25 Nisan 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Murat Gülsoy ile “İstanbul'da Bir Merhamet Haftası”nı konuştuk ‘Roman karakterlerim kendi hayatları için varlar, gerçek insanlar gibi’ Üretken yazarlarımızdan Murat Gülsoy, bu kez de bizlerle 'İstanbul'da Bir Merhamet Haftası'nı buluşturdu. Gülsoy, diğer romanlarında da olduğu gibi, farklı teknikleri kullanarak çatısını kuruyor bu yeni romanın. Gerçeküstücü tavrını resimlerinde harmanlayan ressam Max Ernst'ün yedi farklı resminden yola çıkarak, yedi günde, yedi farklı insana bu resimler hakkında yazmalarını isteyen bir yazarın romanını yazıyor bu kez Gülsoy. Resimler insana neyi çağrıştırır? Nerelere götürür? Bu gibi soruların sorulmasına vesile olan 'İstanbul'da Bir Merhamet Haftası' hakkında Murat Gülsoy'la söyleştik. ? Erdem ÖZTOP "deniz dirileşti; ete kemiğe büründü, heyhat... yanındayken verdiği huzur; dokununca bir başka güzel şimdi, İstanbul’da nefes almayı geçtim artık aldığımı denize aşılıyorum bir de... dalga mı; o arada acıtmalı gene; ki, çekidüzen vermeli; alınan nefesin ayarında olması için... " (denizleşme hikâyesi2, E.Ö.) S ayın Murat Gülsoy, yeni bir romanla selamlıyorsunuz okuru. Bu kez “İstanbul'da Bir Merhamet Haftası”na ortak ediyorsunuz bizleri! Neydi isteğiniz de, kahramanlarınıza bir merhamet haftası sunma gereği duydunuz? Kitabın adı Max Ernst'ün Merhamet Haftası diye çevrilmiş olan kolajromanından kaynaklanıyor. Max Ernst'ün kitabı, tamamı kolaj resimlerden oluşan bir roman. Gerçekçi görsel malzemeleri kesip yapıştırarak gerçeküstü resimler üretmiş. Yedi güne, yedi elemente, yedi günaha ayrılmış olan romanın her bölümü farklı resimlerden oluşuyor. Garip resimler bunlar. Anlamını kolay kolay çözemediğiniz hikâye ler anlatıyorlar. Hikâye anlatmak deyince bunu klasik anlamda yaptığı sanılmasın. Bence yeni bir dil yaratıyor Ernst. Doğrudan insanın bilinçdışıyla ilişki kuruyor adeta. Ayrıca her biri yine anlatılması zor rüya sahneleri gibi.. Ben bu resimleri başucumdan ayırmam yıllardır. Ve de hep bu resimlerle ilgili bir şeyler yapmayı düşünürdüm. Sonra, resimlere bakarken şu soruyu sorar oldum: Başkaları bu resimlere baksa ne düşünür acaba? İşte İstanbul'da Merhamet Haftası bu sorudan doğdu. Aslında bu soru benim için yeni bir soru değil. Özellikle yeni bir kitabım yayımlandığında, kitabı elime alıp da sayfalarını çevirirken hep düşünürüm, acaba şu kişi bu kitabı nasıl okuyacak ya da bir diğeri şu bölümü okurken neler düşünecek diye... Kendimi o kişinin yerine koyar, kitabımı o gözle okurum. Bu hem çok eğlenceli bir süreçtir hem de çok öğreticidir. Çünkü o kişinin zihnimde adeta bir kopyasını çıkarır, ona okuturum metni. Yazmış olduğum kitabı nasıl okuyacağını hayal ettiğim kişinin aynası olur kitap bu kez... Şimdi, İstanbul'da Merhamet Haftası'nda benzer bir deneyimi kurmaca karakterler üzerinden gerçekleştirdim. Elbette önce o kişileri yaratmak gerekiyordu. Üstelik bu sefer bir öykünün ya da romanın içinde değil tamamen zihnimde ya ratmalıydım. Karakterler, içinde rol alacakları bir öyküye ya da romana uygun olarak yaratılmadılar bu sefer. İşte bana en çok heyecan veren kısmı da bu oldu. Bu romandaki karakterler sadece kendi hayatları için varlar, tıpkı gerçek insanlar gibi. DERİNLERDEKİ İZLER Bu etkinliğin mekânına özel bir anlam yüklenmeli mi; İzmir'in yahut Ankara'nın olması bir şey değiştirir miydi? Elbette değiştirirdi. Roman kişileri İstanbul'da yaşıyor. İnsan yaşadığı coğrafyanın izlerini çok derinlerinde taşır. Ben özellikle şehri ön plana çıkarmaya çalışmadım. O kişilerin yaşamındaki doğal izleri kendiliğinden ortaya çıksın istedim. Yoksa İstanbul'un özellikle rol aldığı turistik bir metin değil. Burada önemli olan, o resimlere nereden bakıldığının işaret edilmesi. Romanın arkasına düşülen nottan anlaşılır ki, resimler gerçeküstücü yanıyla bildiğimiz Max Ernst'e ait! Kitabın temasını tözünde bu resimlerin oluşturduğunu kabul ediyorsak, Murat Gülsoy'un Ernst'e olan yakınlığına değinelim isterim… Gerçeküstücülük sizde ne kadardır? Gerçeküstücülük ya da fantastik edebiyat her zaman ilgi alanımda olmuştur. Bana okuma zevkini veren Poe, Borges, Tolkien, Le Guin gibi yazarların doğrudan fantastik yapıtlarından etkilendiğim gibi Orwell gibi, Eco gibi, Auster gibi gerçeküstü kategorisinde değerlendirilmeyen ama pekâlâ o tadı alarak okuduğum yazarlar da var. Örneğin bir Önceki Günün Adası'nı ya da Oğuz Atay'ın Demiryolu Hikâyecileri'ni fantastik edebiyattan aldığım zevkle okuduğumu bilirim. Ayrıca, gerçeküstücü edebiyatın çok önemli açılımlar sağladığını düşünüyorum. Gerçekliğe bakışımızı değiştirme özelliği taşıyan yapıtlardır bunlar. Benim de örneğin Bu An'ı Daha Önce Yaşamıştım kitabımda topladığım öykülerim bu çizgidedir. Ama İstanbul'da Bir Merhamet Haftası'nda durum biraz daha farklı. Romanın kaynağında duran resimler gerçeküstü olmasına karşın roman kişilerim tamamen 'gerçek'... Ama tepkileri, akıllarından geçenler, duyguları... işte bu noktada işler karışmaya başlıyor. Çünkü sanat yapıtıyla karşılaşmak, özellikle de naif diyebileceğimiz kişilerin karşılaşması bence çok önemli. Sanat yapıtının doğrudan doğruya kişi üzerinde yarattığı etkinin gerçekliğine, samimiyetine inanıyorum. Geliştirici, dönüştürücü, farklılaştırıcı, çoğaltıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Elbette sanat yapıtı izleyicinin bakışıyla tamamlanıyor ama öte yandan izleyici de kendi alımlama sürecinin sonunda başka bir duruma geçiyor. 'Geçebilir' demeliyim belki de. Çünkü sanat yapıtıyla karşılaşmayı istemek, ciddiye almak çok önemli tabii. Yani hep söylenen şeydir, sanatta, edebiyatta içtenlik önemlidir diye, bu yargıya okurun / izleyicinin içtenliğini de eklememiz gerekiyor. Aksi takdirde sanatsal süreç tamamlanamaz. Şöyle bir soru yöneltmeliyim: Her yazar kendine bir derece de olsa gerçeküstücü bir paye biçmeli midir yazın yaşamında? Her yazarın edebiyatla, sanatla kurduğu ilişki elbette farklı olacaktır. Ama kurmaca edebiyat ile uğraşan yazarların pek çoğu yarattıkları dünyanın her ne kadar yaşadığımız dünyaya benzese de aslında oradan farklı bir yer olduğunun farkındadır. Yazar her zaman gerçekliğin sınırlarında iş yapar. Yazılan dünyanın kendi gerçekliğinin olması fikri beni heyecanlandırdığı için edebiyatla ilgileniyorum, okur olarak da yazar olarak da... Ama bu da bir bakış açısı meselesi eninde sonunda. Roman içinde roman tekniğidir bir anlamda bu yeni kitabınız. Bu tekniğin özelliklerinden, size getiri ve götürülerine değinelim mi? Bir kitabın somut ve soyut olmak üzere iki yazarı söz konusu… Bu, farklı bakış açıları yaratır illaki… Her kitabın gerçek yazarının dışında bir de ima ettiği yazarı vardır. Bu her roman için geçerlidir. Ama bir de romanın içinde yazılan bir roman ve içinde bu romanı yazan bir yazarın olduğu örnekler var. İstanbul'da Merhamet Haftası bu örneklerden de biraz farklı bir noktada duruyor. Çünkü okuduğumuz metinleri bir araya getiren, onları yazdıran, bir proje gibi yöneten bir 'yazar' var kitabın içinde ama biz onu görmüyoruz. Yani o yedi kişiyi bulup, onlara bu resimleri gönderen o yazarın kendi yazmış olduğu tek satır yok kitabın içinde. Bu benim sekizinci karakterimdi. En sessiz karakter de o zaten. Ama KİTAP SAYI ? SAYFA 4 CUMHURİYET 903
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle