Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
? çok güçlüydü; ama düşüncelerine ve yargılarına, adı büyük (ya da adı duyulmamış olduğu için etkisi büyük) tanıklar bulup buluşturmazdı. Eskilerin deyişiyle ‘müspet’ kafalı, materyalist, bilime inanan bir adamdı; ama kuru, coşkulardan yoksun biri hiç değildi. Bir ruhu vardı ve o ruh şiirle ve müzikle yoğrulmuştu. Öldüğü güne kadar heyecanlarının hiçbirini yitirmedi. Ne mutlu! Üçüncü kitabı, Geride Kalanlar adını taşıyacak. (**) Yazmayı düşündüğü konularla ilgili küçük notları, ders notları, söyleşilerinden, konferanslarından kağıtta ya da ses bandında kalanlar yer alacak o kitapta. Başına 1977 yılında Türk Dili Dergisi’nde yayınlamış bir söyleşimizi koyacağım bu kez. Bu anma yazısının sonunda sizlere o çok ilginç söyleşiden birkaç alıntı sunmak istiyorum; anlattıklarıma bağlayasınız, bir canlandırma olsun diye. Biliyorum, bu kadar çok boyutlu, böylesine zengin bir kişiliği ne bu yazıyla tam anlamıyla tanıtmış olabilirim ne de bu alıntılarla. Ama soluk bir imge uyandırabilmiş olsam, o da bir şey. KÖTÜ POETİKALAR Felsefe üzerine: ‘Benim felsefe ve bilim görüşüm monist bir görüştür. Bütün bilgi dizgeleri birlikte bir bütün meydana getirirler. Kendi aralarında, gereksinmelerden doğan iç yöntem ayrılıkları vardır sadece. Bu ayrılıklar da bir yerde yapıntılı olmuşlardır zaten. Ben bu anlamda monistim. Bir tek görüş vardır; bütün sistemli insan etkinlikleri için geçerlidir. Nerede bir dil varsa, felsefe oraya gelir konar. Bu dil bir bilim olabildiği gibi, belli bir sanat, ahlâk falan dizgesi de olabilir.’ ‘Felsefe, üstdilin araçlarıyla bir dilin araştırılması olunca; telkinde bulunmayı amaçlayan, karşısındakinde bir ruh durumu yaratmayı amaçlayan felsefeler, bu gerekliliği gözetmediklerinden ötürü, bir tür poetika oluyorlar. Ama poetikanın araçları yerine felsefenin araçlarını kullanıyormuş gibi davranmalarından ötürü de kötü poetikalar oluyorlar.’ Filozoflar üzerine: ‘Platon’dan uzağım. Aristoteles’in büyüklüğüne hayranım ama bugüne taşınmasından yana değilim. Hatta ortaçağa taşınmış olmasını bile hatalı buluyorum. Düşüncenin donmasına yol açmıştır. Sevmediğim Platon bile şiirsel yanından ötürü ortaçağda daha aydınlık bir etkide bulunmuştur. Örneğin İngiltere’de, Oxford’da. Locke, felsefede bir temizlik yapmıştır ama pek tatsızdır. Hume’un düşünür kişiliğini, dürüstlüğünü takdir ederim. Kant’ı aksini düşünenler olduğunu biliyorum ama oldukça iyi ve aslından tanırım, ama sevmem. Bazı sorunları karıştırmış felsefeyi geciktirmiştir. Ben asıl Leibniz’i çok büyük bulurum. Metafizikçi yanıyla değil tabii; Dilbilim, mantık yönünden büyüktür o. Zamanının iki buçuk yüzyıl ilerisindedir. Bergson’u da sevmem. Tutarsızlığın ölçüsünü kaçırmış bir adamdır. Bende sistem manisi yok ama, tutarsızlık bir yere kadar bir canlılık ifadesidir, çok fazlası aşırılık oluyor. Varoluşçuluğa eskiden kendimi çok uzak duyardım; şimdi ihtiyarlıktan olacak, yeni yeni sempati beslemeye başlıyorum. Fenomenoloji, açık kapıları açan bir okuldur. Büyük bir felsefe çığırı değil. Herkeste biraz fenomenoloji vardır. Hegel’de hayran olduğum şeyler var, fakat gülünç bulduğum şeyler de var. Hegel pasaklı kadının dolabı gibidir. İşlemeli ipekli elbiseyle kirli çoraplar yanyanadır onda. Nietzsche’nin Almancasını okumaktan büyük bir zevk duyarım, şiirsel bir zevk. O kadar. Nicolai Hartmann dersen, buzdolabına konmuş, dondurulmuş bir Hegel’dir o.’ Dil üzerine: ‘Bence dili sevmek için çaba ister. Bu çabadan hiç olmazsa aydınlar, aydın adayları kaçınmamalıdırlar diye düCUMHURİYET KİTAP SAYI şünürüm. Yabancı sözcükler ya da Türkçe karşılığı olan eski sözcükler, konuşurken, okurken, yazarken, dinlerken rahatsız etmelidir düşünen, dile saygısı olan adamı. Seçmeli, sözcükleri seçerek konuşmalı. Sana bir şey daha söyleyeyim: Osmanlıca sözcükler, Batı kaynaklı sözcüklerden daha tehlikelidir. Daha rahatlıkla, daha uzun süre benimsenebildikleri için.’ Batı edebiyatı üzerine: ‘İfade ettikleri toplumsal yapıyı sevmememe karşın, bir soyutlama yaparak, Fransız klasiklerini çok okurum. Dillerinin yetkinliğinden ötürü, Corneille, Racine, La Bruyere, şu fablcı La Fontaine... Gençliğimde Baudelaire aşığı idim. Şimdi aşkım geçti ama hâlâ neredeyse bütün Baudelaire’i ezbere bilirim. Eskilerden François Villon’la çok meşgul oldum. Büyük klasik çağ başlamadan önceki Barok şairleri çok sevdim. (...) En modern Fransız şiirine gelince, Eluard, Rene Char, Patrice de la Tour de Pain, başka başka adamlar olmakla birlikte, ayrı ayrı çok sevdiğim şairlerdir. Aragon’u daha az sevdim. Alman şiiriyle de çok meşgul oldum. Özellikle 19. ve 20. yüzyıl Alman şiiriyle. Heine ile, Rilke ile duygu bağı kuruldu aramızda. Ama herkesin pek hayran olduğu Stephan George’ye tahammül edememişimdir. İşte aklıma geliveren birkaç örnek. Hep okuduğum, hep okuyacağım şiirler.’ ‘Biliyorsun ve anlaşamıyoruz bu konuda Tolstoy’u Dostoyevski’den daha çok seviyorum, daha büyük buluyorum. Nedenine gelince, yapısal bakımdan, roman kurgusu, yapısı bakımından daha romancı, daha büyük geliyor Tolstoy bana. Belki kuru mantıkçılıktan gelen bir eğilim bu bende. Ama Dostoyevski’yi de pek çok severim. Defalarca okudum, hâlâ okurum. Sonra Proust! Proust’u da o kadar büyük bulmam. Çok usta bir romancı ama büyük değil. Dahi bir dedikoducu. Bir insanlık romanı olarak değil, belirli bir sınıfın içinde bir küçük grubun romanı olarak görüyorum Proust romanını. Her roman belirli bir sınıfın romanıdır. Ben Proust’tan insanlığa geçemiyorum. Öte yandan bak örneğin Stendhal okuduğum zaman, bana Mozart dinliyormuşum gibi geliyor. Açıklaması uzun ve zor. Sonra Choderlos de Laclos benim için muazzam bir keşif olmuştur. O zaman Fransız romanında bazı damarların nereden geldiğini anlayıvermiştim. Hemingway niçin çok büyük değil benim için? Çünkü yüzyılının önünde durup ışık tutan değil, yüzyılının içinde durup ‘20. yüzyıl budur!’ diyen bir yazar. Ama onu da, Fitzgerald gibi, Stein gibi, Woolf gibi, Faulkner gibi yazarları da ilgiyle, severek okumama, iyi edebiyat saymama engel olmadı bu düşüncem.’ Müzik tutkusu üzerine: ‘Ben bir müzisyen değil, müzikseverim. Berlin’deyken müzisyen olmayı denedim ve bu işe başlamakta gecikmiş olduğumu görüp hemen el çektim. Ama büyük ve mutsuz bir aşk içimde kalmıştır. Hani Fransızların dediği gibi, bir ‘amour malhereux’dür müzik benim için. Müzik tarihiyle, kuramıyla meşgul oldum ama, müzisyen dediğin adam bir enstrüman çalmak değil mi? Çalamadım. Çok kuvvetli bir kulağım var, müzik metinlerini armonileriyle birlikte zihnimde tutabiliyorum. Belleğimde, birçoklarını unutmuş olduğum halde hâlâ pek çok müzik yapıtı var. Müzik öğrenimi yapıp da şef olsaydım, bu çok işime yarardı. Şimdi sadece, elime aldığım partisyonları deşifre edebiliyorum. Teselliyi de, evime aldığım birkaç yüz plağı zaman zaman dinleyerek bulmaya çalışıyorum. Müzisyenler üzerine: ‘Örneğin Çaykovski’ye tahammülüm yoktur. Aslında güçlü bir müzisyendir ama bunu kötüye kullanmıştır. Parlak, göze çarpan yapıtlar yaratmak için müzisyenliğinden feda etmiştir. Chopin bence müzik dışı olaylarla ve yaşamıyla ün kazanmıştır. Herkesin onda gördüğü güzelliği ben göremem. Sibelius’u tatsız ve can sıkıcı bulurum. Hatta Haendel’in bile şişirilmiş, olduğundan fazla büyütülmüş olduğunu düşünüyorum. Çok sevdiklerim arasında Beethoven’in son Quartetlerini, Bach’ın Die Kunst der Fuge’sini, Bach’tan önce, Buqstehude’nin yapıtlarını, İngiliz Madrigal müzisyenlerini, Orlando di Lasso gibi rönesans kompozitörlerini, Schütz’i, daha yeni zamanda Mozart’ın türlü yapıtlarını ve operalarını ihmal etmek istemem...’ ? (*) Bunlara 1987’de Geride Kalanlar eklendi (Adam Yay., İstanbul, 1987). (**) Bu kitap şimdiki Kırmızı Yayınları’nda çıkan “Bilimin Işığında Felsefe” ile birleştirildi. sefeyi öne çıkarması, ruhumuzu heyecanlandırma anlamındaki yararlarının dışında; romantik felsefeye rağbet edilmemesi konusunda uyarılarda bulunması da, felsefenin derin sularında oksijensiz kalmamamızı sağlamaktadır. İşte, felsefeye atfedilen, “ne olduğu belirsiz” dediği bu derinlik, yücelik kavramlarından ayrı düşünmüş felsefeyi. Fizik ve matematik kökenli oluşuyla mı açıklanabilir mantıkla ilişkisi? Ve felsefeyi, “konusu, konu dilleri olan bilimleri çözümleyen, eleştiren bir üst dil” olarak algılaması? İlgi alanlarıyla ilişkisi de üstün körü olmayan Nusret Hızır’ın rehberliğinde yol alanlara ne mutlu. Onun kültüründen, insan kimliğinden, birikiminden pay alabilmenin de hiç kolay olmayacağını bilmek gerek Bunu hak edenleri de kutlamalı. Ummana katılmak gibi bir şey olmalı... YENİDEN BULUŞMA “Sophie’nin Dünyası’yla, felsefe tarihinde gezinti yapan Türk okurları, bence, Nusret Hızır’la yeniden buluşmaya ya da tanışmaya hazırlar. Böylesine içten, sıcak ve yalın bir anlatım diliyle, insan aklının yolculuğunu kavramaya çalışıyoruz. Üretilen bütün düşünceler, birbirinin çıkış noktası olmuş. Filozoflar bize, kâh bilgiyi eleştiren kâh telkin eden felsefeyi sunmuşlar. Gerçek şu ki; bilgi ve hakikat arayışı hep olmuş. Benim için bir tekrar ve bilgi tazelemenin çok ötesine geçti Felsefe Yazılan ve Bilimin İşığında Felsefe kitaplarıyla alışverişim. Felsefe geleneği olmayan ve felsefe derslerine, müfredatlarında yeterince yer vermeyen bir toplumun, ikide bir kısa devre yapmasını yadırgamamak gerekir. 12 Eylül’den sonra iyice savsaklanan bu alanda, hiç boşluk yaratmamak gerek. Sağlıklı, tutarlı, sistemli düşünce zincirleri oluşturabilmemiz; doğru bağlantılar kurabilmemiz, mantıklı tartışabilmemiz, her öğretileni doğruymuş gibi algılamamamız için en çok da “ihtiyacımız olan felsefe”. ? Felsefenin ışığı ? Sema GÜLEZ etmişli yıllar... Hacettepe Üniversitesi Sosyolojiİdare Bölümü’nde okurken, Felsefe Bölümü’nden dersler alıyorduk. Felsefe tarihi dersimizi Füsun Akatlı, mantık dersimizi Bilge Karasu verirken; Oruç Aruoba, aktüel problemlerde bizi düşündürtmeye çalışıyordu. Kana kana okuyamadığımız; okulun sadece bir uğrak gibi algılandığı dönemlerdi. Beytepe yerleşkesi ise henüz tamamlanmamıştı. Diğer bölümlerden aldığım dersler ise, öğretmenlik sertifikası alabilmem için zorunlu bulduklarımdı. İlle de felsefe... Bir gün okula ak saçlı bilge geldi. Füsun Akatlı ve bölümden diğer hocalarla birlikte, hızla koridordan geçtiler. Ders arasında hocamızla söyleşirken, kendi hâlinde bulduğumuz hocamızın, hazır ola geçerek, bu bilge görünümlü kişinin elini öptüğüne tanıklık ediyorduk. İşte, Nusret Hızır’ı ilk kez orada görmüştüm. Sonraları, Kızılay’da Piknik Restoran’da her gün belli bir saatte, Atatürk fotoğrafının altındaki bir masada oturduğunu öğrendim. “Kant gibi rutinleri mi var acaba?” diye düşünmüştüm o zamanlar. Ankara’nın en ünlü ve önemli özel okulu olduğunu düşündüğüm Ayşe Abla okullarının sahibinin eşi olduğunu da daha sonradan öğrendim. Onu her gördüğümde, içimde bir coşku duyuyor; söyleşilerini, yazılarını takip ediyordum. Kaybettiğim büyükbabamın yerine mi koyuyordum? Bilgisine mi çok saygı duyuyorum? Öyle babacan bir hâli var ki... “Sürüden olmayın!” diyordu; sarsılıyordum. Y DAĞINIK YAZILAR... Onun çevresinde bulunabilmek, büyük bir şanstı. Bu şansı yakalayan Füsun Akatlı ve Metin Altıok, onu, yazılarını toplu halde yayımlamaya ikna etmeye çalışmışlar. Dağınık yazılarını toplayarak bize kazandıran Füsun Akatlı’ya teşekkür borcumuzu nasıl ifade etmeliyiz? Nusret Hızır’ın dil konusundaki titizliğini ve devrimciliğini göz önündeki bulundurursak, anlam ve ifade bozulmadan, 40’lı yıllarda yazılmış yazıların derlenip toplanmasının ne kadar emek gerektirdiğini de anlamak ta zorlanmayacağız. Onun derslerine katılma şansını, bu çalışmayla bizler de yakalamış olduk. Dile ve felsefeye egemen olması; Erasmus, Leibniz, Nietzsche gibi düşünürlerin kimi yapıtlarının, yetkinlikle dilimize kazandırılmasını sağlamıştır. Yazma konusunda hiç de hevesli olmayan Hızır, kısa yazılarda kendini ifade etmeyi daha uygun bulmuş. Kendini cesur, üretken, çalışkan ilan ederek gündem belirleyenlere göre çok sessiz kalmış Nusret Hoca. Böyle bir yazma kaygısı duymamış. Bu çağda da yaşasaydı ne yapardı? Reyting peşine düşer miydi? Popüler kültürle ne derece yakınlaşabilirdi? Ne var ki o, işini ciddiye alan ve mizah duygusundan da hiç yoksun olmayan bir bilge olarak anlatılıyor, öğrencisi Akatlı tarafından. Sanki onu ben de tanıyormuşum; uzaktan yaşamışım, çok doğru algılamışım hissini yaratan her yazı, beni heyecanlandırıp, coşturuyor. Bugün her olup bitende, “Nusret Hızır ne derdi acaba?” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Türk toplumu için büyük eksiklik. O, “Bilgi Kuramı” üzerinde yoğunlaşmış; estetikle de ilgilenmiş ama ahlâk konusu pek ilgisini çekmemiş. Felsefeyi, bir üstdil olarak algılamakla birlikte bunu, bir ayrıcalık ve egemenlik saymamış. Yıllar içinde değişimin kaçınılmaz olduğunu, realist eğiliminden hiçbir zaman büsbütün uzaklaşmadığını; ama salt realizmin yetersiz olduğunu, diyalektik görüşün gerçeğe asıl hakkını verebileceği sonucuna vardığını söylüyor. Borçlu olduğu Reichenbach ve Viyana çevresinin bütün tezlerini olduğu gibi kabul etmeyip; fazla dar ve katı bulduklarını da açıkça ortaya koymuştur. Her şeyi yerli yerinde değerlendirme eğilimi içinde olması, bilgiye sıkı sıkıya bağlı olan fel 905 SAYFA 17