27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Sibel Oral’ın yeni romanı ‘Zayi’ ‘Adalet zayi olunca insanlığımız da uçuverdi’ Kültür sanat dünyasının önemli isimlerinden Sibel Oral yeni romanı Zayi ile okurlarının karşısında. Oral romanında, bu ülkenin susturulmuş kahramanlarını konu ediyor. Bir çıkmaz sokakta, metruk binalar gibi birbirlerine yaslanmış, yalnızlıkları ve kederleriyle, kendi araflarında yaşıyor yazarın kahramanları. Sibel Oral’la 70’lerden günümüze Türkiye siyasetinin yok ettiği, acılarla parçaladığı hayatları şiirle, edebiyatla, kâbuslarla ve rüyalarla yazdığı yeni romanı Zayi’yi konuştuk. ? Özge DİNÇ u romanı yazmak düşüncesi nereden doğdu? Romanın fitilini ateşleyen herhangi bir olay ya da söylem var mı? İlk romanı yazarken bir yıla yakın süre yeni taşındığım eve kapanmıştım. Bir çıkmaz sokaktaydı, gerçekten de metruk bir bina ve iki servi ağacı vardı. Aylarca onu izledim ve kısa hikâyeler yazdım. Sonra taşındım ama sık sık ziyaretine gittim o metruk binanın. Şimdi yıktılar, sanırım rezidans yapıyorlar. Faniler işte, Zayi’yi de doğruladılar böylece. Romanın ilk gelen kahramanı metruk binaydı ve aslında o adaleti temsil ediyordu. Selvi, Lerna ve Sophie ise yazdığım ayrı ayrı hikâyelerin kahramanlarıydı ve bir gün gördüm ki hepsi o metruk binaya benziyor; terk edilmişler bir şekilde ve biz de onları izliyoruz. Darbelerle, sağ sol kavgalarıyla ilgili pek çok “realist roman” yazıldı; bu romanlarda kahramanların da gerçek olmasına önem verildi. Can acıtıcı, her okuyanın “Evet bunu ben de yaşadım” diyebileceği gerçeklerin, gerçekdışı sayılabilecek kahramanlarla bir arada anlatılması ise romanı bu anlamda yeni kılıyor. Zayi hem bu dünyadan hem değil. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? 12 Eylül 1980’de çocuktum ama neler olup bittiğini bana anlattılar. Öncesini biliyorum, sonrasını ise yaşadım. Bir pazar sabahı Uğur Mumcu öldürüldüğünde kahvaltı masamızda hiç görmediğim üzüntüyü görmüştüm babamın gözlerinde. Ben de ilk deli gençlik zamanlarımda “tuhaf” şeyler yaşadım bu ülkede, bir “devlet” okulunda. Hadi ben deliydim ama ülke zaten çığırından çıkmıştı. Evet, tüm kahramanlar hem bu dünyadan hem de değil. Bu dünyada olan ise kahramanların yaşadıkları olaylar. Yani bizim tarihimizde olanlar. Zayi’nin kahramanlarını bu dünyadan vazgeçiren de bu olaylar zaten. Darbeler, “faili meşhur” cinayetler, katliamlar, kimlik kavgaları… Onlar o postallı, silahlı, politik çıkarların başrolde olduğu, insan hayatını hiçe saydığı dünyadan vazgeçmişler. Bu da onurlu bir duruştur bana göre. “ÜLKE ÇIKMAZ BİR SOKAĞA DÖNÜŞÜYOR.” Kahramanlar birbirinden tamamen farklı sınıf, ırk ve anlayıştan seçilmiş. Etkiyi artırmak için keskinleştirilerek anlatılan kahramanlar ve o çıkmaz sokaSAYFA 18 ? 17 KASIM B ğın bir nevi Türkiye olduğunu söyleyebilir miyiz? Türkiye, bir çıkmaz sokak mı ya da? Onları bir çıkmaz sokağa toplarken ben bir Türkiye resmi çizeceğim demedim. Büyük laflar etmek istemem ama evet, şöyle bir göz ucuyla baktığınızda çıkmaz sokağın bir nevi Türkiye olduğu doğrudur. Benimki küçük bir resim oldu, detaysız. Ben de Selvi gibi pastanelerin paket kâğıtlarıyla kaplanmış, Ziverbey Köşk’ünü ve nicelerini anlatan kitaplar gördüm büyüdüğüm evde. Kendimi bildim bileli acıyla, savaşla, yalanla, yoksulun kenara itildiği, adaletin çoktan uçup gittiği bir ülke görüyorum. Bana iyi olan bir şey gösterin. Yok. Peki, neden “çıkmaz”… Çünkü çıkarlar var, bizi yönetenlerin çıkarları ağırlaştıkça ülke de bir çıkmaz sokağa dönüşüyor. Roman gerek adıyla, gerek vurguladığı savaşlar ve ölümlerle, talihsiz kahramanları hatta karanlık atmosferiyle umutsuz bir hava çizse de o çıkmaz sokakta kahramanların birbirlerini oldukları gibi kabul etmeleri ve ilişkileri bizi yine de umutlandırıyor. Ne dersiniz? Adalet’in götürülmesinin nedeni Rızvan Efendi ama Selvi yine de onu öyle kabul ediyor. Çünkü Rızvan Efendi de oğlunu korumak istemiş. Selvi ve diğerleri her zaman madalyonun öteki yüzüne bakabiliyor. İçi acıyor, açık yarası kanıyor ama yapabiliyor işte. Bizim toplum olarak yapamadığımız şey bu. Hep “ben”, hep “benim kanım”, hep “be nim kimliğim” hep “benim milletim”, hep “benim ideolojim” diyoruz. Her şeye kimlikler üzerinden, ideolojik olarak bakıyoruz, insanî olarak bakmayı çoktan unuttuk. Adalet teyze üzerinden kurmaca ülkedeki adaleti sorguladığınız bölümlerden birinde “Gelmeyecek Selvi, Adalet gelmeyecek bekleme. Kanıyor Adalet’in ayakları sanki. Öyle çıplak, öyle yaralı sarı ayakları…” diyorsunuz. Sizce adalet gerçekten de gelmeyecek mi? Gelmeyecek çünkü tarihimiz boyunca adaleti kollarından sürüye sürüye kodeslere attık. Darağacında sallandırdık, otellerde yaktık, meydanlarda vurduk, hakkını yedik, hiçe saydık, yalanlar söyledik. Cenazelerde ağlattık, çöplerden yiyecek arattık. Sadece politik olarak değil insani olarak da hiç onun yüzüne bakmadık. Maalesef benim adaletin geleceğine dair bir inancım yok, kalmadı. Romanı yazarken çok kez Selvi’nin Adalet’inin geri dönmesini bekledim. Getirmeye de çalıştım, ama yok gelmedi adalet. “KURTULUŞUMUZUN NE OLDUĞUNU BİLMİYORUM...” Romanda sık sık değindiğiniz bir olgu da “fanilik”. Kahramanlarınız insani olaylardan pek hoşlanmıyor, doğaya ve ölüme sığınıyor; Lerna Hanım ağaç olmak istiyor, Ayhan annesinin ölüsünü yanında tutuyor; diğer kahramanlar da toprakla ve yeniden toprak olmaya çok yakınlar. İnsanın kurtuluşu “insan” olmamakta mı, ne dersiniz? Edip Cansever “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” diyor. Romanı yazarken bu cümlenin etrafında asılı kaldım. Birbirine çemkiren politikacılara, yolda kavga eden delikanlılara, kadın arkadaşının yeni aldığı pahalı çizmeyi dudaklarını ısırarak kıskanan kadına baktım. Gazetelerinin köşelerinde şuranın havyarı güzeldir diye yazan adamın fotoğrafına baktım. Dağlarda ölen gençlerin arkasından ağlayan komutanına baktım. Gazeteciyim ve her gün onlarca fotoğraf, ölüm, cinayet, kavga, söylem okuyorum. Romanda Adalet, Selvi’ye “Dünya bu Selvi, bak dünyaya göreceksin” diyordu. Ben de Adalet’i dinledim ve gördüm. Kurtuluşumuzun ne olduğunu bilmiyorum inanın. Belki de bu yüzden Zayi oldu romanın adı. Adalet zayi olunca insanlığımızda uçuverdi çünkü. Biz de öyle baktık arkasından. Başkahraman Selvi’nin annesi ve babası bir anlamda