23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ Gürbilek önce, … dışlanmış olmanın insanı nasıl hırpaladığını en iyi anlatan cümlelerden bazıları (ona) aittir (s.23 ) diye vurguladığı, yeraltının sürekli sakini Dostoyevski’den açar sözü. Onun mağdurları, çok çeşitli nedenlerle acı çekerler, mesele sadece ruhsal incinmişlikleri değildir; ancak Gürbilek yokluk ve yoksulluğun gurur yarasını kanattığı ölçüde Dostoyevski’nin ilgisini çektiğini vurgular (s.27), yani yeraltıyla ilgili olduğu sürece. Gürbilek’in çözümlemesindeki kilit halka, Dostoyevski’nin Bahtin’den (2) bu yana çoksesli diye adlandırılan biçeminin ve söyleminin yeraltının ikili yapısından kaynaklandığıdır. Onun kahramanları kendi içlerinde bitimsiz bir diyalog çoğu kez tartışma sürdürürler, hep farklı içsel sesler arasında kararsızdırlar. Bu kişiliklere basitçe şizofrenik diyemeyiz, duygu ve düşünce dünyalarındaki üretken dinamizmi görmezden gelemeyiz. Dostoyevski romanları, tıpkı Dostoyevski karakterlerinin eğilimleri ve davranışları gibi, farklı fikir ve görüş düzlemlerinin birbiriyle diyaloğa girdiği ya da tartıştığı, çatıştığı düşünsel mekânlardır. Yazar Dostoyevski hiçbirinden yana ağırlığını koymaz. (2) Nasıl koyabilir ki, romanları ve çizdiği kişiler zaten onun sonsuzca dinamik, tartışmalı ve tartışmacı iç dünyasını yansıtmaktadır. Bölünmüşlük, onun kahramanlarının da belirgin özelliğidir: Dostoyevski kahramanlarının eşsiz derinliği… büyük ölçüde,… “öteki” ya da “eş” kavramlarıyla dile getirdiği bölünmüşlükten kaynaklanır (s.30), der Nurdan Gürbilek. Ve bir de tabii Dostoyevski’nin bu bölünmüşlüğü hem bizzat tanıyarak yaşamasından hem de zaman zaman aşabilmesinden, yani kısa sürelerle de olsa yeraltından teneffüse çıkabilmesinden. Büyük yazarın birkaç ayını konu alan, Baden Baden’de Yaz adlı o eşsiz romanbiyografi bileşiminde Leonid Tsipkin, Dostoyevski’nin sevdiği kadınla sevişirken bile kurtulamadığı yeraltı illetinin yaratırken nasıl sustuğunu, gurur yarasındaki kanamanın nasıl dindiğini ne güzel anlatır (3). ATAY VE MERİÇ Dostoyevski’nin bizim edebiyatımızdaki ruh akrabaları, bizim yeraltı çilekeşlerimiz Atay, Meriç ve Atılgan’dır; Gürbilek’e göre. Aslında hüzünlü hikâyeler anlatan Oğuz Atay’ın verimine Gürbilek, acının dışlanma acısının, gurur yarasının hem metni melodram derekesine indirmeden, hem Atay’ın terimiyle Apatetik Hata’ya (yani aşırı duygusuzlaştırma yanılgısına) düşmeden, hem mağduru gülünçleştirmeden anlatılabilmesi mümkün müdür, sorusunun ışığında yaklaşır. Aslında Canetti’nin mağdur insanın dile getirilmesinde ileri sürdüğü koşulu Nurdan Gürbilek de benimsemektedir. Merhamet, metni vıcıklaştırmamalıdır, ama ıstırap duyumsanabilmelidir. Sanat bilinçaltından gelir; Gürbilek, Atay’ın yeraltısını keşfe çıkacaktır; haritası sadece Atay’ın romanları değildir, günlükleridir aynı zamanda. Yeraltında, akılduygu çekişmesini bulacaktır; ve bu çekişmeyle özdeşleştirilmiş BatıDoğu karşıtlığını. Bakan, gören, inceleyen Batı ve Batı tarafından seyredilen, onun tarafından görülebildiği ölçüde değer kazanan, edilgen Doğu… Soğuk, akılcı Batı ve bu efendinin karşısında sıcak (samimi) bir Doğu tahayyül etme ihtiyacı (s. 58) (bu ihtiyaç) Atay’da ironiyle kırılmış olsa da (s.58)… Orada , Atay’ın yeraltısında, aynı zamanda oyunlara tutkun bir çocuk bulacaktır, Gürbilek. Dostoyevski’deki ikileşmelerin benzeri CUMHURİYET KİTAP SAYI 949 çıkacaktır karşısına, ancak bu ikileşmeler Türkiye’nin kültürel ikilemlerinin kisvesine bürünmüştür. Atay’a özgü olan budur. Atay, kederle, hesapsızlıkla, içtenlikle özdeşleştirip sahiplenmek istediği Doğu’nun aynı zamanda azgelişmiş öfke, alınganlık ve çocuksu gururla da ilişkili olduğunun acıtıcı biçimde farkındadır (s.67). Atay’ın çözümü ironide bulduğunu açıklayacaktır, Nurdan Gürbilek, Atay’ın deyişiyle alay kabuğunda. İroni, romancının anlattığı acıklı hikâyeler arasında bir nefes alma, bir özgürlük alanı açacaktır. Aslında ironi sayesinde kendi duygulu, kendi naif, kendi kırılgan yanını korumaya almaktadır. İroni Atay’da esas olarak budur (s.70). Sanattaki oyunsuluğun ve neşenin reklamların pis sırıtışına (s.72) indirgendiği bir çağda, ironinin soyluluğunu koruyabilmek ise Atay’ın büyüklüğüdür; o, ironiyi bir önermenin diğerini sildiği bir laf salatası kotarmak için değil, insan bilincindeki zıtlaşmaların sürüp giden gerilimini yansıtabilmek için kullanmıştır. Yeraltında ikileşmeler arasında çile çeken ve bu ikileşmeleri Türkiye’nin tarihselkültürel çelişkilerine büründüren bir yazarımız da Cemil Meriç’tir. Doğanın onu gözlerinden yoksun bırakması, Meriç’in mağduriyet duygusunu keskinleştirmiştir. Rumeli göçmeni olarak Anadolu’da, taşralı olarak İstanbul’da yaşadığı sıkıntılar kişiliğine son rötuşları vurmuş olmalı. Yine de düşüncesindeki bütün tezatları billurlaştıran şeyin Avrupa karşısında yaşanan hüsran olduğunu bir kez daha vurgulamak gerek, (s.92) der Nurdan Gürbilek. MERİÇ VE YERALTI Meriç’in yeraltısı çok karanlıktır. Orada Atay’ın oyunsuluğunun, Dostoyevski’ye teneffüs imkânı tanıyan yaratıcılık doyumlarının ışıkları yanmaz. Meriç’te mizah duygusu asla gelişmemiştir. Kendini çok fazla ciddiye alır. Gürbilek’in Meriç’in düşüncelerini dile getiriş biçimini incelemesi, amacından çok ötelere geçer ve gülmeyi unutmuş, kederli bir insanın ruhsal portresini çizer. Gürbilek yazarın günlüklerini olduğu kadar, diğer yapıtlarını da incelemiştir. Kanımca Meriç’te, Gürbilek’in görülme ihtiyacı olarak isimlendirdiği, anlaşılma, kabul görme, önemsenme arzusu gerçekten de şiddetlidir ve Jurnal’lerdeki yürek yakıcı içtenliği bu arzuya borçluyuzdur. Batı aydınlanmasını benimsemiş, Batı romanını değerlendirebilen, takdir eden, gerçekten de geniş ve derin bir kültür birikiminin sahibi Meriç, Batı’dan nefret eder; Batı Osmanlı’yı, güçsüzleştirdiği, yendiği içindir bu nefret. Mağdur Osmanlı’yla, yenik Doğu ile özdeşleşir, Meriç; peki Osmanlı’ya gerçekten sevgi mi besler? Sanmıyorum. Sadece, Osmanlı’nın mağdur olmadığı dönemlerindeki eril şiddetine, şaşaasına ölesiye hayrandır, öyle hayrandır ki, Osmanlı’nın kan dökücülüğüne bile neredeyse tapınır. Müslümanlığı yüceltir ama bir türlü yürekten iman edemez. Velhasıl çelişkileri tükenmez. Yumuşak, serinkanlı söylemlerden asla hoşlanmaz, Meriç; kullandığı sözcükler, imgeler, eğretilemeler eril şiddetle doludur. Söz dağarı, tümüyle falliktir. Onda kanımca gerçekten de bir ortaçağ fatihi ruhu vardır, yanlış tarih kesitinde, yanlış coğrafyada ve yanlış bedende hayat bulmuş bir fetih âşığı! Mağdurluk kadınlıkla özdeştir bilincinde ve herhalde bilinçaltında. Kendini mağdur hissettikçe, erilliğin daha sert, daha kanlı biçimlerine savrulur, (s.98) der Nurdan Gürbilek onun için, ve yazılarında “Doğu’nun kendi içinde ki doğulara nasıl hükmettiğine, mağdurun kendi mağdur edilmişliğinde nasıl başkalarını mağdur etmesini meşrulaştıracak ideolojik içerikler bulduğuna (s.110) hiç yer vermediğini belirtir. Yer verilemez, çünkü Meriç’in düşüncesi, (bilincin) gergin uçlarının birbiriyle konuşmasının doğurduğu bir değişim değildir (s.95). Dostoyevski ve Atay’daki ikileşmelerin, çelişkilerin yaratıcı ilişkisi yoktur burada; her kurbanın içinde biraz cellat olma eğilimi, her celladın saklısında bir miktar kurban psikolojisi barındığına dair farkındalık yoktur; sadece, karşıtlıkların köşe kapmaca oynar gibi dönüşümlü değersizleştirilmesi söz konusudur. Gürbilek, Meriç’in düşüncesindeki savrulmalara, yerinde sayan çelişkilere sayfalar dolusu örnekler vermiştir. Gene de Meriç’i önemli bulur: (Onun günlükleri)… muhafazakar tepkinin içerdiği tıkanmayı, bu tıkanmanın yalnızca fikirsel içeriklerini değil, aynı zamanda duygusal dinamiğini de ortaya koyması açısından gerçekten eşsiz bir kaynaktır, (s. 106) der. Gürbilek’e hak vermemek mümkün değildir. Ve Meriç gerçekten de trajik bir karakterdir. İçinde debelendiği yeraltının coğrafyasını bilmemektedir. Kanımca Doğu’ya duyduğu hasret, gerçekte Doğu’yu hiç özümseyememiş olmasındandır; Doğu’nun gerçekten de büyük tek yanından, yani kişinin varlığını evrenin varlığıyla orantılı algılayabilmesinden nasibini hiç mi hiç alamamıştır. Çeşitli uygarlıkları kaplayan kültür birikimine, kimi isabetli teşhislerine, derinlere nüfuz edebilen sezgisine karşın yenilgisinin asıl nedeni budur. Kendini tanımaktan kaçmış, ezmeezilme ilişkisini kendisinin ve hepimizin ne denli içselleştirmiş olduğumuzun farkına varmayı reddetmiştir. Gürbilek’e ve Adorno’ya bir kez daha hak verelim: Mağduriyet, mağdur edicilerin şiddet diliyle dile getirilemez. Böyle bir söylem, sadece zulmü meşrulaştırır. YUSUF ATILGAN... Gürbilek’in son inceleme odağı Yusuf Atılgan, ülkemizin geçmişle gelecek arasındaki bocalamalarından fazla etkilenmiş görünmez. Gürbilek, onun yalnız kişilerinin toplumla ilişkilerini, Atılgan’ın giderek “yazar”ın okurla ilişkisine olan koşutlukları bağlamında inceleyecektir. Toplumca (okurca) kabul edilmek isteyen kişi (yazar), anlaşılamayacağı endişesiyle işin en başında yalnızlığına (yazarlık kibrine) sığınmaktadır. Kişi (yazar) görülmeye ve anlaşılmaya muhtaçtır, ama toplumda(okurda) eleştirdiği çok şey vardır, bu eleştiriden vazgeçecekse kendisi olması mümkün değildir; eleştirisine sahip çıkacaksa topluma yaranamaz. Kıstırılmıştır, topluma (okura) olan bağımlılığına isyan eder ama bu isyan işe yaramaz; hem topluma (okura) hem kendine öfkelidir. Böylece Atılgan ve kişileri bir ikileme sürüklenir: Alın size, verimli bir çelişki. Aylak Adam’ın kahramanı düpedüz bir toplum karşıtıdır; belki de Türk edebiyatının ilk açıkça toplum karşıtı olan kişisidir. Gürbilek, düşünce yaşamı toplumsallıkla koşullandırılmış, bireycilikten nasibini almamış bir ülkede bu edebi girişiminden dolayı Atılgan’ın cesaretini kutlar (s.142). Onun romanındaki Dostoyevski’vari çoksesliliğin kaynağını irdeler. Atay’da bu çokseslilik söylem ve biçemdeki ironiden doğuyor idiyse, Atılgan’ın kasvetli romanlarında, yazarın dış kaleye olduğu kadar iç kaleye de eleştirel bakabilmesinden (s.142) kaynaklanmaktadır. Atılgan toplumun özellikle küçük burjuvazinin kısır, çıkarcı, ür kek, iki yüzlü, özgünlükleri öldürücü, bıktırıcı rutinini iğnelerken, çuvaldızı genelde “birey”e, özelde kahramanın iç dünyasına delik deşik edebilmek üzere batırmaktadır. Bu “birey’ denen ne mene şeydir ki hem kendini başkalarına karşı çıkarak gerçekleştirebildiği için onlara muhtaçtır, hem de aynı “başkaları” yüzünden acı çekmekte, duygusal olarak hastalanmaktadır? (s.141) “Birey” buysa, işin en başında zaten hasta değil midir? Atılgan, benim muhtemelen fen kökenli olmamdan dolayı daha kolayca koyduğum “hasta” teşhisini herhalde telaffuz etmez; Gürbilek’in altını çizdiği üzere kararsız kalır (s.141). Verimli bir kararsızlık diye vurgulamak istiyorum. Ancak tüm marazi belirtileri kahramanlarının ruhsal yapısına yerleştirmiştir. Atay’dan ve Atılgan’dan yaşamları süresince esirgenmiş okur ilgisinin (buna kuşkusuz eleştirmen görüşleri de dahil), ölümlerinden sonra Atılgan’dansa Atay’a yönelmesinin bir sebebini de burada aramak gerek diye düşünüyorum. Okur, onu bizzat kendini sorgulamaya yönelten kitaplardan genelde hoşlanmaz, istediği rahatının kaçırılması değildir, tersine avutulmak ister. Atay’da böyle avutucu bir yan bulunabilir, diye düşünüyorum; kitaplarının üstün körü okumalarından tüm bireysel sorunlarımızın aslında hep ülkenin kabahati olduğu (Ah, şu Doğu ile Batı arasındaki komik salınışımız yok mu!) izlenimini almak kolaydır. Aslında Atay’ın kişileri öyle pek gizemli erkekler değildir; kişiliklerinde görülmeyen o yere psikoseksüel sıkıntılarını korkusuzca yerleştirdiğimizde ruhsal denklemleri açık seçik ortaya çıkacaktır. Tutunamayışlarının çekirdeğinde bu sıkıntılar vardır; ülkeye özel olan onların psikoseksüel problemleri değil, bu problemlerin dışavurulma biçimleridir. Atay’ın eserleri için bugüne dek niye böyle bir analizin yapılmamış olduğuna hep şaşmışımdır. Belki kitaplarında kişilerine işaret eden psikoseksüel ipuçları (Atılgan’ın tersine) bulunmadığı için. (Aranacak olursa, kalemini cinsellik sözcüklerine dokundurmayan Dostoyevski’de de devrinin roman anlayışına en azından cinsellik ketumluğu konusunda sonuna kadar bağlı kalmıştır satır aralarında böyle ipuçları bolca bulunacaktır.) Bence Atay’daki niyeysekimsenin dikkatini çekmeyen en büyük eksiklik de zaten budur. Söz buraya gelmişken, eklemeden edemeyeceğim. Bilmem farkında mısınız, Cemil Meriç’te kadınlık nefreti bir kavram olarak açıkça metinlerinden fışkırmaktadır! Atılgan’ın Aylak Adamı tüm sevgi arayışına rağmen aslında sadece hayal ürünü bir kadının peşindedir, birlikte olduğu kadınların şahıslarına bir lokma sevgi besleyebildiği iddia edilemez, etten kemikten ibaret kadınlardan bir insan grubu olarak tiksinmektedir. Atay’ın veriminde ise kadının sadece adı vardır! Belki de, erkeğin mağduriyet duygusuna, farkına varmadan içselleştirdiğimiz ataerkil ahlaki görüşlerden bağımsızlaşarak eğilmek bizi daha farklı ufuklara taşıyabilecektir; ne dersiniz, sevgili okur? ? (1) Elias Canetti, Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç, Payel Yayınevi, Mayıs 2007 (2) Mihail Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, çev. Cem Soydemir, Metis Eleştiri, Eylül 2004 (3) Leonid Tsipkin, Baden Baden’de Yaz, çev. Kayhan Yükseler, Yapı Kredi Yayınları, Mart 2007 Mağdurun Dili/ Nurdan Gürbilek/ Metis Yayıncılık/ Mart 2008/ 172 s. SAYFA 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle