23 Aralık 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Nusret Hızır’ın ‘Bilimin Işığında Felsefe’si ve ‘Felsefe Yazıları’ yeniden... Hocam Nusret Hızır Yaşamını düşüne adamış bir bilim adamı olan Nusret Hızır’ın iki yapıtı okurla yeniden buluştu. Hızır’n öğrencisi olan eleştirmen Füsun Akatlı’nın, Hızır’ın ölümünün sonra yazdığı ‘Hocam Nusret Hızır’ ve genç felsefecilerimizden Sema Gülez’in yazılarını sunuyoruz aşağıda ya da ‘hiç unutmam, bir gün bir köftecide oturup köfteyle piyaz yemiştik de, biliyor musun şu köftenin tadını İstakoza değişmem dediydi’ gibisinden ‘anılarınız olmuyor, olamıyor Tanrı’ya şükür. Nusret Hızır’ı 1962 yılında tanıdım. Tanıştığımızın ilk ayında kurulan yakınlığımız, 8 Mart 1980’e kadar, tam 18 yıl sürdü. Öğrencisi, asistanı, evlâdı gibi tuttuğu bir yakını, genç ruhunun tanıdığı olanakla arkadaşı, dostu oldum. Hocam, ustam, rehberim, baba figürüm, dostum oldu. Onunla birlikte geçen yıllarımızı anlatmam, onu değil, kendimi anlatmak olur. Çocukluktan ilk gençliğe, ilk gençlikten yaş itibariyle olgunluğa geçişimin öyküsünde baş kişi o olsa da, anlatıcı olarak ana kişi ben olacağım. Böylesi bir anılar dökümünün, birazdan fazla benben’cilik tatsızlığıyla sakatlanması kaçınılmaz olur. Hem Nusret Hızır’ın benimkinden ölçülemeyecek kadar daha ilginç ve ağırlıklı kişiliğini öne çıkartmak yerine ‘çırağın öyküsü’nü ballandıracak kadar akılfikir fukarası olsam, hoca bana yaşamının son 18 yılında onca zaman ayırır, emek verir miydi? Bir ‘anı yazısı’ olmasın bu öyleyse. Ama kültür yaşamımızın en üstün nitelikli, en değerli kişilerinden biri, insan olarak çok hoş, olağanüstü niteliklere sahip, tanınması gerçek bir kazanç olacak böyle bir kişi, ölümünün üzerinden daha on yıl geçmeden, hiç yaşamamış gibi de olmasın. Hafızai beşer nisyan ile malul ise hafızai beşeri etrak kötürümdür çünkü. Biz dünümüzün bugünümüz ve yarınımızla bağlantısını kurmakta ve anlatmakta çok güçlük çeken ‘tarihsiz’ bir toplumuz... demeyi ya da dememeyi, her biri bir yana dağılmış felsefeci, toplumbilimci, tarihçi arkadaşlara bırakayım ve okurlara ‘Ölümünün altıncı yılında N. Hızır’dan anılar’ değil de, bütünü kurmaya, bir imge oluşturmaya yardımcı olabilecek birtakım ‘çizgiler’ sunmaya çalışayım. SÖZLÜ KÜLTÜRYAZILI KÜLTÜR ? Füsun AKATLI A nı yazıları nazik yazılardır. Nazik bir üslupla yazıldıklarını söylemek istemiyorum; çoğu zaman bunun tersi oluyor hatta. Ama, duyarlı bir dengenin kurulmasını, kurgunun elden geldiğince kurmacaya kaymaktan korunmasını, güvendiriciliğin ve hiç olmazsa yazanın dışında, kimi okuyanları da ilgilendiriciliğin sağlanmasını gerektiren güç yazılardır anı yazıları. Buna karşılık, kimi yanlarıyla da çok çekicidirler. Yazan için de, okuyan için de. İğvaya karşı tetik durulmalı: Çekicilik büyük ölçüde, öznellik ve nostalji öğelerinden kaynaklanır; tehlike de! Ben kendi payıma, anı okuru olmayı anı yazarı olmaya yeğ tuttum şimdiye dek. Kendi yaşamımı ya da yaşamımdan kesitleri çok dokunaklı ya da ilginç bulsam da başkalarını da ilgilendirebilecek kadar eskimelerini ve bu eskimeye dayanıklı olup olmadıklarını görmeyi beklemem gerek hiç değilse. Bunu kişisel bir tutum gibi belirttiğime bakmayın; aslında ilkece, bugün itibariyle, cumhuriyetten epeyce genç kişilerin anı yayınlamalarını karamsar bir tezcanlılık olarak değerlendiriyorum Yaşamımıza girmiş kişilere ilişkin anılarımız ise, bizim anılarımız iseler kimi, nereye kadar ilgilendirirler? Onun anıları iseler, bizim aracılığımız, o anıların öznelliğine haksız bir katkı (kendi öznelliğimizin katkısı) getirecek, üstelik anılar, bellekten belleğe taşınırken vurgu, renk, tını değiştirerek sahiciliklerinden epeyce yitireceklerdir. Hele anılarını canlandırdığımız kişi yaşamıyorsa, ağır bir sorum yüküyle beli bükülebilir anı yazarının. Ölümünden altı yıl sonra Nusret Hızır üzerine bir yazı yazmak istediğimde ilk aklıma gelenler bunlar oldu. Sonra, özellikle benim için ölüler yılı olan 1985’in pekiştirdiği başka birtakım düşünceler de üşüştü aklıma. Örneğin, tanışıklık düzeyinde kalan ilişki ya da ilintilere ilişkin anıları daha belirgin oluyor insanın. Atatürk hakkında 55 yaşın üzerinde hemen herkesin bir ‘anı’sı olması bundan herhalde. Aynı kişilerin, babalarına ilişkin anıları çok daha karmaşık, çapraşık, seçiklikten uzak olsa gerek. İlişki ne kadar yakınsa, anılar yumağı o kadara çözülmez, anılar birbiriyle başa çıkamaz, yenişemez oluyor. Çünkü çok yakın olduğunuz bir kişiyle enstantaneler yaşamıyorsunuz: Yaşamınızın bir kesimini (süre olarak), bir veya birkaç dilimini (ortaklaşma olarak) paylaşıyorsunuz. Böyle olunca da; ‘bir gün yolda yürürken bana, yağmurdan nefret ederim demişti’ dan yayınlayabilmeyi kendisi de istemişti. Ne yazık ki, Çağdaş Yayınları aynı yazarın iki kitabını kısa bir arayla yayınlayamayacağını bildirdi; İş Bankası Kültür Yayınları isteksiz davrandı ve Bilimin İşığında Felsefe’yi basılı görmeye hocanın ömrü vefa etmedi. Düşün yaşamımızın en seçkin adlarından biri olan Nusret Hızır’ın yazılı kalıtını Türk okuruna aktarma görevine Sayın Memet Fuat’ın sahip çıkması sonunda, nihayet 1985’te hocanın sözlü kültürden yazılı kültüre ikinci adımı gün ışığına kavuşabildi. Bu sözlü kültüryazılı kültür sorunu, Hızır’ın kişiliğinin tanınması açısından özel bir önem taşıyor. Az yazardı Nusret Hoca. 80 yıllık ömrüne ve niceliksel birimlendirmeye vurulamayacak engin birikimine oranlandığında, hayıflandırıcı hacımda bir yazılı kalıt bıraktı ardında. Dostlarının da, dostu olmayanların da eleştirilerini çok biri, katıksız bir haz adamı olduğudur. Yaşamını haz ilkesiyle yönlendirirdi. Kuramsal anlamda değilse de pratikte tam bir Epikuros’cu, bir hedonistti. Yemek, içmek ve tüm ‘dünya nimetleri’, okumak, müzik dinlemek, görmek, yaşamak, paylaşmak ona haz verirdi ve hazları erteleyecek kadar sabırlı değildi, hepsi bu. Entellektüel doyumu; okumakta, öğrencileriyle (özellikle ömrünün son sekiz yılında evinde verdiği yüksek aşamalı dersleri izleyenlerle) iletişim kurmakta, edebiyat ve müzikle uğraşmakta buluyor, daha uzun vadeli ve zaman zaman nankör olabilecek yazarokur iletişimin doyumunu ikinci plana atıyordu. AYDINLIK VE YALIN... Nusret Hızır Elde somut olarak, Hızır’ın sadece iki kitabı var:(*) Felsefe Yazıları ve Bilimin İşığında Felsefe. Bunların ikisini de basıma ben hazırladım. İlki, iki yıl rica, ısrar, kıyametten sonra 1976’da yayınlanabildi. Bu kitabın Türk Dil Kurumu’nun deneme yarışmasına katılabilmesi için gereken imzalı belgeyi hocanın elinden alabilmek daha da zorlu bir savaşım gerektirdi. Her neyse, Felsefe Yazıları 1977 TDK Deneme Ödülü’nü aldı. TDK ödüllerinin parlak bir yılıydı 1977. Romanda Selim İleri, şiirde Edip Cansever, bilimde Emre Kongar ödül almışlardı. Hoca başta ‘Bu yaşta benim ne işim var gençlerin arasında’, diyerek TDK değerlendirmesine katılmamakta ayak diremişti, ama ödülü alan diğer kişilerin sevdiği, değer verdiği insanlar olması da, gönülden bağlı olduğu Türk Dil Kurumu’nun kendi kitabının Türkçesini değerlendirmiş olması da onu bayağı sevindirmişti sonunda. Törene katılanlar anımsayacaklardır, çok duygulandırıcı bir konuşma yapmıştı ödülünü alırken; hayatının ilk ve son bu tür konuşması oldu o. İkinci kitabını birincinin hemen ardın dinledi, çok duydu bu konuda. ‘Ne yapalım, tembelim ben’, der, çıkardı işin içinden. Çoklarını da inandırmıştı buna. Oysa hiç tembel değildi. Derslerine nasıl hazırlandığına, bir gününü nasıl geçirdiğine bakmak yeterdi tembel olmadığını anlamaya. Biraz daha eşelerseniz, ‘Yazmak! Bana en sık sorulan sorulardan, açıktan açığa ya da üstü örtülü olarak en sık yöneltilen eleştirilerden biri niye yazmadığım, niye daha sık, daha çok yazmadığım üzerinedir. Yazılarımdan bir bölüğünü 1976’da bir kitap olarak yayınladığımdan bu yana, bu sorular ve eleştiriler hızlarını yitireceklerine yoğunlaştılar, güçlendiler. (...) Kitap yazmak önüne geçilmez bir tutku değil benim için. (...) ben ille de kitap yazayım diyen bir adam değilim. Düşündüklerimi küçük yazılarda söylüyorum. Bu yazılar kimi zaman tek tek, kimi zaman birkaçı bir arada taşıdıkları bir çeşit iç bütünlükle, benim düşüncemi ifade etmeye yetiyorlar’, gibi kaçamak sayılabilecek bir yanıt alırdınız. Bana sorarsanız, bu alabildiğine Batılı adamın, Doğunun bir özelliği olan sözlü kültüre ağırlık vermesi; dolaysız iletişimden duyduğu büyük keyfi, yüzleri belirsiz bir okur kitlesiyle paylaşamayacağı endişesinden kaynaklanıyordu. Evet, Nusret Hızır’ı tanımak için onun mutlaka bilinmesi gereken özelliklerinden Kitaplarını okuduğunuzda, en güç, en karmaşık konuları ne kadar aydınlık ve yalın kılabildiğini herhalde biraz da hayretle göreceksiniz. Felsefeyle uğraşıp da, bir seçkin jargonu yaratmayan, dediğiyazdığı aydın olan herkesçe anlaşılan, hatta hiç olmazsa bunu amaçlayan felsefe yazarımız, Hızır’dan ikiüç kuşak gençler arasında bile o kadar az ki. Yirminci Yüzyıllı (çağdaş ve çağcıl) bir rönesans adamıydı denebilir Hızır için. Felsefe, mantık, matematik, fizik, tarih, dil, edebiyat, müzik... Her biri başlıbaşına birer umman olan bütün bu konular, birini öbürünün gerisinde bırakmaksızın, içlerinde kendini evinde hissettiği alanlardı onun. Bunun yanısıra o kadar sade, gösterişsiz, iddiasız bir kişiliği vardı ki, zaman zaman, tevazuunu sarkazmına yormak mı gerek acaba, diye düşünebilirdiniz. Eh, böyle düşünmek her zaman bütün bütüne yanlış olmayabilirdi de! Bakın kendisi nasıl düşünüyor: ‘Entellektüelliğin özü, bana sorarsanız işi ciddiye almaktır. Tabii ciddi olmaktan asık suratlılığı kastetmiyorum. Ciddilik bir attıtude (davranış) değildir çünkü. Bakınız gerçek bir sense of humour (mizah duygusu) çok ciddi bir şeydir ve başkalarını değil, ama onu, aydın donanımının gerekli aksesuarlarından sayabiliriz. Tabii çok zeki bir insan olduğu için, en çok da kendini gırgıra alırdı, bayılırdı buna. Tanıdığım Nusret Hızır’ın ‘ayırt edici’ yönü; kimliğinin bileşenlerini, aynı kategoriye giren başkalarından çok farklı bir biçimde taşımasıydı. Şöyle örneklendireyim söylemek istediğimi: Sözgelimi, yaşlı adamdı, tanıdığımda 61, öldüğünde 80 yaşındaydı; ama hiç ‘ihtiyar’ olmadı. Dostları gençlerdi ve belki 18’imde değil, ama 30’uma geldiğimde artık hep aynı yaştaydık. Üniversite hocasıydı; ama bu kimliğe yakıştığı ve yapıştığı düşünülen belli bir tür ‘ağırlıkla’ uzaktan yakından ilişkisi olmamıştı. Birlikte, ‘ağır olma, molla demesinler!’ diye bir savsöz uydurmuştuk. Hep, çok eğlenirdik. Felsefeci ve bilim adamıydı; ama yaşamdan kopuk ya da el etek çekmiş bir ‘mütebahhir’ değildi. Batı kültürünü didik didik bilirdi, belleği de KİTAP SAYI ? SAYFA 16 CUMHURİYET 905
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle