22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, kendine itiraz ettirirken bile çok şey öğreten, ufkumuzu genişleten bir başvuru kitabı. Server Tanilli’nin seçimi ve emeği de kitabın Türkiye okuru için önemini ayrıca artırıyor. Erdoğan AYDIN Kritik G eçen haftaki Server Tanilli değerlendirmemin peşine, onun çevirisiyle yayımlanan önemli bir tarih çalışmasını, Robert Mantran’ın yöneticiliğinde hazırlanan “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” (Alkım Yayınevi) adlı 2 ciltlik derlemeyi irdelemek istiyorum. “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi”, önceden okuduğum, okurken öğrendiğim, ara ara tekrar baktığım kitaplardan biri. Tabii bir kısmına burada da değineceğim, katılmadığım, eleştirilmesi gereken yaklaşımlar da içeriyor. Ama sorunun bu yanı bir tarih kitabından ne beklediğinize göre değişebilir. Çünkü katılmadığım yanlarıyla bile bana öğreten kitaplardan biri bu kitap. Tanilli’nin, onca yoğunluğu içinde oturup onu çevirmesini de bu değerine bağlıyorum. PARÇALARDAN BÜTÜNE 2 ciltlik kitap, tarih meraklılarının tanıdığı yazarların incelemelerinden oluşuyor. Bunlardan İrene Beldiceanu, Osmanlı’nın kuruluşu ve ilk dönemde iktidarın örgütlenişini, Nicolas Vatin, I. Murat’tan II. Bayezit’in düşüşüne kadarki dönemin siyasal tarihini, JeanLois BacqueGrammont, Yavuz’dan III. Mehmet’e, Robert Mantran ise, I. Ahmet’ten 1768’e kadar Osmanlı’nın siyasal ve iktisat tarihini inceliyor. Nicoara Beldiceanu ve Gilles Veinstein, İmparatorluğu, iktidar aygıtları, iktisat ve toplumsal ilişkiler bağlamında ayrı ayrı incelemişler. G. Veinstein, ikinci bir makalesinde 1606’dan 1774’e kadarki dönemde Balkan eyaletlerini, buradaki tahakküm ilişkileri ve değişimi, Andre Raymond ise, aynı bağlamda Arap eyaletlerini incelemiş. 2. ciltte R. Mantran, “Doğu Sorununun Başlangıcı” başlığıyla 1774’ten Gülhane Hattı Hümayun’a (1839) kadarki dönemi, Paul Dumont ve (Türkçülük üzerine çalışmalarından bildiğimiz) François Georgeon ise, ayrı ayrı ve birlikte, Tanzimat, Abdülhamit, İtihat ve Terakki ve Savaş ve İmparatorluğun ölümünü incelemişler. Kitap Türk tarihi incelemelerinden bildiğimiz JeanPaul Roux’un Osmanlı Sanatı üzerine çalışması ile A. Raymond’un Arap ülkelerinde mimarlık ve son olarak Louis Bazin’in Osmanlı’da kültürel yaşam üzerine incelemesiyle tamamlanıyor. Bu içeriğiyle kitap, bize hem bütünlüklü bir Osmanlı tablosu sunuyor hem de özel dönem ve sorunlarla sınırlı okuma olanağı veriyor. Örneğin Dumont ve Georgeon’un “Bir İmparatorluğun Ölümü” başlıklı makalesi, 1908’den başlayıp 1923’e kadarki sürecin özel bir fotoğrafı olarak okunabilir. 80 sayfalık bu çalışma, kuşkusuz söz konusu döneme ilişkin pek çok ayrıntıyı atlıyor. Ancak dramatik iniş çıkışlarıyla, devrim, savaş, tehcir, yıkım ve kurtuluş boyutlarıyla söz konusu dönemin gerçeğe en yakın fotoğraflarından birini sunuyor. Kitap, özgün bir eksende, Osmanlı tarihçiliğine yeni kapılar açıyor. Örneğin bir Hammer’in çok kapsamlı “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” kitabından ayrımla, olayların nedenlerini de irdeleyen açıklayıcı bir tarza sahip. Avrupa merkezci ve salt Batılı kaynaklardan hareketle yapılmış Osmanlı tarih yazımlarından da belirgin bir farka, evrensel bir bakış açısına sahip. OSMANLI’YA POZİTİF AYRIM Kitap, Osmanlı tarihini, “yalnız fetihler, egemenlik ve askeri üstünlük” boyutlarında değil, aynı zamanda yönetim ve Osmanlı’ya Bakmak kurumsal yapı, ötekilerle ilişkiler, iktisadi ve sosyal boyut yanında, dünya bağlamıyla birlikte ele almış. Önsöz’ünde de vurgulandığı gibi Osmanlı’nın tarihi, resmi Hıristiyan söyleminin dışında, hatta zaman zaman ona karşı savunmacı bir yerden yazılmış. Bu bağlamda Osmanlı’nın hukukunda olumlu yanlara, kurumların ve yönetim tarzının gönül alıcı özelliklerine vurgu yapılmış. Yani Batı’daki hâkim görüşün dengelenmesi, çubuğun tersi yöne bükülmesi kaygısı gözetilmiş. Aynı şeyi Türkİslamcı bir yerden yapıp ortaya ancak birer propaganda metni çıkarabilenlerin aksine, söz konusu derleme, Osmanlı’yı gözeten yaklaşımlarında bilimsel soğukkanlılığa sahip. “Doğu sorunu diye adlandırılan şey, pek yakın devre değin, sadece Batılı görüş açısından ve özellikle Osmanlı karşıtı bir bakışla incelenmiş; hedef de şu olmuştur: İktisadi zenginliklerini, ticaret yollarını, stratejik yollarını ele geçirmek, ‘Osmanlı boyunduruğundan kurtulmuş’ halkları da kendi ‘alıcısı’ yapmak umuduyla imparatorluğu parçalamak. (Bunlar), Avrupalıların arkasından koştukları iktisadi yada siyasal amaçlar (sömürgecilik) ya da stratejik hedefler (Hint yolu, Kara Afrika’ya açılma) yüzündendir” denmiş. Kuşkusuz tümüyle doğru saptamalar bunlar. Ancak Batıdan üreyen önyargıları düzeltme kaygısıyla şekillenmiş bu yaklaşımın eksik kalan bir yanı var; kitabın kimi makalelerinde özellikle belirginleştiği gibi, Osmanlı’nın içinden üreyen, yapısal sorun alanları yeterince görülmemiş. Batı’da üretilmiş Osmanlı karşıtı önyargılara karşı kitap, Bizanslıların devlete katılışını, Hıristiyanlara karşı bir zulmün olmayışını vurgulamış. Aynı bağlamda İspanya ve Orta Avrupa’dan kovulan Yahudilerin kendilerine Osmanlı’da yer bulabilmelerinin altı çizilmiş. Yine Sırpların, Bulgarların, Yunanlıların, Ermenilerin, Arapların emperyalistlerce kışkırtılmasına işaret edilmiş. Gerçi bu noktada Mantran, bu yaklaşım, “Osmanlıların eleştirici bir tarih sınavından yüzleri ak çıkabileceği anlamına da gelmemeli. Osmanlılar Avrupalıların saldırısına uğradılarsa, kusuru baştan aşağı Avrupalıların olmasa gerek” diyerek okuru uyarmış. Bununla birlikte Osmanlı sisteminin, hem fetihler hem de modern dönemdeki meşru ulusal talepleri bastırma inadının sorgulanması; yani kendi egemenlerini eleştirirken burada da bir tahakküm ve sömürü ilişkisinin sürdüğü gerçeği belirginleştirilmemiş. Bu noktada Mantran’ın, “Osmanlı yö nırlı olup Ortodoks Şii teolojisi ile kökten farklıdır. Daha önemlisi korkunç bir sefalet ve rejime yabancılaşmanın ürünü olan Bedrettini ayaklanmayı egemenlerin diliyle ‘kışkırtıcılık’ eksenli açıklamak, keza ayaklanmanın bastırılışındaki vahşeti, iktidarın karşı karşıya bulunduğu ‘tehdit’ (s.75) ile adeta meşrulaştırması kitabın ciddi sorun alanlarından biri. Beylik ve Türkmen halkın Osmanlı’ya bağlanmamak konusundaki meşru iradesini de sorgulayan Vatin, II. Bayezit dönemi halk itirazlarını ‘şahın kışkırtıcıları’ (s.136) ile açıklayan Osmanlıcı tezi veri alır. Neyse ki bu arada Şah’ın ve Anadolu Kızılbaşlarının Şii değil, ‘Hakmezhep dışı’(!) ve mesihçi öğretiye sahip olduklarını belirtir. Vatin’in zengin makalesi, içine sızan egemenin diline karşı hassasiyetle okunmalı. DESPOTİK DEĞİL Mİ? Kitabın değerli makalelerinden birini, (Büyüklüğü İçinde İmparatorluk) yazan G. Veinstein, Osmanlı rejimini tanımlamakta kullanılan despotizm kavramının “doyurucu olmadığı” kanaatini vurgularken, sorunun kuramsal aydınlanması için gerekli “iki niteliği bir yana bıraktığını” belirtmiş. Oysa bir yana bırakılmayacak kadar önemli olan bu iki nitelik, kendi ifadesiyle, “Sultanın yetkilerine hiçbir sınırın olmayışı ve uyrukların, yaşamlarının da, mallarının da efendisi bir hükümdarın köleleri olabileceği bir siyasal sistemin varlığıdır”. (s.201) Aksi pratiklerden yola çıkarak Osmanlı siyasal yapısının despotik olmadığını ispatlama çabası boşlukta kalacaktır. Çünkü işaret edilen örnekler siyasal hukuku değil, değişen dengelere, ekonomik ve siyasal gelişmelere bağlı, sistemin istisnalarıdır. Kimi Avrupalı kralların (IX. Charles, III. Henri vb.) kimi Osmanlı Sultanlarından çok daha despot konum sergilediği de söylenebilir. Ama buradan hareketle sistemin adı konulamaz; sistemin boşluk alanları, aksama noktalarına işaret edilebilir sadece. Yine, “yeniçeri ve ulema ortak hareket ettiğinde, bu çeşitli güçlerden uzaklaşmış sultanın tahtından indirilmesi ve ölümü” mümkündü gerçekten; ancak bunlar hep sistemin, değişik nedenlerle aksamasının ürünü istisnalardır. Sonuç olarak Osmanlı siyasal yapısını anlamada Makyavelli’in şu soyutlaması geçerlidir: “Büyük Türk’ün bütün monarşisini bir tek efendi yönetiyor; ötekiler onun hizmetkârlarıdır. (…) Fransa Kralı, tersine pek eski bir soydan gelen, kendi uyruklarınca tanınıp sevilen yığınla büyük senyörün arasında yaşıyor. Kralın tehlikeyi göze almadan dokunamayacağı babadan kalma ayrıcalıkları var her birinin…” (s.203) Kıyaslanan iki sistemin yapısal farkı tam da burada düğümlenmektedir; dolayısıyla adını koyarken de buradan hareket edilmelidir. Osmanlı siyasal yapısına ilişkin sorgulamalar yapan Veinstein’in, “Hükümdar kendi kamusal ve özel yaşamını düzenleyen şeriatın dokunulmaz buyruklarına karşı çıkamaz” yargısı da, Osmanlı gerçeği çerçevesinde doğru değil. Bu yanlış yargıdan hareket eden irdeleme, Batılı tarih yazımlarında özel bir saygı gören Kanuni’nin, “..ülküsel bir hükümdar modelinin … yetkin ve canlı bir örneği” olarak anar. Oysa onun “yetkin ve canlı bir örneği” olduğu rejim, tam da despotizmin zirvesidir. (Bu konularda geniş bir irdeleme için bkz. Osmanlı Gerçeği, Cumhuriyet Kitapları) TANİLLİ’NİN SEÇİMİ Kitaba yönelik bu vb. eleştirilerim, onu değersizleştirmiyor. Aksine bilimsel bir soğukkanlılıkla yaklaştığımızda, bizi tartıştırıp, kendine itiraz ettirirken bile çok şey öğreten, ufkumuzu genişleten bir başvuru kitabıyla, Osmanlı’ya dair incelemelerde bir başucu kitabıyla karşı karşıyayız. Server Tanilli’nin seçimi ve emeği de kitabın Türkiye okuru için önemini ayrıca artırıyor. ? KİTAP SAYI 905 neticileri yönünden, fethedilmiş halkların özümsenmeleri niyeti görülmedi, ne zorla Osmanlılaştırma ne de zorla İslamlaştırma oldu” vurgusu, N. Beldiceanu’nun makalesinde verilen (gayrimüslimlerden her yıl toplanan 2800 kilo altın karşılığı olduğu) bilgisiyle okunmazsa, bizi yanlış bir yargıya yönlendirebilir. Oysa Sultanın Hıristiyanlara İslamı kabul ettirmesi çıkarına uygun değildi ve Osmanlı’nın ‘hoşgörüsü’ de, işte bu kelle vergisi (cizye) ile maluldü. HALK VE OSMANLI Avrupa sömürgeciliğine karşı Batının vicdanı, özellikle Mantran’ı belirleyen öğe olmuş. Bu bağlamda emperyalizmin gözünde ‘hasta adam’ olan Osmanlı’ya karşı “hekimlerin sağaltmaktan çok öldürmek için can attıkları, iyi bilinmeyen, değeri anlaşılmamış bir dünyanın üzerindeki örtüyü kaldırıp aydınlığa kavuşturmak oldu niyetimiz” der. Kuşkusuz Batı’dan bakıldığında Osmanlı algısının nesnelliğe çekilmesi açısından önemli bir açılım bu. Ancak Osmanlıcı bir tarih yazımıyla toplumsal özgürleşmemizin tahakküm altına alındığı Türkiye’den bakıldığında kitabın bu eğiliminin daha sorgulayıcı bir okumayı zorunlu kıldığı kesin. Bu bağlamda kitap, Osmanlı Avrupa ilişkileri ve yine Batının ilgi alanındaki Arap dünyasına ilişkin düzeltici açılımlar sunarken, Osmanlı’nın kendi içindeki despot yanı, kendi içinden çıktığı halka (Türkmenlere) karşı zorbalığı ve halkın imparatorluk politikaları karşısındaki refleksini adeta es geçmiş. Oradan gerçekleştirdiği pek çok önemli açılımına karşın, buradan halkı ve sorunlarını hissetmeyen bir tarih yazımı örneği ortaya çıkmış. Halkın tepkileri daha çok saray içi ve rakip devletlerle bağlantıları üzerinden ve oldukça yüzeysel işlenmiş. N. Vatin’in Osmanlıların Yükselişi makalesi, faydalanılan kaynakların yeterince sorgulayıcı okunmaması sonucu, örneğin Anadolu beylikleri ve Anadolu halkını ‘Şii’ gelenek içinde görmek hatasına düşmüş. Oysa onların ‘Şiiliği’ Ali’ye yüklenen önemle sı SAYFA 26 CUMHURİYET
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle