06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

[email protected] Kitapların rüyası, rüyaların kitabı... Rüya, düşlem üzerine kitaplar olur da kitaplar rüya görmez, düşlem kurmaz mı sanırsınız? Nitekim hangi kitap, engelsiz, yasaksız, özgürlük içinde okurla buluşmanın düşünü kurmamıştır dersiniz? Bu nedenle her kitap, kanatlanıp gönlünce dolaşmayı her yakaya ulaşmayı ister ilk önce. Böylesi rüya, düşlem çok görülebilir mi kitaba? İşte kitap fuarları, kitapların bir tür rüya, düşlem şenliği olarak alınabilir… 1220 Kasım 2016 günleri arasında gerçekleştirilecek TÜYAP 35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı için geri sayım başladı… Kitap fuarları, kitaplarla yazarların özlemle beklediği bir etkinlik kuşkusuz. Ne türden bir özlem bu? Hiçbir baskı, şiddet görmeden, engel, yasak yaşamadan, kitapların kendi düşlemlerini, özgürlük, barış içinde âdeta rüya halinde uçurup verimleyiciyle alımlayıcıyı, okurla yazarı buluşturma, onların birbirlerine dönük dünyaları içinde aralarında köprüler kurup onlara yeni yuvalar kurdurma özlemi diyebiliriz bunun için. Kanatlarında neyi taşırsa taşısın bu tür bir düşlemi çok görebilir misiniz kitaba? Yazar, kitap, okur kuşku yok ki birbirini bütünleyen moleküler yapı içinde, korunaklı konumda, bölünmez, parçalanmaz bütünlük ister. Bu olanaktan yoksun bırakılan yazarkitapokurdan oluşan zincir koparılırsa bunlar birer uzantı olur yalnızca. Üçgen dağılır, savrulma içindeki öğeler de bir köşeye siner. Demokrasinin kurumsal anlamda kendine yer edinemediği, barınamadığı, özgürlükle barışın yaşanamadığı coğrafyalarda ise söz konusu üçgen tehlike olarak algılanıp entelektüel atomların her biri hedef haline getirilir, ötekileştirilerek düşman yapılır… Bir rüyayı, düşlemi kitaba çok görmek aynı zamanda bunu insana yasaklamak anlamına da geliyor ne yazık ki… Oysa bizler her türlü güçlüğün üstesinden rüyalara, düşlemlere tutunarak yol almıyor muyuz, kendimiz için direnme odağı yaratarak güçlükleri aşıp yaşamı da bu şekilde sürdürmüyor muyuz? İnsanın bilim, sanat, spor vb. alanlarda yürüttüğü her türlü etkinlik bunlarla beslenmiyor mu? Ne var ki kitaplar, dergiler kendi düşlemleriyle kanat çırpamıyor artık. Sözgelimi bu yazıya çalışırken ben, yayın yönetmenimiz Turhan Günay gözaltına alınıyor, kültür, sanat, edebiyat dergisi Evrensel Kültür kapatılıyor. Hangi kitap, hangi dergi düş, düşlem uçurabilir, varın siz hesap edin artık! RÜYALARIN DİLİYLE SANATTAN İÇERİ ADIM ATMAK… İnsanoğlunun, kendi rüyalarını yorumlama çabasının bile nasıl da farklı süreçlerden geçerek geliştiği görmezden gelinebilir mi? Bu konuda Freud’u anmadan konuya girmek olası değil. Psikanalist, psikiyatr Özden Terbaş, Psike İstanbul Psikanaliz Kitaplığı işbirliğiyle yayımlanan Rüyalardan Gerçekliğe Psikanaliz ve Sanat (İstanbul Bilgi Üniversitesi yayını, 2016) adlı yapıtında yalnız okurların değil yazarlar kadar öteki sanatlardaki verimleyicilerin de yararlanabileceği yetkin açılımla âdeta başucu yapıtı ortaya koyuyor. Bir yandan tarihsel özetler verip günümüzde gelinen aşamaya dönük bilgilendirme getirirken sanatta yaratıcılığın hamuruna karılabilecek incelikli yaklaşım sergiliyor. Rüyalardan psikanaliz alanına geçildiğinde sanatsal zihin alabildiğine oylumlanırken, bununla örtüşen bir işlevsellik kazanacağı öngörülebilir. Özden Terbaş, psikanaliz evreninde bu olguyu, “yeni bir hümanizmin yol açıcısı”, “devrimci bir güç” olarak niteleyip konuyu doğrudan sanatla harmanlıyor: “Gerek bir sanat eserini inceler ve gerek yaratıcılığa dair süreçleri anlamaya çalışırken gerek bizzat sanatçı üzerindeki etkileri nedeniyle psikanaliz, sanatın her dalında esin kaynağı olmayı sürdürmektedir. İçinde yaşadığımız çağın koşulları düşünüldüğünde Freud’un insanlık için bir umut olduğu öne sürülebilir…” “PSİKANALİZ VE SANAT”… Özden Terbaş, yapıtının “Giriş”inde bizi şu satırlarla karşılıyor: “Psikanaliz deneyimi iki insanın, analizan ve analistin ruhsallıklarının karşılaştığı bir ortam yaratır(…) Duyguların değişik tonlarının keşfedildiği ve işlendiği göz önüne alındığında psikanalizin bir sanat çalışmasını andırdığı söylenebilir(…) Bu anlamda analizan ve analist tarafından yaratılan alan, seansın kendisi bir sanat eseridir…” “…[S] anatı andıran bir disiplin olarak psikanaliz, sanatı daha derinlikli bir şekilde anlayabilmek ve anlamlandırabilmek için de zengin olanaklara sahiptir.” Kaldı ki “sanatın psikanalitik okunmasına dair ilk örnekler psikanalizin kurucusu Freud tarafından başlatılmıştır” zaten. Nitekim Freud’un, “sanatın psikanalitik okunmasına dair” yaptığı çalışmanın Sophokles’ten Leonardo’ya, Shakespeare’den Dostoyevski’ye, İbsen’e vb. uzandığı düşünülürse konunun nasıl da heyecanlı bir serüvene dönüşeceği apaçık görülüyor. Günümüzde, “esere yaratıcısının niyetinin ve amacının ötesinde bir güç, bir değer atfe(dil)mesi” bağlamında bizi daha farklı bir zenginlikle buluşturuyor artık bu yaklaşım… Gerçekten de “eseri, yaratıcısının zihninin bir ürünü gibi ele almak ve yaratıcısının ruhsal durumunu analiz etmeye yönelmek yerine, eseri sanki kendi başına bağımsız bir yapı, âdeta kendine özgü zihni olan ve düşünebilen bir özne gibi Frampton’un (2013) filmler için önerdiği kavramlarla söyleyecek olursak ‘filmvarlık’ın ürettiği ‘filmzihin’ gibi ele alma eğiliminin öne çıktığı söylenebilir.” Terbaş’ın satırlarından sürdürelim yine: “Erken dönemdeki fanteziler başlangıçta bedensel duyumlar olarak deneyimlenirlerken, daha sonra plastik imgeler ve dramatik temsiller biçimini alırlar (Isaacs, 1948). / Fantezi oluşumu benliğin bir işlevidir,” çünkü (38). Rüyalarla düşlemlerin yanında yine benliğin bir işlevi olarak kendini gösteren bilinçdışı fanteziye ket vurma eylemi, aslında doğaya karşı suç işleme bağlamında da alınabilir bir biçimde. O halde bu zorba yaklaşım, insana karşı olduğu kadar doğaya karşı da işlenmiş bir insanlık suçu aynı zamanda. İşte düşler, düşlemler… Tümü de kitaplardan çıkagelip sanat yapıtlarına karışıyor, bunlar aracılığıyla yaşamımızı biçimlendirmeye girişiyor bir biçimde. ATATÜRK’Ü 10 KASIM’DA TARIK AKAN’LA SEVMEK… 10 Kasım’a gelen bu “Kitaplar Adası” yazısında Atatürk’e uğramadan, ondan söz etmeden yazıyı noktalamayı kendime yakıştıramam doğrusu… Ama bu kez doğrudan ona yönelik düşünceler yerine yüce gönüllü, güzel insan Tarık Akan’ın satırları arasından kalkıp anımsayalım istiyorum Atatürk’ü… Bir kahramanla, onu çok seven bir sanatçıyı birlikte anarız böylece. Atatürk’ü öncü olarak alan sinema sanatçısı Tarık Akan, bu “görev” yönünde kendisini dönüştürüp yapılandırmış bir kahraman bağlamında alınabilir bana göre. Ali Karadoğan’ın 5 Şubat 2005’te yaptığı söyleşideki şu sözler, bu yönde kararlılığını ele veriyor onun: “…Türkiye’de bir oyuncu olmanın, sanatçı olmanın gereklerinin en önemli yerlerinden bir tanesini yüklenilmesi gereken bir görev olarak üstüme almıştım ben; bu da ülkenin laik, demokratik, çağdaş bir yapıya oturması için neler lazımsa onlar için bir şeyler yapılması gerektiğine inanan biriyim.” “Biz bir toplumuz, 70 milyon insanız, biz kendi kültürümüzü kendimiz ortaya koyup bu kültürün ana hatlarını dünya insanlarıyla paylaşamadığımız sürece çok tehlike var ülkede” (Bir Yüzün İki Hali / Tarık Akan, Derleyen ve Yayına Hazırlayan: Ali Karadoğan, Dünya KİV yayını, 2005, 3342). Sonra işte o anı kitabı: Anne Kafamda Bit Var (Can, 2002). 12 Eylül’ün bungun günlerinde, gördüğü işkenceden tutukluluğa dek yaşadıkları yanında direncini yitirmeyişine, ağır koşullarda bile yine de başarılı filmlere imza atabilme serüvenine yönelik bir özyaşamöyküsü romanı gibi de okunabilen anlatı, heyecanlı, içtenlikli polisiye biçemli örüntüsüyle, sıcaklık yayan havasıyla elden bırakılmadan okunuveriyor. 12 Eylül günlerindeki tutukluluğu, hücrelerde yaşadıkları, uyurken üzerinden fare de geçse kafası bit de kaynasa (152, 156) her olayda dimdik duruş sergileyişi bir Atatürk ardılının da portresini oluşturuyor. Tarık Akan, 28 Şubat 1997’de kitabı yazmaya karar verip 28 Şubat 2002’de, anlatısını sonlandırırken şunları söylüyor bir son satır anlamında: “Ülkem, artık rahatladı, sıkılan çember kırıldı… ne mutlu bana rahatım.” Aradan geçen on beş yıl sonra, bu sözünün ne denli yanıltıcı olduğunu gören sanatçı, şimdi Atatürk’ün ardından hüzünle bize bakıyor olmalı ne yazık ki… Oysa ne Freud öldü ne Atatürk ne de Tarık Akan! Ama onların öldüğünü sananlar kendi ölümlerinin ayırdında değil henüz… n 8 10 Kasım 2016 KItap
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle