Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Şule Gürbüz’ün ikinci kitabı Zamanın Farkında “Söz doğru olsa zaten kaçardım, yalan olsa bayılır tekrarını duyayım diye yapışırdım da bunun neye faydası olurdu? Zavallı Reich gibi dolaplar yapıp içine mi girseydim, o pos bıyıklı filozof gibi coşkunluk seline mi kapılsaydım, ikinci benlik, birinci benlik öndeki, arkadaki, birincinin sesi, ikincinin ayak sesi diye huzursuzluk ve yetersizlikten tuhaf ama kibirli bir dünya mı inşa etseydim, kibrimin nedenini anlatacağım diye canım mı çıksaydı, birinin ruhu az öteye kıpırdayabilsin diye elli sene gırnata mı çalsaydım, zaten öbür dünyada göreceğim cini, mekiri, meleği göreceğim diye gece üçlerde kalkıp namaza mı dursaydım, avizeler sallanıyor, başım secdeden bir saatten evvel doğrulamıyor diye sonra kime anlatsaydım, arabayla on iki saatlik yolu kendimden geçerek iki saatte almış olsam bile varacağım yere on saat evvelden gelip de ne yapsaydım?” diyen Şule Gürbüz’ün yeni kitabı Zamanın Farkında okurlarla buluştu. ? Başar BAŞARAN endimizle ancak sebepsiz bir sıkıntının kuytusunda karşılaşabiliriz. Burası acılarımızı dindirmeye çalışmaktan vazgeçtiğimiz, yalnız kalmak endişesinden kurtulduğumuz ve bir olanak olarak var oluşumuzun sınırına doğru yürümeye başladığımız yerdir. Nietzsche’nin bütün duyarlı ruhların ve düşünürlerin “mutlu bir yolculuğu” olarak tanımladığı bu yürüyüş, yabancılaşmaya direnen bir sahicilik arayışıdır. Burada insan hem kendisinden hem de etrafından bir yalansızlık talep eder. Ne var ki, gündeliğin esaretindeki hayat, yani bu girdap, suni bir ruhsallığı var oluş biçimi olarak herkese dayatır. Dolayısıyla insanın kendisi olmaktan vazgeçmeden maskelerle halleşmesi imkânsız. Dünyanın kibirli vaazını dinlemek, başkalarının “normalliğine” tahammül etmek giderek işkence haline gelir. Ortalama olmaya direnen insan, inadına tırnaklarını kendine geçirerek içinden geçip gittiği o yekpare anın farkında yaşamak ister. Fakat bunun için SAYFA 26 ? 17 KASIM ve zarafet arayışları var. Yazar haddeden geçmeyen hiçbir şeyle halleşemiyor. Rafine bir dünya ve insan tahayyülünü mükemmelen idealize ediyor. Etrafımızı saran kibrin ve mesnetsiz özgüvenin karşısına neredeyse beşeri olmayan bir tevazu beklentisiyle dikiliyor. Yüksek bir dünyanın izini, ihtimalini zamanın içinde arıyor. Öyle ki, latife olsa da, kitapta bu arayış öte dünyada bile devam ediyor. CAN SIKICI BİR SORGULAMA Kahramanların tamamı uyum göstermediği bu hayat karşısında haklılıklarından da kaybetmişliğinden de emin. Böyle bir dünyanın kazananı olmanın bedbahtlığından kendilerini özenle sakınıyor. Gürbüz bu reddedişin felsefi temellendirmesini yaparken aynı zamanda bu tavrı estetize de ediyor. Metinde gündelik hayatın içinde “orta insanlar” tarafından küçük görülen olduramayanların benzer bir bakışı karşı tarafa nasıl yönelttiğini görüyoruz. Kitle insanının öncelikleri, takıntıları, vesveseleri hülasa hayat diye gözünde büyüttüğü sığlığın gülünçlüğü yazarın keskin gözleminde ortaya çıkıyor. Bu alaylı dilde reddedenlerin üstten bakışını, hatta öfkesini duymak mümkün. Kendisinin, başkasının ve dünyanın acılarına el olmuş insanların hayatı üstlenmeyişlerine, öğrenilmiş kaygılarının kofluğuna duyulan bir kızgınlık var. Yazar böylelerini sürgit hırpalıyor. Bu öykülerin kahramanları, dünyayla kurduğu ilişkinin derinliği ve samimiyetiyle okuru kendi yaşantısına ilişkin can sıkıcı bir sorgulamaya zorluyor. Bu anlamda metnin, hayatı yüzeyde yaşayanlar için provoke edici bir yanı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kitaptaki kahramanlar kendini var ederken adeta Kartezyen bir yeniden inşa sürecinden geçiyor. Yazar burada sanatın birey üzerindeki dönüştürücü etkisinin altını çiziyor. Yaşanmaya değer bir hayatın ancak rafine bir sanatla, ona hazır bir ruhun karşılaşmasından doğacağına inanıyor. Onun eleştirisi, ortalama insanın sanatla kurduğu ilişkide bu tahripkâr gücü hissedememesine yöneliyor. Adeta ilahi bir çağrının bir türlü duyulmayan sesini duyurmak çabası var. Yazar, hakikatin sanatta aranmadığı bir yaşamı saygıdeğer bulmuyor. Böyle bir kavrayışı yakalayamadan içinden geçilen zamanı beyhude, süfli ve tali görüyor. O bakımdan kitapta sanat, gündelik dünyanın tarifinin aksine insanı kendisinden kaçıran, dinlendiren bir şey değil bilakis kendisini bulmanın zorlayıcı bir yolu olarak yükseltiliyor. Yazarın musiki ve edebiyattan payını alamayan insanlara ilişkin acıma duygusu öykülerin hemen hepsinde hissediliyor. Kitabı kapattığınızda okuduklarınızın sizi rasyonel çıkarımlardan ziyade sezgisel duygularla baş başa bıraktığını görüyorsunuz. Bu aslında öyküden çok şiirde rastlanacak bir durum. Bu açıdan metnin içinde ilhamın izleri var. Bunu bazı paragrafların çağlamasında yakından duymak mümkün. Kahramanların akıp giden iç tartışmalarında sürüklenirken bunları yazara yazdıran derdin hep orada olduğunu hissediyoruz. Bu kitap kelimelerin araç değil amaç olduğu, sanatın bir sorundan ziyade piyasanın taleplerinden ortaya çıktığı bugünün dünyasında az görebileceğimiz sahici örneklerden birisi. ? Zamanın Farkında/ Şule Gürbüz/ İletişim Yayınları/ 200 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1135 sürekli bir uyumsuzluğu ve hatta münzevi bir yalnızlığı göze alması gerekebilir. Bu yüzden hayatın içinde pek çoğumuz buna direnemeyiz. Sıkıntıdan kaçtıkça kendimizden de kaçar, teslim olur, düşeriz. Şule Gürbüz beş öyküden oluşan son kitabında bize düşmeyenlerin hikâyelerini anlatıyor. Onun kahramanları ayrı dünyaları yaşasa da “zamanının farkında” olmak için aynı sıkıntıda diretiyor. Yazar bizi bir uyumsuzluğun derinliklerinde gezdiriyor. Onları bazen başkalarının arasına sıkışmış nefes alamazken bazen bir cinnetin kıyısında dururken bazen de kendi doğrusundan emin dünyanın geri kalanıyla alay ederken görüyoruz. Karşımızda, sokulduğu hayatların sakinlerini rahatsız etmemek için parmaklarının ucunda yürüyen bir yazar var. Öyle ki, söylenmesi gerekeni bihakkın söylüyor, fazlasına da gönül indirmiyor. Hikâyelerin kıvrımlarında dolaşırken kahramanları karşısında haddini bilen bir yazarın nezaketini hissediyorsunuz. FAZLALIKLARI ATILMIŞ METİN Öykü okumak okuyucu, yazar ve karakterleri arasında kurulan bir ilişki. Burada yazarın gereğinden fazla ortaya çıkıp diğerlerinden rol çaldığı durumlar okuma ritmini bozar. Bu bakımdan Şule Gürbüz’ün metninin gayet duru olduğunu söyleyebilirim. Kendisinin emeğini gösterişsiz sunmaya alışık olmasının bunda payı olduğunu düşünüyorum. Zira bir saat tamircisinin emeği çoğu zaman imzasız. Dolayısıyla bu uğraş insandan meşakkatinin şahitsiz kalmasına razı olabilecek bir tevazu bekler. Belli ki Şule Gürbüz, kendi zanaatının bu incelikli yanını yazarlığında da göstermiş. Öyküleri okurken müellifin görünür varlığının giderek ortadan kalktığını fark ediyoruz. Yazar karakteriyle aracısız ve sahici bir ilişki kurulabilmesi için kendisini olabildiğince geriye çekiyor. Böylece anlatanın gizlendiği bir öyküyü okumanın okura verdiği dolaysızlık duygusu hikâyelerin tesirini arttırıyor. Siz de benim gibi yeteneğiyle baş edememiş yazarların hikâyelerin içinde durmadan belirdiği kitaplardan rahatsız oluyorsanız, ne denmek is2011 K tendiğini anladınız demektir. Bu anlamda Zamanın Farkında fazlalıkları özenle atılmış sade ve güçlü bir metin. Yazar yıllara yayıldığı belli olan tefekkürünün, felsefe, edebiyat ve musiki bilgisinin kitabın harcında karışmasına gayret etmiş. Sözgelimi biber kızartan bir ev kadını tipiyle haşır neşir olurken aslında Descartes, Heidegger veya Kierkegaard okuduğumuzun, Tamburi Cemil Bey dinlediğimizin farkına dahi varmayabiliyoruz. Bu anlamda birikimini paylaşımda gösterişsiz ve cömert bir yazar ile karşı karşıya olduğumuzu teslim etmeliyim. Şule Gürbüz’ün kendisine neyi sorun edindiği hususunda kafasının berrak olduğu aşikâr. Dolayısıyla kitabın her cümlesi bir bütüne hizmet ediyor. Yazar rahatlıkla uzayabilecek bölümlerde dahi top çevirmemiş. Burada da bir sanatçının yaptığından memnun olma keyfiyetinden çok, yine bir zanaatkârın ortaya koyduğu emeğin “işe yaramakla” sınanacağına ilişkin kaygı göze çarpıyor. Yazarın derdinin, kendisinin ve zamanın farkında olmayan insanlar ve onların çoğunlukta olduğu bu kaba ve zevksiz toplumla olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden öykülerindeki kahramanlar kendileri ve dünya adına bir türlü aza razı olamıyor. Hiçbir alanda sathiliği ve köksüzlüğü mazur göremiyorlar. Oburluğun karşısında tok gözlülük, hoyratlık ve bayağılık karşısında hep bir incelik Şule Gürbüz’ün derdi, kendisinin ve zamanın farkında olmayan insanlar ve onların çoğunlukta olduğu bu kaba ve zevksiz toplumla...