Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? onun da bir hayat hikâyesi var aklımda. O da en az kitaptaki yedi kişi kadar gerçek benim için. Bakış açısı farklılığımız tabii ki çok önemli. Yazmakta olduğum karakterlerimle kendi aramdaki mesafeyi iyice hissetmeden yazmam zaten. Farklılıklarımızı ve benzerliklerimizi kendi dışımda nesnel bir gözle değerlendirmeye çalışırım. Burada önemli olan hatasız bir iş yapma kaygısı değil, sadece gerçek, yaşayan karakterler yaratma arzusudur. FARKLI BİR YALNIZLIK... Kahramanlarımıza, bir haftanın her gününe denk düşecek şekilde, onların bir şekilde hayatlarında yer bulmuş yazar arkadaşı tarafından Ernst'ün bir resmi gönderilir ve resim hakkında ne düşündüklerini yazmaları istenir. Görürüz ki, yedi kahraman da bir şekilde geçmişine gider ve geçmiş onları resimden uzaklaştırır! Genel anlamda, resme bakmak, geçmişi mi gösterir bakana? Resimlerin gönderildiği kişilerin ortak özelliği bu; yazarı hepsi tanıyorlar. Aslında en büyük ortak noktaları da bu. Kimi az tanıyor, kimi çok. Kimiyle kan bağı bile var. Aslında birbirlerini tanıma olasılıkları da var. Ama bizi ilgilendiren, resimlere baktıklarında neler düşündükleri. Hepsi, evet İstanbul'dan ve bu zamandan bakıyorlar resimlere ama hepsinin gördükleri de hissettikleri de farklı. Çünkü herkes aklının içinde kendi zamanını yaşar. Günümüz metropol hayatı bu türden bir yalıtılmışlığı kendiliğinden üretmekte. Son derece kalabalık, renkli, çeşitli bir yaşantı vardır metropolde, evet ama bir yandan da insanlar evlerinden içeri girip, kapılarını kapattıkları anda farklı bir yalnızlığın içinde bulurlar kendilerini. Metropolde yalnız olmak doğada yalnız olmaktan çok daha farklı ve can acıtıcıdır. Kimsenin olmadığı bir yerde yalnız olmak doğal bir acı verir insana. Ama kalabalığın ortasında yalnız olmak bir dışlanmışlığın ifadesidir. İstanbul dünyadaki diğer tüm metropoller gibi herkesi içine alan ama aynı anda dışlayan büyük bir lunapark gibidir. Sadece kişileri yalnızlaştırmaz, yaşanan zamanı da böler, çoğaltır. O yüzden de herkes kendi zamanını yaşar. Bu belki her yerde böyledir ama metropolün her şeyi belirsizleştiren ortamında daha fazla böyledir. Kendi zamanını yaşayan insanın kendi belleğinden başka gidecek bir yeri kalmaz. Şayet ki, bu kahramanların biri de siz olsaydınız… Bir yazar arkadaşınız, gelip size böylesine bir teklifte bulunsaydı; kahramanlarınızın düşünce yapılarını da harmanlayarak yanıt vermenizi istiyorum; nasıl bir psikoloji içine bürünürdünüz, hiç düşündünüz mü? Bu kitabın en garip tarafı da bu. Herkes kendine aynı soruyu sorabiliyor. Ben olsam ne yapardım, ne düşünürdüm, na yazardım? Yazarken, okurların bu soruyu kendilerine soracaklarını tahmin ediyordum tabii ama bittikten sonra, kitabı bir nesne olarak elime aldıktan sonra garip olan benim de aynı soruları kendime sormam oldu. Yani şimdi sizin bu sorunuzu ben de kendime sordum. Yanıtı? Zor tabii. Kendim olarak böyle bir projeye katılır mıydım? Elbette bana bunu kimin teklif ettiğine çok bağlı... Bir de... Galiba, kurmaca dışında kendimi ifade etmek konusunda çok da istekli olmuyorum çoğu zaman. Deniz'in yazım tekniği dikkat çekiyor! Hayata karşı bir tepkisi olarak algılanabilir mi bu, böyle bir yazım edimiCUMHURİYET KİTAP SAYI nin temeline inersek? Öyle ki bir yerde; yazı mutsuzun aynasıdır, der. Deniz'in yazı yoluyla ifade ettikleriyle yazma biçimi birbirine sıkı sıkıya bağlı. Okunması zor bir biçim olduğunu düşünüyordum ama okurlar Deniz'le rahatça buluştular. Kendi hayatının ritmini, o sıkışmışlığı, o telaş içindeliği, o zamansızlığı, o tatmin olmamışlığı o türden bir otomatik yazıyla ifade ediyor Deniz. Adeta ketlenmenin dilini arıyor. Bazı insanlar için sözcüklerle kendini ifade etmek çok zordur. Bir an önce benden çıksın, gitsin, uzaklaşsın bu şeyler diye düşünürler. Sanırım Deniz de hayatının bu döneminde böyle bir ruh durumunda. Ayrıca, Deniz'in iyi bir edebiyat okuru olduğunu da unutmayalım, belki de bu yüzden biraz da farkında ne yaptığının. Erol'un şu cümlelerini nakledeyim ilkin: “Biz seninle Turgut'la Selim gibiydik; Hikmet'le Hüsamettin Albay gibi… Hangimiz hangisiydik bunu hatırlamıyorum şimdi. Ama işte zaman geçti, hayat yaşandı ve sen yazar oldun ben okur olarak kaldım.” (s. 40) Aklıma gelen; Oğuz AtayVüs'at O. Bener dostluğudur. Yıldız Ecevit'in tabiriyle; “Tutunamayanlar”ın Süleyman Kargı'sını Vüs'at Bener'in dervişsi özellikleriyle oluşturmuştu Atay; ondan, “hiçbir zaman kendine ihanet etmedi,” diye söz eder romanında. Erol kahramanında usa düşen kareler bu oldu. Buna benzer bir edimden söz edilebilir mi örneğin? Edebiyat benim için her zaman sağlam dostlukların kurulduğu bir etkinlik olmuştur. Hayalet Gemi böyle bir deneyimdi örneğin. Öncesinde de sonrasında da benim hayatımın en başat vurgusu bu tür dostluklar oldu. Birlikte hayal kurduğum, ürettiğim, bir şeyler yaptığım dostlarım oldu hep. Kimi zaman bir amatör tiyatro topluluğunda buldum kendimi, kimi zaman bir dergi çıkarırken, kimi zaman bir radyo programı yaparken... Erol karakteri böyle bir dostluğu tatmış ama sonra hayatın başka bir köşesine savrulmuş olmanın üzüntüsünü yaşıyor. Belki de en çok korktuğum şeydir. Yazdıklarımı paylaşacağım dostlarım olmasa yazmak böylesine doyurucu olur muydu benim için? Doğrusu üzerine düşünmekten korktuğum bir sorudur bu. ANLAŞILMA ARZUSU Peki Sevgili Gülsoy, kahramanlarınız bir noktada, anlaşılma gayesi güden kişiler mi? Bunu insanoğluna da yayabiliriz pek tabii. Böyle bir tespite vardıran beni, hiç kuşkusuz, akademik açıklamalarıyla romanın kahramanı olan, Ayşe… Anlaşılma arzusu hepimizde vardır sanırım. Anlaşılmak ama kim tarafından? İşte bu soru insanı farklı yönelimlere sürükleyebiliyor. Çok kolayca anlaşılmak da bir sorun olabilir kimi zaman. İnsanlar bir yandan da kendilerinin basit olmadığını, karmaşık, kolayca anlaşılamayan, sürprizlerle dolu olmasını isterler. Oysa ki bakılan, keşfedilen kişi kadar, bakan ve keşfeden göz de önemlidir. Ayşe'nin bakışı doğrudan resimlere odaklanıyor. Ama bir yandan da resimleri birer geçiş nesnesi olarak kul903 lanıyor. Kendi benliğine, hayatına, belleğine geçiyor. Oradan insani olana ulaşacağını bilerek yapıyor bunu. Ama bir yandan da son derece duygusal. Duygusallığını da mercek altına alacak kadar da Batılı. Bunun bir paradoks olduğunu bilecek kadar da buralı... EN BÜYÜK SIR Bir de Ali'ye bakalım. Son günlere doğru şöyle yazar: “Hem acı çekip hem yazmaya devam etmeyi istemek, işte hissettiğim bu.” Acının hazzı ve yazmak; Sade'cı bir tutum handiyse… Bundan bahsedelim biraz da, acı çekerek yazmak, ne derecede bir hazza eriştirir insanı? En büyük itiraf Ali'den geliyor. En sade dille yazan, en göründüğü gibi olan, en yalınkat karakter Ali ama bir yandan da en büyük sırrı taşıyan ve sonra da itiraf eden yine Ali. Bu da kendi başına bir çelişki tabii. Yazmanın nasıl bir yüzleşme olduğunu dehşetle fark etmesi açısından önemli bir deneyim yaşıyor Ali. İtiraf etmenin edebiyatla yakın ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Tanpınar, Batılı büyük romanın günah çıkarma kürsüsünün yanı başında filizlendiğini söylerken yazarın kendi içine acımasızca bakması gerektiğini belirtir. Orhan Pamuk, Beyaz Kale'de bu tezi enine boyuna ele alır aslında. Batı'nın ruhunu anlamaya çalışan Hoca karakterinin zapt edilen Hıristiyan köylerinde yaptığı işkencelerin sebebi de budur: İtiraf ettirmek. Şimdi romanıma dönüp baktığımda, evet diyebilirim ki hepsi aslında bir şeyleri itiraf ediyorlar. İtiraf etmek, bir anlamda bağışlanmayı, merhamet edilmeyi beklemektir. Her ne kadar baktıkları ayna gerçeküstü bir görüntüyü içeriyor olsa da yedi karakterim de “Her yazarın edebiyatla, sanatla kurduğu ilişki elbette farklı olacaktır. Ama kurmaca edebiyat ile uğraşan yazarların pek çoğu yarattıkları dünyanın her ne kadar yaşadığımız dünyaya benzese de aslında oradan farklı bir yer olduğunun farkındadır.” kendi karanlık taraflarıyla yüzleşiyorlar. Tabii burada alışkanlıklara da pay verelim… Benim için yazmak alışkanlıktan öte bir durum. Yazarak düşünüyorum. Düşünüyorum öyleyse varım sözüne bir fiil daha ekleyebilirsiniz. Sanırım romanımdaki karakterler de yazmaya alışıyorlar zaman içinde. Ali'nin Selcan'a olan kıskançlığında, resmi görmedeki kişiselliğine tanık oluyoruz. Ne dersiniz bu duruma? Herkesin sanat yapıtına baktığı anda yaşadıkları farklıdır. Çünkü, yapıta bakan gözün ait olduğu zihinde neler olduğu çok önemli. Resmin içindeki unsurlar kadar resmin gönderilme şekli, bağlamı da izleyiciyi belirler. Aynı resmi size bir okul arkadaşınızın göndermesiyle çalıştığınız yerdeki müdürünüzün ya da bir uzak akrabanızın göndermesi durumunda aynı resimleri farklı şekillerde algılayacağınızı söylemek çok da zor değil. Bir resimle müzede karşılaşmakla, bir kitabın içine basılı ortamda ya da bir dost ziyaretinde duvarda asılı haliyle karşılaşmak arasındaki farklar gibi... Son kertede; yazar kahramanlarına, doğrudan Ernst'ün resimlerinin ifade ettiği (ya da ifade etmekten kaçındığı) anlamı mı araştırdı? Tabii feyz aldığım kişi gene Ayşe!.. Anlam, baktıkça çoğalan bir şey. Bakan göze, baktığı ana ve koşullara da çokça bağlı. Ama benim açımdan bu roman, farklı karakterleri doğrudan kendi yaşamları içinde yani içine girecekleri bir hikâye bağlamında değil de kendi evlerinde deneyimlediğim farklı bir kitap oldu. Elbette bir başkası da benim bu resimlere bakıp da neden bu karakterleri yarattığımı irdeleyebilir. Romanın içindeki yazar başkaları üzerinde deney yaparken, aslında ben kendi üzerimde deney yapmış oldum. Sonuçlarını da herkesle paylaşarak aslında daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, yani kendimle ilgili çok fazla kapı açmış oldum. Başlangıçta, yola çıkarken, evet, Ernst'ün ne anlattığı bir sorundu; roman yazılırken o karakterlerin ne düşündükleri ve deneyimledikleri odaktaydı; ama şimdi bakıyorum da, kitap bittikten sonra yani... nasıl demeli, aklıma Beşir Fuat geldi nedense... Son kerteye bir dipnot: Ernst'ün yedi ölümcül elementinin, yedi ölümcül günahla betimi; romanın gizli tematiği midir? Evet, bu beklenen bir sonuçtu. Çünkü Ernst kitabını bu tematik üzerine de yansıtmıştı. Yedi günah, yedi gün, yedi element, yedi hikâye... Ama ben doğrudan doğruya bunları uygulamak istemedim. Ben resimlere odaklandım sadece. Ernst'ün o resimlere atfettiği bu başlıklara çok da bakmadım. İstedim ki, gerçekten de bu günahlar, elementler resimlere içkinse kendiliğinden çıksın ortaya. Bunu da yine okurun alımlayışına bırakmayı tercih ederim. ? eoztop@aof.anadolu.edu.tr İstanbul Bir Merhamet Haftası/ Murat Gülsoy Can Yayınları/ 256 s. SAYFA 5