Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Süreyya Berfe’den ‘Çıkrık’ Bir şiir kitabıyla karşılaşmak, bir gezegenle karşılaşmaktır. Nereden bakılırsa bakılsın görülemeyen, algılanamayan bir yanı hep kalacaktır. Bakılanla, bakan özne arasındaki ilişki nesnellik kadar öznelliği de içerir ister istemez. Bu nedenle sanat yapıtını okumak, bir anlamda yolculuk eylemidir o gezegene. Görülen kadar görülemeyenin de olması, başka okumaları mümkün kılar; sanat yapıtının tüketilememesinin sihrini de barındırarak. Süreyya Berfe’nin yeni yayımlanan, Çıkrık adını verdiği şiir kitabına dair yazımın, bir yolculuk denemesi olduğunu işaretliyorum böylece… lık hali olarak görünür sıklıkla. İnsanların anlamak, farkında olmak, bilmek bağlamlarında kendilerini yormadan, üzmeden, zahmete girmeden, yani üretmeden, yalnızca tüketerek yaşamalarını, bir cehalet belirtisi saydığını, üstelik toplumsal konumlarının bunu değiştiremediğini görür, yargılar ve ironiyle sivriltilmiş diliyle onları adeta teşhir eder. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, ünlü orkestra şefi Zubin Mehta’yla ilgilidir: “ZUBİN MEHTA/ Spor Sergi Sarayı’ndaki/ konserden önce/ güvercinleri şikâyet etmişti./ Hepsini zehirlediler./ Konsere gittiler. Başları göğe erdi./ Bileti yaktım, gitmedim.” Güvercin gurultusunun müziklerine karışmasına tahammülü olmayan, onları zehirlettikten sonra hazla müziği dinletebilen, dinleyebilen insanların olduğu bir hayatın ürkütücü bir cehaletle sıvandığını görmenin yarattığı bir umutsuzluk, giderek öfkeye dönüşür şairde. SAYIKLAMALAR... Bu kitabında, hep varmak istediği, şiirini taşımak istediğini sandığım bir yere, deyim yerindeyse orta yerinden girmeyi, ilk kez bu kadar korkusuzca deniyor: Sayıklamalar adını taşıyan ve on dört parçadan oluşan şiir, ilk okunduğunda bilinç akışı tekniği gibi algılanıyor. Ancak dikkatli bir okumayla, yapılmak istenenin daha farklı bir şey olduğu hemen fark ediliyor. Bu şiir konuşmalardan, anılardan, anlardan oluşan biçimiyle, hayatın içinden bir kolaj gibi yazılmıştır. Gündelik gerçeklerin, yaşananların, hayatın anlamını daha da kuşatacak, kapsayacak şekilde şiire yedirilebilme olanağını araştırmaktadır Süreyya Berfe. Özellikle parçalardan oluşturarak bütünlediği şiirlerinde sıkça yokladığı bu alana, bu kez tam ortasından dalmayı denemiştir. (Bu kitabında da Hem de Çabucak, Su Sızıyor Sızıyor Taşların Arasından, Sen de Uyusan gibi şiirlerde görülüyor izlek olarak.) Poetikasının giderek bu yöne doğru evrildiği, daha sonraki şiirlerinde bu durumun daha belirgin olarak görüneceği öngörüsünde bulunmak yanlış olmaz sanırım. Yaptığım saptamanın önemli olduğunu, altının kalınca çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Berfe’nin dilinin yalın, arı, duru tanımlamalarıyla (elbette yanlış değildir bunlar) belirlenmesinin indirgemeci, en azından eksik olduğunu söylemek gerekiyor. Şiirini gündelik bir dille de yazmıyor Berfe. (Zaman zaman yapılan bu tip değerlendirmelerin yanlışlığına işaret etmek için söylüyorum bunu. ) Gündelik gerçeklerin anlatıldığı, konuşulduğu bir dili, şiir diline yedirerek, emdirerek bir dil oluşturuyor. Bu bir süreç elbette nerelere ulaşacağını her yeni şiirde izleyebileceğimiz yoğun bir süreç. Yaşadığı toprakları, yaşamadığı toprakları kanatan her sorunsalı kavramaya çalışırken, her defasında taraf olurken, bunları şiire taşırken, elbette dilini, biçimini, biçemini de bu öze göre belirleyeceği bir şiirin izini bıkmadan sürmektedir şair. Ama yolun nereye çıkacağını bildiği, ulaşmak istediği yerin bilincinde olduğu da apaçıktır. Bir şiir kitabını okurken, şairinin nereye baktığı merak edilir aslında. Berfe’de bu açıktır: Ë Mehmet KAZIM Mübadelenin ağır çıkrığı den anlamlandırabileceğini fark etmiştir şair: “Kentlerde, metropollerde/dolunayı hiç aramam. /Olsa da bakmam. “Doğa hiç kuşkusuz belirleyici ögelerden biridir Berfe’nin şiirinde. Bir şeyi anlamak için bir referansa, kıyas modeline, mihenk taşına gereksinim vardır. Berfe’de doğa önemli referanslardan biridir. İnsanı bile doğaya bakarak anlamaya çalışır. Bu nedenle doğayı coşumcu bir edadan uzak, kendi gerçeği içinde kavrar. Yalnızca ormanın güzelliği değildir şiirinde aradığı; ormanın gerçeğidir. Doğayla ilişkisinin sitemle başlayan bir önerisi vardır: Doğayı tanımak. Evinin önündeki ağacın, her zaman gördüğü kuşların adını bilmeyenlere öfkeli, alaycı bir söylemle de olsa bunu hatırlatır hep. Yayımlanan bir resminde masasının üzerine konmuş kuştan söz edenlere, onun kumru olduğunu söylemekten vazgeçmez hiç. Doğayı tanımanın hemen yanına, onun gerçeğini anlamayı da yerleştirmiştir şiirine. Doğanın bütünlüğü, kendi içindeki tamamlayıcı ilişkisi bakış açısının içindedir. Kitabın ilk şiirindeki son iki dize bunu tüm açıklığıyla ortaya koyar: “Rüzgârımızın hızını arttırdı kırlangıçlar./ Kırlangıçlar arttırdı rüzgârımızın hızını.” Kırlangıçla rüzgâr arasında kurulan bağ, vazgeçilmez ilişki, biri olmadan diğerinin anlamının tamamlanamaması algımıza aktarılır bu dizelerle. HAİKU İLE YAKINLIK Kitaplarında sıkça karşılaştığımız şiir çalışmaları sürekli kazılan bir damar olarak, Çıkrık’ta da varlığını sürdürüyor. Bu şiirlerdeki sözü arındırma, billurlaştırma ve kendiliğindenlik oluşumu, haiku ile bir yakınlığı düşündürüyor ister istemez. Berfe üzerine yazanlar bunu hep seslendirmişlerdir. Kendisiyle yapılan söyleşilerde bunu kabullenmeyen ve “Haiku başka bir şey; keşke yapabilsem” diyen şairin itirazına karşın, şiir çalışmalarının (hepsi değil) bir bölümü için bu yakınlıktan söz edilebilir diye düşünüyorum. Aslında burada sezilen, şiirin sarkmasını önleyen, sözü uzatmayan bir disiplinin izleridir. “Dalan gözlerin/ ruhudur/ penceredeki ayın” dizeleri daha uzun yazılamazdı demek yanlış olmaz sanırım. Süreyya Berfe bilimin gerçekliğiyle koşutluğunu hiç kaybetmeyen bir şiiri sürdürüyor bu kitabında da. Bilim adamı, yazar Sargun A. Tont’un ‘güneş tutulması’ yerine önerdiği ‘güneş kapanması’ deyişini şiirine aktararak bu konudaki duyarlığını belirtir. Bir başka şirinde de bir motto olarak kullandığı ay ışığıyla ilgili gerçeği görmeden edemez: “Ay ışığı diye bir şey yoktur./ O; bize Güneş’in akla gelmeyen ihaneti.” Hayata dair hiçbir şeyin soyutlanmasından, kavramsal olarak içinin boşaltılmasından hoşlanmayan şair, bu tavrını ödünsüz olarak sürdürüyor. Bir farkındalık durumu olarak da adlandırılabilecek bu saptama, onun poetikasının belirleyici ögelerinden biridir. Şiirin yalnızca yetenekle yazılamayacağına, bilimden tarihe, doğadan gündelik hayata, her şeyden beslenmesi gerektiğine olan inancı bütün yazdıklarında kendini gösterir. Bu hal öyle bir bilince dönüşmüştür ki, Seni Seviyorum diyerek sevdiğine seslendiği şiirinde bile, “Doğa sadece bakmakla değil/okumakla, bilmekle öğrenilir.” demekten kendini alamaz. Hazır sözünü etmişken, daha önce kitap olarak yayımlanan Seni Seviyorum başlıklı şiirlerin oluşturduğu nehrin, kollarına ayrılarak ama aynı gövdeyle süreceği de anlaşılıyor bu yapıtında. Süreyya Berfe’nin insan duyarsızlığının sonucu olarak nesli tükenen doğa varlıklarının kayboluşuna duyduğu acı ve öfke de dil bağlamında açığa çıkar en çok. Varlıklarının yitirilmesinin yanında adlarının da dilden sürüldüğü, unutulduğu bir dünyaya, onları anımsatmaya çalışır durmadan. Unutulmalarının asıl ölümleri olduğunun farkındadır ve onları diri tutmak için çabalar inatla. Çok az kişinin anımsadığı bir meyve olan üvezle, yine ülkenin belleğinden neredeyse silinmiş bir kuş olan üveyik, hüzünlü biçimde yer alırlar bu kitabın kimi şiirlerinde. Aslında onlar yalnızca birer simgedir. Kavramların bile içinin boşaldığı, kendi varlık nedenlerinden koparıldığı bir dünyaya itirazın, bu dünyayı kabullenememenin dramatik göstergeleridirler. Asla bir nostalji değildir Berfe’nin şiirlerindeki yerleri. Savaşın, karşı koyuşun, direnmenin, alçakgönüllü kahramanlarıdır onlar. Olana karşı, olması gerekenin yanında yerlerini almışlardır. Ancak bütün bu direncin yetmediği, kaybolmanın kaçınılmaz olduğu yere de gelindiğinin farkındadır şair. O zaman acıtan, umarsız bir ağıt gibi dökülür sözcükler içimize: “ÜVEYİĞİM/ vurulmaya uçma./ Üvezim/ kaybolmaya açma” Cehalet yalnızca kavram olarak değil, hayatın pratiği içindeki beklenmedik halleriyle, Süreyya Berfe’nin şiirinde, bir rahatsız üreyya Berfe’yi diğer şairlerden farklı kılan bir özelliği var ki, paradoksal bir şaşırtıcılığı içeriyor: Berfe sanki şiir yazmak istemez de, kendinde olanı, oluşanı, olduğuna inandığını dilde oluşturmanın olanağını arar. Şairaneliğe karşı tavrının, biçime itirazının, hayatın özünü dilde canlandırma isteğinin arkasında yatan aslında budur. Bu nedenle dil, yani Türkçe, şiirinin önemli sorunsallarından biridir. İnsan doğayı, bilimi, tarihi, nesneleri, yaşadıklarını, başkalarını dille kavrar. Bu kavramanın yanılsamalarından kurtulabilmek için dilin yüklerinden arındırılması, çekirdeğine yaklaşılması gereği, Berfe’nin söyleminde başat olarak yer alır. Onu okudukça, kendi hakkında bilinenin ötesinde bir şiirsel benliğin tasarımına ulaşma isteğinin, şairin içsel trajedisinin, dilde bir olanağa dönüşmesi belirginleşir. Onun konuşarak, sesle, aslında sessizliğe ulaşma çabası, şiirini ulaştırmaya çalıştığı bir yer olarak görünür. “Tünesin/ son yılların dalına/ o kuş” dizeleriyle başlayan şiirinde sessizliğe uzattığı köprü, bunun işareti gibidir. Kitaba adını veren “çıkrık”, 1923 yılında yapılan mübadelenin, Türklerin ve Rumların, doğup büyüdüğü, yaşadığı topraklardan çekilerek, karşılıklı olarak bir başka toprağa dökülüşlerinin imgesidir. Bu acıyı, kökünden koparılmışlığı, ödenen bedelin ağırlığını, şimdi yaşadığı Ege’nin bir yakasındaki Urla İskele’de derinden hissedişini sık sık başvurduğu şiirin adını ilk dize gibi kullanma tasarrufuyla yazdığı şiirde şöyle aktarmıştır: “Mübadeleden/ karşılıklı bedel ödemekten kalan/ kuyuların çıkrığı../ Göğü çağırmak/ yansıtmak istiyor suyu.” Bu gerçeğin ardından, yaşanan o topraklarda, insanlarda kalan nedir sorusunun yanıtı bellidir artık; kalan boşluktur yalnızca: “Kovada, suyun/çıkrığın boşluğu. “ Berfe’nin yıllar önce İstanbul’u terk edip, doğaya yakınlaşması bir çekilme, vazgeçme eylemi değildir. Kabullenemediği, mevcut haliyle onun açısından yok olan bir dünyaya tepkisini, itirazını ve önerisini daha iyi seslendirebileceği bir mevziye yerleşmektir. Savaşımındaki en güçlü silah olan dili, kentin, verili hayatın gürültüsünden uzakta, billurlaştırabilme çabasının sonucudur bu geçişin yaşanması. Metropolde anlamını yitiren şeyleri, ancak böyle yeni S “Ufka bakmak istedim hep Dünya’nın değil Göğün ufkuna.” Notlar: * Kitabın içinde mükerrer basılmış bir şiir var: En Çok. Bu şiir hem 107’nci, hem de 158’nci sayfada farklı olarak yer almış. Doğrusunun 107’nci sayfadaki olduğunu Berfe’yi arayarak öğrendim * 154’ncü sayfada yer alan Boğuluyorum şiirindeki “kalpıke” sözcüğü de “geçersiz”, “sahte” anlamında, Rumca bir sözcük; merak edenler için. (mehmet. kazim@hotmail. com) Çıkrık/ Süreyya Berfe/ YKY/ 224 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 949 SAYFA 6