devrim umutları için istemeden de olsa Selvi’yi yalnız bırakıyor. Bu solun tarihini anlatan romanlardan ayrılıyor, devrimcileri yüceltmek yerine onların neden olduğu parçalanmışlıkları da gözler önüne seriyorsunuz? Bu seçim yanlış anlaşılabilir mi? Ben herkesi her şeye rağmen anlamaya çalışan Selvi’nin o çocuk gözünden baktım devrimcilerin parçalanmışlığına. Dikkatli okunursa hem Selvi’nin hem de yazarının nerede durduğu, neye inandığı anlaşılacaktır. Küsmüş devrimci Rüstem’le büyümüş Selvi’nin karşılıklı oturdukları bölümde iç sesleri yanlış anlaşılabilir belki. O zamanın ateşli devrimcilerinden bazıları gazete köşelerinden iktidara oynamıyor mu taşlarını? Kızacaksa onlar kızsın ama diğerlerine, yani gerçekten onurundan ve inandıklarından ödün vermeyenlere hiçbir sözüm yoktur, olamaz da. Kitapta iki kuzgun var; Selvi ile birlikte çıkmaz sokağa gelen ve arada hikâyeye karışıp olaylarla ilgili yorum yapan. Onlar neyi simgeliyor? Kuzgunlar aslında biraz benim. Bu yüzden onları az konuşturdum. Kumru da olabilirlerdi. Kuzgun oldular çünkü bilirsiniz onların karanlık hikâyeleri vardır. Ruhu huzura kavuşmamış, son isteği yerine getirilmemiş ölümlünün dünyaya geri dönmüş halidir. Bir de “Devlet başa kuzgun leşe” sözü var biliyorsunuz. İşte romanda da öyle olduğu için kuzgunlar bu insanların üstünde uçuşuyor diyeyim ben, anlayan anlasın… “BİZ SUSMUŞ, SİNMİŞ BİR TOPLUMUZ.” Selvi’nin en önemli özelliklerinden biri de konuşmamayı seçmiş olması. Susmak neler kazandırıyor Selvi’ye? Onun susmasının toplumumuzun susturulmasından bir farkı var mı? Selvi susmuş, toplumumuz ise susturulmuş. Toplumumuz derken bu coğrafyadaki tüm farklı etnik kimlikleri de dâhil ediyorum, çünkü onlar da susturulmuş. Biz susmuş, sinmiş bir toplumuz. İlk romanınız Beni Beklerken’den bu yana epey zaman geçti. Bundan sonraki yazarlık serüveninizde neler yazıp çizmeyi hedefliyorsunuz? Emelleriniz ne? Ben en başından beri hep öykü yazmaya otururum, yazarım da. Sonra ya bütün hikâyeleri bir romana toplarım ya da birinden bir cümle çıkar, bir durum çıkar ve roman olur. Umarım bir gün bir öykü kitabı yazmayı başarabilirim. Gazetedeki işim gereği çok fazla okuyor, yazıyor, edebiyat söyleşileri yapıyorum. Bu beni besleyen ama zihinsel olarak da yoran bir durum. İlk romanla Zayi arasında altı yıl var. Bu kez kendime daha kısa bir zaman verdim. Yola çıkmış, dili daha sade ama daha leş olarak tanımlayabileceğim, çok katmanlı bir hikâye var. Korku var, yanan çöpler, katiller, hayaletler var. İktidar hırsı var, devlet var. Son zamanlarda Doğu’da çok dolaştım. Oradan içime yerleşenlerle İstanbul’a kendime ait olan hayata geldiğimde birçok şeyi sorgulamaya başladığımı ve içimde bir şeylerin oynadığını hissediyorum. Disiplinli yazamam, tuhaf bir yazma ritmim vardır. Bir taraftan da işimle de bağlantılı özel bir şeyler yapmak istiyorum. Nehir söyleşi belki… ? Zayi/ Sibel Oral/ Turkuvaz Kitap/ 184 s. Fotoğraf: Eylem Düzyol Sibel Oral hep öykü yazmaya başlayıp sonra bu öyküleri romana dönüştürmüş... 2011 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1135
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle