Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Erhan Pınarbaşı'nın öyküleri yeniden ‘Mühür’ kimde? ? Gülay TALASLI rhan Pınarbaşı'nın “Mühür” adını verdiği ve 2000 yılında Kültür Bakanlığı’nca basılan öykü kitabı, okuduğumdan beri zaman zaman hatırladığım bazı betimlemeleri ile aklımda yer etmişti. 2004'te basılan “Sevdalı Irmaklar Munzur ile Pülümür” adlı uzun öyküsünü içeren ikinci kitaptan sonra “Mühür”, Artshop Yayınevi'nin 'Öykü Dizisi' kapsamında genişletilmiş olarak yeniden basıldı. On üç kısa öyküden oluşan “Mühür”ün ilk öyküsü 'Islak Zemin'de, geceden kalan ve ayılmaya çalışıp “telaşlı bir insan kalabalığı arasında suda yüzen bir kütük gibi ağır ağır yalpalayarak ofisine gelen Kaya, penceresinden, belli ki hak arayan insanların sloganlar atıp, pankartlar açarak davul zurna eşliğinde halay çekerlerken, parlayan polis kaskları, kalkanlar ve durmadan su fışkırtan panzerler ile cop darbeleri karşısında darmadağın oluşlarını seyreder. Pencerenin önünden geçen ve yaka paça tutuklananlarla dolup taşan otobüsün içindeki bir genç kızla göz göze gelir ve kız ona çirkin bir el hareketi yapar. Kaya, sekreterine Fransa'ya, cop ithal ettikleri şirkete faks çekilmesi talimatını verir.” Öyküde, toplumdaki yabancılaşmaya gönderme yapılmış ve bu yabancılaşmanın toplum bireylerini taşıyabileceği duyarsızlık, bencillik ve anlamsızlık çıkmazı konu edilmiştir. E Erhan Pınarbaşı'nın hayatla bir derdi ve söyleyecek çok sözü var. Geleneksel öykü damarımıza koşut, toplumsal, siyasal ve bireysel sorunlarımıza parmak basan, kimi kez yaralarımızı kanatan, hepsi yaşanmış ya da yaşanabilecek öyküler yazıyor. Dünyaya öykü gözüyle bakıp yüreğine değen her aksi şeyi anlatmaya çalışıyor. Öykülenmeye değer konuları hayatın içinden çekip çıkarmayı ve onları güzellemeyi biliyor. çocukluğunu yanında geçirdiği, çok sevdiği dedesinin ölüm haberi üzerine kasabaya doğru kardeşiyle birlikte çıktığı ve dedesine ait bin bir anı arasında özlemle, acıyla gezinerek yaptığı zorlu yolculuk sonunda ona ulaşmasını anlatır. Bu son buluşma, dedesinin çiçekli bir çarşaf altında uyur gibi yatışını izlediği, buz gibi ayaklarına dokunduğu acı ve korku dolu anlardan başlayarak ölüsü yıkanırken kardeşiyle birlikte tas tas su döküp mezarlıkta gözlüğünü ve bastonunu yanına bırakıp üzerine avuç avuç toprak atma sahneleriyle sürer. Okan, eve döndüğünde küçük odadaki tahta dolaptan, kör olan dedesiyrının kim olduğu sorulduğunda, 'Yaşar Kemal' cevabını vermesini konu edinir. Gözlem ve mizah yönü ağır basan öyküde en son cümle fazladan. Karın tokluğuna, belki bu işi yapacak başka birileri bulunmadığı, belki sevap işlemek için ya da kendilerinin de bilmediği nedenlerle köyün mezar kazıcılığı işini üstlenmiş Ethem, Mahmut ve Çetin'in soğuk bir günde bir yandan ateş yakıp ısınmaya çalışarak, bir yandan da sigara içip söyleşerek mezar kazma sahnesiyle başlayan “Derinlik”, ölümün herkesi eşitlediği fikriyle kurgulanmış etkileyici bir öykü. Bu işin inceliklerini iyice kavramış olan üç arkadaş için işin sırrı, yoksul ya da varsıl olsun, genç ya da yaşlı, kadın, kız ya da çocuk olsun kazılan çukurun derinliğinin hiçbir zaman değişmemesidir. Bu ölçü, Mahmut'un çukura inip boy vererek, oranlayarak saptadığı ölçüdür ve herkes için aynıdır. Ilık bir ilkbahar günü yine mezar kazılmakta, köyden yayılan melodisiz bir ses Mahmut'un Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu anons etmektedir. Grupta Mahmut'un yerini Osman almıştır. İnsanoğlunun en onulmaz trajedisi sayılabilecek ölümün kaçınılmazlığını vurgulayan öyküde mezarın derinliğinin hep aynı oluşu eşitlik simgesi olarak kullanılmış; mezar kazanın da bir gün mezarının kazılacağını bildirip ölümün mutlaklığı ve doğumyaşamölüm döngüsünün kesintisiz süreceğinin altı çizilmiştir. “Ben Senin Polisinim”, en yakınındaki insanların bile kendisini gözleyen gizli polisler olduğu takıntısı içinde hatta kendinden bile kuşkulanarak korku ve güvensizlik içinde yaşayan ve sonunda akıl hastanesine düşen bir paranoyağın öyküsüdür. Bozkıra sırtını dayamış büyük bakır bir leğeni anımsatan Tüten köyünde yaşanan olanaksızlıkları ve korkuları anlatan “Kargalar ve İnsanlar”, tam bir kara mizah örneğidir. Büyüklerin öfkelerini gövdesine kurşun sıkarak kustukları, çocukların dallarında yuvalanan kuşları sapanla vurmaya çalışıp yumurtalarını topladıkları, gövdesinden çıkardıkları kurşunlardan kolye yaparak eğlendikleri koca kavak, köylü için iyi bir oyun alanıdır. Köyde, kapı ve pencerelerine çapraz kalaslar çakılmış, camları kırık ve yıkık damlı bir okul vardır ama öğretmen gelmediği için şimdilerde ahır ve samanlık olarak kullanılmaktadır. Çocuklar hiçbir zaman görmedikleri öğretmenin muhtar Sarı Emin'e benzediğini düşünerek onu andıran kardan öğretmen yaparlar. Çaresizliğin, yoksulluğun ve baskıların gölgesinde kendilerine sığınacak, rahatlayacak ve soluk alacak yaşam alanları yaratmaya çalışan bir köy halkının uğradığı akıl almaz ve insanlık dışı muameleyi ve bunun toplumda yarattığı dehşeti ve paniği konu alan bu öykünün yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış olması etkisini daha da artırmaktadır. Muhtarın sorusuna verilecek yanıt, elbette; 'Hayır, kesinlikle Hayır!' olacaktır ama vahim olan, bir toplumun böyle absürd bir soruyu sormak durumunda bırakılmış olmasıdır. SON ÖYKÜ Kitabın son öyküsü olan “Havva”, anlatıcının çocukluk anılarında iyimser duygularla yerini almış köyün delisi bir kadının öyküsüdür. İnsanların ya da toplumların kendisine benzemeyeni, yani ötekini hangi olumlu ya da olumsuz tavırlarla karşıladığını örnekleyen bu öyküde Havva yerine anlatıcının duygularının öne çıkarılmış olması Havva tiplemesini gölgelemiş gibidir. “Çukura Sığmayan Adam” (1998) ve “Mühür” gibi Artshop Yayınları’nın 'Şiir Dizisi' içinde yayınlanan Külden Küller adlı iki şiir kitabı da bulunan Erhan Pınarbaşı'nın hayatla bir derdi ve söyleyecek çok sözü var. Geleneksel öykü damarımıza koşut, toplumsal, siyasal ve bireysel sorunlarımıza parmak basan, kimi kez yaralarımızı kanatan, hepsi yaşanmış ya da yaşanabilecek öyküler yazıyor. Dünyaya öykü (ve şiir) gözüyle bakıp yüreğine değen her aksi şeyi anlatmaya çalışıyor. Öykülenmeye değer konuları hayatın içinden çekip çıkarmayı ve onları güzellemeyi biliyor. Gözlem gücü yüksek ve özellikle betimleme yapmakta oldukça başarılı.Yarattığı karakterler kentin, kasabanın, köyün tipik özelliklerini taşıyan, ete kana bürünmüş insanlar. Aza indirgenebileceği düşünülebilecek diyalogları, düzgün ve akıcı. Çoğu kez kısa ve keskin cümleler kullanıyor; öyküleri okuru şaşırtan sonlarla bağlıyor. Ancak, öykülerin kurgularındaki iskeleti sağlamlaştırmak ile daha az sözcükle daha çok şey anlatmak konuları üzerine biraz daha yoğunlaşırsa öykülerinin etkileyiciliğini artırır diye düşünüyorum. Seçilen ilk cümleler ile son cümlelerin okuru kitaba ve öyküsüne bağlama konusundaki önemini de zaten biliyordur. Kalem tutmak ve onu işletmek, yaşanabilecek en sancılı, en özel deneyimlerden biridir. Erhan Pınarbaşı, kaleme sıkı sıkı yapışmış, yıllardır ona emek veren bir öykücü (ve şair).Bu emeğe saygı için de okunmalı öyküleri. Bakalım Mühür kimde. ? Mühür/ Erhan Pınarbaşı/ Artshop Yayınları,İstanbul, İkinci Basım, 2006 /79 s. KİTAP SAYI 903 DÜŞÜNCEDEKİ HAZİNE “Düşüncedeki Hazine”, istasyondan bandolar eşliğinde uğurlanan bir grup asker içinde yer alan kahramanın, bu yolculuk sırasında tuttuğu günlükler aracılığıyla, hazine arayıcısı olan dayısını gerçek hazine avcılarının kim olduğu konusunda aydınlatmasının öyküsüdür. Kahraman, savaşa gitmeyen insanların karar verdiği savaşta öldürmek ve ölmek için yoldadır. Bozkırın ortasında ilerleyen trenin 'Odacık' demeyi seçtiği bir kompartımanında diğer askerler kendini uykuya vurmuşken o, korku, daha şimdiden burnunun direğini sızlatan sevdiklerine özlem ve gelecek düşleriyle kıvrana kıvrana yazıp çizmekte, geceyi seyretmektedir. Öykünün sonunda, dayısını kazmaktan vazgeçirmek için gösterdiği ise bir hazine haritası değil, o odacıkta zaman zaman korkup kaçan arkadaşı Urfalıyı da düşünürken çizdiği masa başında oturmuş, yüzleri belirsiz ve ağızlarının suyu akarak dünyayı dilim dilim paylaşan biri şapkalı iki adamın resmidir. Dayısı artık hazine aramayı bırakmalıdır; çünkü gerçek hazine çoktan bulunmuş ve paylaşılmıştır. Öykü, küreselleşen ve ulusların ya da her bir insanın refahından çok, dünyadaki bütün kaynakları kendi yararlarına kullanmak isteyen ve bu uğurda tüm yolları geçerli sayan egemenlerin senaryolarına dikkat çeker. 'Pencere ve Şamandıra', kendini 'kıyıya uzak bir şamandıra gibi hissederek pencerenin ardında oturup hayaller kuran kör bir kadının gün boyu sesini duymak için beklediği terlik satıcısına duyduğu aşkı anlatır. Çocukluğuna ve hayallerine sığınan görme engelli bir kızın aradığı aşkı, hayatın içinden ve tüm engellere rağmen buluşunu anlatan iyimser bir öyküdür bu. Kitaba adını veren “Mühür”, Okan'ın, SAYFA 14 KIRMIZI OTOBÜS “Kırmızı Otobüs”, yıllardır direksiyonunu okşayıp aynı hatta gidip gelerek hemen hemen aynı insanları taşımaya alışmış şoför Necip Dayı'nın, artık iyice yıpranan ve salça reklamı panolarıyla süslenmek üzere bakımevine çekilen kırmızı otobüsüyle yaptığı hazin vedalaşmayı anlatır. Son seferde karşılaşılan insanların ve yaşanan gündelik, sıradan ve insana dair her olayın ustalıkla gözlemlenip yalın bir anlatımla aktarıldığı öykü, yaşamımızda alışkanlıklarımızın kapladığı yeri, onlardan vazgeçmenin ne kadar zor, her değişimin ne kadar sancılı olduğunu vurgular. On yedi yaşındayken, babasının yoğun baskısına rağmen kimselere görünmemek için kasabanın dışına kaçıp büyük bir hazla titreyerek sigara içmeye alışan ve bu uğurda sakat kalan kahramanın büyük pişmanlık duygularına rağmen sigaradan vazgeçemeyişini anlatan “Tekerlekli Sandalye”, tekerlekli sandalyeye bağımlılığın bile vazgeçiremediği sigara bağımlılığına lanet okur gibidir. Yasaklanmasının mı, yarattığı sanal zevkin mi vazgeçişi engellediği sorgulanan öyküde, insanlığın baş belası olan en tehlikeli ve en yaygın kötü alışkanlık olan sigaranın zararlarından dem vurulduğu için öğretici yönü ağır basmaktadır. Erhan Pınarbaşı le özdeşleşmiş mührünü bulur, dedesinin Tanrı karşısında kimliksiz kalmaktan korkacağını düşünerek mührü mezarlığa götürür. Durmadan devletle cebelleşen kör dedesinin evraklara bir tuğra gibi basarak kendini var kıldığı mührün, yoksulluk içindeki bir insanın vatandaş olarak devlet karşısında varlığını simgeleyen bir güç olarak önemi anlatılırken, devlet ve vatandaş ilişkilerinde hangisinin kim için olması gerektiği sorgulanmaktadır. Sadece kitaba adını verdiği için değil ama yolculuk sırasında yaşanan kimi mutlu kimi hazin anılar, dedeye kavuşma ve cenaze töreni sahneleriyle akılda kalacak olan bu öykünün kitabın ilk öyküsü olabileceğini düşündürebilir. “Damlalar ve Gölcükler”, bir yaz dinlencesi boyunca her gün kitaplığa gelip şevkle kitap okuyan yoksul bir çocuğun, yaşıtları gölcükleri tekmeleyip damlaları havada yakalamaya çalışarak oynadığı yağmurlu bir günde sırılsıklam gelerek 'Red House'u okuması ve giderken yaza CUMHURİYET