizi yazı kaleme almıştım. Ne ki böylesine büyük bir sorumluluğu da ilk kez üstlenecektim işin gerçeği. İşte o zaman bir öykü imecesine girişmenin en doğru tutum olacağını düşündüm. Yayın yönetmeni olarak Faruk Duman da buna destek verince kolları sıvadım. Nursel Duruel’le görüştüm örneğin; böyle bir çalışmada nasıl bir yol izlememin daha doğru olacağını sordum kendisine. Sevgi Özel’le görüş alışverişinde bulundum. Bu arada okumalarım da sürüyordu. Üç ayrı zamanda farklı yaklaşımlarla okudum dosyayı. Özgünleri, biri Varlık’tan, geriye kalan tümü Cumhuriyet’ten tıpkıbasımla sağlanmıştı. Bunları yoğun bir emekle derleyen, İsmail Cem’di, salt onun varlığı bile bu işin bir imeceyle kotarılacağının imiydi zaten. Yazım işi kolaydı, günün geçerli kurallarına uydurulabilirdi pekâlâ öykülerin yazımı. Ama eskimiş, artık kullanımda olCUMHURİYET KİTAP SAYI BİR İSTANBUL ÖYKÜCÜSÜ: CAHİT SITKI Nasıl bir evren Cahit Sıtkı’nın öykülerinde bizi kuşatan? Özellikleri neler? Nasıl biçimlendirilmiş, nerelere dek uzanıyor, komşu ya da akraba alanlar var mı, varsa hangileri? İlk ağızda vurgulanması gereken, öykülerdeki evrenin hem öznel hem de kapalı oluşu yanılmıyorsam. Şaşılacak bir yan, ama Cahit Sıtkı da tıpkı Sait Faik, Orhan Kemal, onların özgün izleyicisi Oktay Akbal gibi hem öznel hem kapalı bir evrene dayandırıyor öykülerini. Bunu, özöyküsel anlatımla kurdu869 ğu benanlatıcılı öykülerinde somut biçimde görebiliyoruz. Evet, üçü de İstanbul’u öykülüyor bu yazarların, ama öznel bir İstanbul bu, kapalı da. Sait Faik’le Orhan Kemal’in bir dönemki verimler toplamıyla Oktay Akbal’ın tüm verimi böylesi öykülemeyle karşı karşıya getiriyor bizi. Bu üçlüden geldikleri öne sürülebilecek başka başka öykücülerden de söz edilebilir burada. Örnekse Adnan Özyalçıner bunlar arasında gösterilebilir, geçmişten günümüze daha başka adlar da eklenebilir listeye. Yukarıda andığım üç öykücü (Sait Faik, Orhan Kemal, Oktay Akbal), çok farklı biçemlere sahip olmakla birlikte aralarında geçirgenlikler yansıtan “kardeş” verimciler bence. Çünkü üçlü, İstanbul’u odakladıkları öykü evrenlerinde, anlatıcılarıyla dolaşırlarken açıkmış gibi bir tutum yansıtmalarına karşın oldukça tutucu sayılacak bakış sergiliyorlar. Öznel olmaları yetmiyor, kapalılar da aynı zamanda. Bu, Orhan Kemal için bir çelişki gibi alınabilir. Ancak yine de temkinli yaklaşmak gerektiği kanısındayım ben buna. Yazar, kurduğu evrende, anlatıcısı aracılığıyla İstanbul kazan, o kepçe dolaştığı halde, bir açıdan serapta gibi ele alıp işlemiyor mu İstanbul’u? Çünkü kahramanlar açlık, işsizlik algısıyla evreni öznelleştirirken bu durum, içe kapanmalarına yol açıyor onların. Sonuçta evren içe kıvrılıp kapanıyor bu nedenle. Sait Faik’teki evrenle Oktay Akbal’daki öykü evreni de yine farklı gerekçelerle alabildiğine öznelleşip içbükey bir hale
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle