Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Sözünü edeceğim dört öykü kitabı daha var, Can Yayınları’nca yayımlanmış. Öteki dördü üzerinde iki hafta önce durmuştum. İkisi ilk öykü kitabı bunların: Engin Çetinbağ’dan Kadehi Boşalanlar, Remzi Karabulut’tan Kadınlar Gülmemeli. İki de ikinci öykü kitabı: İnan Çetin’den İçimizdeki Şato, Akın Sevinç’ten Dünyanın Yan Etkileri… kitaplarına… ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZÜN ALDIĞI YOL... Engin Çetinbağ, öyküyü kesinlikle bırakmaması, öyküden uzaklaştırılmaması gereken bir yazar. Ancak bu ilk öyküler toplamı Kadehi Boşalanlar’da tutuk bir izlenim bırakıyor denebilir. Öykücülüğümüzde kendine yer, yurt arayışı içinde görünüyor daha çok. Derin sularda yüzme tedirginliği duyan birinin, ayırdında olmadan sığ sularda kulaç atmaya çabalayışı belki de bir ölçüde. Bu nedenle Çetinbağ’ı, bir kez de derin sulardaki öykü verimiyle tanımayı isterim. Madenciliğin, maden cevherinin öyküyle bütünlendirilişinde dikkat çekici olduğunu da ekleyeyim örneklerde. Remzi Karabulut, Kadınlar Gülmemeli’de boşlukları tamamlamaya girişmeden anlamlandırmayı okura bırakan bir tutum izliyor. Yer yer görüntü akışı ekliyor öyküleme düzenine. Dilini, sözcüklerini nasıl geliştirdiğini de açıkça gösteriyor bize yazar. Bu çerçevede verimledikleriyle kendine iyi bir öykü yatağı serdiği düşünülebilecek bir yazar o. Öykücülüğümüzde küçük esnaf açılımları parmakla gösterilecek denli az. Oysa yazar, bununla ilgili çok güzel açılımlar getiriyor öykülerinde. Karabulut, bundan böyle dikkatle izleyeceğim öykücü olacak. Bu arada “İsimsiz Öykü”yü okurken onca “ve”ye ne gerek var, diye düşünmeden edemedim ama. “Dışarıda Kötülük Var” adlı öykünün uzun tutulması da öykünün kendi iç zorunluluğundan kaynaklanmıyor bence. İnan Çetin, İçimizdeki Şato’da, kitaba adını da veren öykünün bir yerinde, kahramanına şöyle söyletiyor: “…Yarım bırakılmış hikâyeler dünyanın en güzel hikâyeleridir, çünkü insana devam etme fırsatı tanırlar.” (48) Göreceliği oyunsu süreçlerde yakalayan bir yazar İnan Çetin. İlk kitabındaki tutumunu sürdürüyor bu ikinci öyküler demetinde de. Farklı olguları, birbiriyle ilintisi yokmuş gibi duran kişileri harmanlayıp öyle bütünlüyor öykülerini Çetin. Ama bu arada öyküler okunurken bir ham meyve tadı da alınmıyor değil zaman zaman. Üzerinde özenle durulması gereken bir yazar da Akın Sevinç. Bizi öteki öykücülerde benzerlerine pek rastlanmayan kahramanlarla tanıştırıyor. Hayat Belirtisi’nden sonra Dünyanın Yan Etkileri’nde bir kez daha gözlüyoruz bunu. Soğukkanlı, nahif, ötesinde saf kişilik yapılarıyla dikkati çeken, gizlilikleri olmayan, kimileyin duyarlı, hatta sinirli, ortalığı ayağa kaldıran, çılgın, çocuksu, olgun, masum hepsi de içi dışı bir kahramanlar tanıdığımız. Akın Sevinç’in öykülerinde bir anahtar bağlamında alınabilir şu tümce: “Can kulağıyla dinlediklerimizi de anlayamıyorduk.” (28) Bu doğrultuda bıyık altından gülünesi hinliklerle örüyor kimileyin öykülerini yazar. Yukarıda üç beş satırla öykülerinden söz ettiğim yazarlar, bir bakıma öykücülüğümüzün aldığı yol üzerine önemli ipuçları sergiliyor denebilir. Ne kadarı anımsanacak dersiniz bu öykülerin ileride? On yıl, yirmi yıl, elli ya da yüzyıl sonra? Elli yıl sonra biz Sait Faik’ten hangi öyküleri anımsıyoruz? Erdal Öz, öykünün özetlenerek değil üzerimizde bıraktığı etkinin bir çırpıda dile getirilişiyle anımsanmış olacağını düşünüyordu. Keşke bunu, çok daha ayrıntılı biçimde, derinliğine konuşabilmiş olsaydım kendisiyle. Ama nafile. İnsanın yaşamı, bir geç kalmışlıklar tarihinden ibaret yalnızca. Engin Çetinbağ’ı, Remzi Karabulut’u, İnan Çetin’i, Akın Sevinç’i okurken Erdal Öz de hep yanı başımdaydı bu nedenle. Şimdi sıra sizde… ? KİTAP SAYI 903 M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Öykü Zamanı E rdal Öz’le oturuyoruz, odasında. Fıkralar anlatıyor, asma filizleri gibi oraya buraya uzanıp daldan dala konuyor… Bana fıkra anlatmaktan hoşlanıyor, bunu çevresindekilere de söylüyor, “Sadık, fıkralarıma çok gülüyor” diyor. Güzel anlatıldığında fıkra, yerlere kapanıyorum gülmekten, duvarlara fırlatıyorum kendimi. Çünkü anında sahneye çıkarıyorum fıkrayı, filmini çekiyorum hemen, böyle olunca dinlediğime değil gördüğüme gülüyorum asıl. Gülmemin nedeni bu… Erdal Öz de güzel anlatıyor fıkraları… Sesini, yüzünü kullanıyor, anlatımında sabırlı davranıyor, duraklayıp boşluklar bırakıyor, sonra da ustalıkla vurucu sona ulaşıyor. Yumuşacık bir sesi var. Sıradan, olağan bir olayı, durumu, kişiyi, ilişkiyi aktarıyor havasında anlatıyor hep. Tıpkı öyküleri gibi… Öyküden de konuşuyoruz bu arada. Konuştuklarımızın ana omurgasını öykü oluşturuyor zaten sürekli. Derken konu, Can öykücülerinden birinin yayımlanacak yeni dosyasına kayıyor. İlginç bir rastlantıyla ben de okumuşum dosyayı. Dosya, içindeki öykülerden birinin başlığını taşıyor. “Ne anlatıyor?” diye soruyor dönüp birden bana. Bir an duraklayıp toparlamaya çalışıyorum… “Güzel mi?” diyor, “Evet,” diyorum, “güzel…” “Ee, anlat o zaman.” Ben toparlamaya çalışırken, “Dur, bak ben anlatayım” deyip girişiyor. “Bir çocuk var, deniz kıyısında, bir şeyler yapıyor, sonra onun bir arkadaşı var…” Gerisini getirmeden o, şaşkın atılıyorum: “Ama bu senin öykün!” “Evet” diyor, “öykü bir iki sözcükle anımsanıp paylaşılabilmeli. Oysa sen düşünüyorsun.” Öylece kalıyor bu bende, yerleşiyor belleğime. Aralıklarla düşünüyorum, Erdal Öz’ün söyledikleri üzerinde. Öyle ya, bir öykü nasıl anımsanır, daha doğrusu öykü kendisini nasıl anımsatır bize? Erdal Öz’ün öykücüleri2... Anımsayabildim mi? Evet… İşte ilk ikisinin birer, öteki ikisinin ikişer kitabından anımsayabildiğim öykülere değgin üç beş kopuk sözcük size… Engin Cetinbağ’dan: Bir kuyu, çevresinde kalabalıklar, çocuklar, büyüleyici atmosfer… Remzi Karabulut’tan: Bir nehir, bir kız… Güzel mi güzel, ama konuşmayan… Şeytanların iştahını kabartan bu yanıyla… İnan Çetin’den: İçinde yılanlar, söylenler taşıyan bir bozkır/dağ adamı… Bir küçük kentin daralan vaktinde meyhane avlusu… Avluda sıkışmışlık duygusu içinde genç adam… Akın Sevinç’ten: Hastanede kan veren âşık… Tuhaf bir ilişkileniş… Bir market… Alışveriş odağında önümüzde “s”lerle uzanıp giden karmaşa… İlk anımsadıklarım bunlardı, kuşkusuz sizler de yaşamışsınızdır bu tür deneyimler. Sonra kitaplara uzandım, bakalım dedim sayfaları çevirirken hangilerini anımsayacağım? İlginç bir durumla karşılaştım. Sayfaları karıştırırken öyküleri anımsayabiliyordum tek tek, ama aradan uzunca zaman geçtikten sonraki anımsayışlarım Erdal Öz’ün yöntemi doğrultusunda üç beş savruk sözcükle ilginç özdeşlik yansıtıyordu. Düşünmekten alamadım kendimi. Demek ki öykünün bir anımsama özdeşliği vardı, kimi savruk sözcükler bunun aracılığını yapıyordu yalnızca. Bellek, bu sözcüklerden kalkarak bir anımsama formülü yaratıyordu kendince… Söz konusu özdeşlik formülü, her kezinde bir imge getiriyordu sanki. Evet evet, öyküleri biz, bizde bıraktığı imgeler aracılığıyla anımsıyorduk demek ki… O zaman düşünmeden edemedim. Öyküleri anımsama özdeşliğinin formülü imge aracılığıyla ortaya çıkığına göre, öteki yazınsal türleri hangi formülle, neyin aracılığıyla anımsıyorduk peki? İlk vardığım düşünceler şöyle oldu: Biz, romanları kahramanları aracılığıyla, onların başından geçen olayları aktaran sözcüklerle; şiirleri seslerle, ama bunu birebir aktaran dize tümlükleriyle; oyunları, kahramanların yaşadığı dramatik anla, anlarla anımsıyorduk… Doğrusu çok heyecan verici geldi bana bu; biz yazınsal türlerdeki verimleri, okumalarımızı unutacak denli zaman geçtikten sonra hangi yolla anımsıyorduk? Usun kendi işleyiş yöntemi dışında yazınsal türlerin kendi iç özelliklerinden beslenen bir dayatma gücü olamaz mıydı? İleride konunun üzerinde duracağım yeniden. Ama şimdi öyküye döneyim… ÖYKÜNÜN GÜCÜ... Öyküyü anımsamanın özdeşlik formülü imgeden geçiyorsa eğer, yazınsal tür olarak gücünü de gösteriyor kuşkusuz bu durum. Öyle ya nedir bize öyküyü anımsatan, öykünün anımsanmasını sağlayan gizil güç ya da büyü? İmge mi salt? Bunun aracılığıyla yaşanan bir anlık etki, bir anda okunarak yaşanılan duygu doruğu mu… Bu yönde öykü düşünürleri bütünleşen, kimi ayrılıklar taşısa da sonuçta birbirine eklemlenip bütünlenen görüşler dile getiriyor bildiğimce. Bana göre her yazınsal tür, kendi kimyası doğrultusunda etkiliyor okuru. Çünkü her birinin atom dizilişleri farklı, buna bağlı olarak gizil güçleri de değişiyor. Hatta şunu söylemek de olası: Öyküler, bu genel dizilişe, gizil güce katılımı oranında anımsanabiliyor sonraki yıllarda. Aradaki yarış yazarlardan çok verimlenen öyküler için geçerli daha çok. Diyelim Engin Çetinbağ, Remzi Karabulut, İnan Çetin, Akın Sevinç öyküleriyle önümüze geliyor, ama öne çıkan öykü oluyor yine de, anımsama özdeşliğine uygunlukları yönünde yarışıyorlar birbirleriyle. Burada yazarın önemi kalkıyor ortadan, öykünün önemi, değeri giriyor devreye. Nitekim aynı yazarın verimlediği, aynı kitap içindeki öyküler de bu yarışı somutlamıyor mu? Kimi öyküleri, aradan uzunca bir zaman geçtikten sonra anımsanırken yazarın, diğerleri belleğin derin kuytusunda öylece kalmıyor mu? Andığım yazarların kitaplarındaki öyküler, herhangi yazar ayırması olmaksızın bir araya toplansa da durum değişmeyecek demek ki. Çünkü anımsanan öyküler çıkacak karşımıza yalnızca, güçlü olan anımsanan değil midir? Bu şunu gösteriyor: yazarlar, öykülerinin anımsanmasını sağlayabiliyorsa iyi öyküler verimliyor demektir! Şimdi geçelim adlarını sıraladığım öykücülerle öykü BİR ÖYKÜYÜ ANIMSAMAK... Sözünü edeceğim dört öykü kitabı daha var, Can Yayınları’nca yayımlanmış. Öteki dördü üzerinde iki hafta önce durmuştum. İkisi ilk öykü kitabı bunların: Engin Çetinbağ’dan Kadehi Boşalanlar (2004), Remzi Karabulut’tan Kadınlar Gülmemeli (2006). İki de ikinci öykü kitabı: İnan Çetin’den İçimizdeki Şato (2005), Akın Sevinç’ten Dünyanın Yan Etkileri (2005)… İnan’ın ilk öykü kitabı Bin Yapraklı Lotus’la (İş, 2003) Akın’ın ilk öykü kitabı Hayat Belirtisi (Can, 2002) üzerine “Kitaplar Adası”nda yazmıştım daha önce. Engin’le Remzi’nin kitapları üzerinde ilk kez duracağım. Hoş Remzi, daha önce de Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan bir kitabıyla Ne Yazdığını Bilseydin Yazmazdın başlıklı dosyasını göndermişti bana, diyeceğim ilk kez okuyor değilim Karabulut’u. Andığım dört öykü kitabını da aylar önce okudum aslında, hatta yıl geçti bir ikisinin üzerinden. Yazı notlarımı almış, bir kıyıya bırakmıştım haklarında yazmak üzere. Masama, yazı düzeneğimin yanına aldım öykü kitaplarını. “Hadi bakalım Sadık, anımsa şimdi birer öykü bu kitaplardan” dedim kendime. SAYFA 16 CUMHURİYET