Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CMYB
C M Y B
SAYFA CUMHURİYET 27 AĞUSTOS 2010 CUMA
2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER
AÇI
MÜMTAZ SOYSAL
Devlet Adamlığı
SÖZLÜKLERDEKİ tanımlamalara yeniden
bakmak gerekiyor galiba. Kavramlar, değişen
dönemlerle birlikte anlam değiştirmeye başladı.
Devlet adamlığını alın. Devletin önemli
makamlarına yükselmiş, deneyim kazanmış, gün
görmüş eyyam geçirmiş olanlara “devlet adamı”
denirdi, değil mi? Tanımlamanın kritik noktası, uzun
süre görev yapılan makamların yüksek olmasıydı.
Ömürlerini önemli devlet hizmetlerine vermiş,
devletle bütünleşmiş insanlar layık görülürdü devlet
adamı ünvanına. Şimdi, klasik ölçütlere uygun
düşen, yüksek makamlarda uzunca süreler
bulunmuş kimi politikacıların tanımlamada asıl
ölçüt alınması gereken sorumluluk, deneyim ve
görev duygusu gibi niteliklerden yoksun olduklarını
gördükçe, devlet adamı tanımlamasına uygun
kişileri politika dışında arama gereksinimini
duymaya başlıyoruz.
Karşı karşıya kaldığımız şu duruma bakın:
Herkes az çok hissediyordu, hatta biliyor ve
görüyordu ama bir türlü dile getiremiyordu: Şimdi,
bir devlet görevlisi çıktı, yurtdışında ve bir yabancı
devletin koruması altında yaşayan bir kişinin başını
çektiği bir inanç grubunun hemen hemen bütün
devlet kurumlarına sızdığını iddia etmekle kalmadı,
aynı zamanda iddiasını belgelerle ispata hazır
olduğunu cesaretle ilan etti.
Elbet, normal olarak devletin resmi
makamlarınca incelenmesi, soruşturulması gereken
bir durum söz konusu. Ama nasıl yapacaksınız?
Her tarafa sızılmışsa, sızmışlar mı yakalayacak
sızanları?
Bir tek umut ışığı kalmış gözüküyor: Her tarafına
sızıldığı söylenen bir sistemin bile içinden bir kişi
çıkıyor ve her şeyi göze alarak böyle bir çıkışta
bulunabiliyorsa, “soruşturmayı mümkün kılacak
aynı nitelikte başkaları da çıkabilir devletin içinden”
diye düşünebilirsiniz. Ne var ki böyle düşünebilmek
için kamu hizmeti ve kamu görevlisi gibi
kavramlara olan inancınızın sapasağlam kalmış
olması gerekir.
Oysa, zayıflattığımız, güvenilemez duruma
soktuğumuz yanımız tam da budur. Bağımsızlığın
ve cumhuriyetçiliğin coşkulu yıllarında örneklerine
sık rastlanan sağlam devlet görevlisi tipleri gitgide
azalmış ve küçümsemeler, aşağılamalar, dışlamalar
yüzünden ezilerek silik duruma düşmüş, büsbütün
yok olmaya yüz tutmuştur. Eskiden “kendini devlet
sanıyor” diye alay edilirdi onlarla; şimdi devletle
bütünleşen adam kıtlığında çaresiz çırpınmaktayız.
Bu çaresizliğin, işbaşında olan da dahil bütün
iktidarlara ders olması gerekiyor. Varsayın ki
iddia sahibinin meydan okuyuşuna kendi meydan
okuyuşuyla karşılık vermek isteyen AKP, önemli
mevkilerde bulunan kamu görevlilerinden
soruşturma komisyonu kurdu; güvenilecek mi o
komisyona?
“Hukuk herkese lazım” sözü çok söylendi; artık
sıra “devlete bağlı memur herkese lazım” demeye
gelmiştir.
PENCERE
Asıl Olan Suçsuzluktur?
Sayalım ki vatandaşın biri adam öldürme
suçuyla itham ediliyor ya da adam öldürmek
kadar ağır başka suçlardan biriyle...
Vatandaş yargılanır. Savcı kamunun
temsilcisi olmak sıfatiyle konuşur, ve sanığın
suçu işlediğini ispatlamak için delillerini
ortaya döker. Tanıklar dinlenir, hâkimler
dâvayı yönetirler, gerekli gördükleri biçimde
derinleştirirler, ve sonunda ellerini
vicdanlarına koyup bir karara varmaya
çalışırlar. Mantık, sağduyu, hukukun temel
ilkeleri, ve yasalar bu kararın mimarıdırlar.
Diyelim ki yargılanan vatandaşın aleyhinde
olduğu kadar, lehinde deliller vardır. Cinayet
sanığı olan kişi:
- Ben suçsuzum... diye diretmektedir.
Vicdanları rahat ettirecek kadar kesin
deliller bulunamadı mı, hâkimler beraat
kararı vermek zorundadırlar.
Hukukun temel ilkelerinden biridir bu.
Hukuk tarihinde suçsuzlukları sonradan
anlaşılmış mahkûmlar vardır. Ve suçlulukları
beraat kararından sonra ortaya çıkmış
sanıklar... Nice masum kişinin başını yakan
bu olayların sık sık yaşanması, hukuk
adamlarını, bilginlerini, uzun boylu
düşündürmüştür. Ve sonunda şu ilkeyi
kabul etmişlerdir:
- Sanığın suçsuzluğu asıldır.
Demek sanığın lehinde ve aleyhindeki
deliller eşitse, ve vicdanlarda sanığın suçlu
olduğuna dair tereddütler sürüyorsa sanık
beraat edecektir.
Cinayet, ırza tecavüz, soygun, hırsızlık
dâvalarında yürürlükte olan bu prensibin
fikir suçlarında nasıl ele alınması gerektiği
daha ince bir konudur. Zira fikir suçu, ceza
hukuku bakımından özelliği olan bir suçtur.
Fransa, İngiltere, İsveç, Danimarka, Norveç
gibi medenî ülkelerde fikir suçu yoktur.
Peki... Medeni dünyada suç sayılmayan
fikirlerin, Türkiye’de suç sayılmasının
hikmeti nedir? Kültür hayatımızın kısırlığı,
fikirleri serbest ve korkusuzca söylemek
yeteneğinden yoksun bırakılmış insanların
toplumunda tabii sayılmalıdır, ikide bir
kültürsüzlüğümüzden yakınanlara
rasladıkça, fikirlerin yasaklandığı toplumda
kültürün nasıl gelişeceğini düşünürüm. Bu
bakımdan 141 ve 142’nci maddelerin
oynadığı rol çok önemlidir. Ve 141, 142’nci
maddelerin “Anayasaya aykırı olup
olmadıkları” aylarca tartışıldıktan sonra da
tereddütler dağılmış değildir. Çünkü bu
maddelerin anayasaya aykırılığı iddiaları
Anayasa Mahkemesi’nde 8’e karşı 7 oyla,
yani bir oy farkla reddedilmiştir.
Demek oluyor ki, adalet bakımından bu
kadar hassas bir konuda, mahkeme önüne
bir fikir suçu geldiğinde, hâkim:
- Sanığın suçsuzluğu asıldır... ilkesini bir
cinayet veya hırsızlık suçundan çok daha
önemle yürürlüğe koymalıdır.
Bu genel sözlerden, sonra, Şadi Alkılıç
dâvasına gelmek istiyorum. Şadi Alkılıç, bir
çocuğu yargıç, bir çocuğu doktor olan
devlet memuru bir vatandaştır. Gazetemizin
açtığı bir fikir yarışmasına katılmış, ve:
- Türkiye’nin tek kurtuluş yolu
sosyalizmdir... fikrini savunan bir yazı
yazmıştır. Türkiye’nin tek kurtuluş yolunu
kapitalizmde görenler de katılmıştır
yarışmaya... Ancak yazısı suç sayılarak Şadi
Alkılıç mahkemeye sevk edilmiştir.
Alkılıç’ın yargılaması şöylece
süregelmiştir:
1- Şadi Alkılıç 1. Ağır Ceza’ya verilmiş,
ama mahkeme bir ihsas-ı rey olayı
yüzünden dâvaya bakmaktan istinkâf
etmiştir.
2- Bunun üzerine Şadi Alkılıç’ın dâvasına
3. Ağır Ceza’da devam edilmiş, 3. Ağır Ceza
beraat kararı vermiştir.
3- Temyiz 1. Ceza Dairesi bu kararı
bozmuştur.
4- 3. Ağır Ceza, Temyizin bozma kararını
incelemiş, ve bu kararın kendi yetkilerine
tecavüz mahiyetinde olduğunu görerek
dâvaya bakmaktan istinkâf etmiştir.
5- Bu sefer dâva, 5. Ağır Ceza’ya gitmiş,
Şadi Alkılıç 5. Ağır Ceza’da gene beraat
etmiştir.
6- Temyiz Umumi Heyeti beraat kararını
bozmuştur.
7- Bunun üzerine 5. Ağır Ceza karara
uymak zorunda kalmış ve Şadi Alkılıç’ı
mahkûm etmiştir.
Böylece, dâva, hukuk tarihimize geçecek
bir çizginin grafiğini çekmiştir. İki Ağır Ceza
Mahkemesi sanık hakkında beraat kararı
vermişler ve kararlarında ısrar etmişlerdir.
Bilirkişi seçilen Prof. Hüseyin Naili Kubalı,
Alkılıç’ın yazısında suç bulunmadığını
bilimsel değeri pek sağlam bir raporla
ortaya koymuştur. Bu rapor, 141 ve 142’nci
maddelerin yorumunda bütün
hukukçularımıza ışık tutacak bir kaynak
niteliğindedir.
Gerçek olan şudur ki, Şadi Alkılıç
dâvasında suçluluk ve suçsuzluk kararları
birbirini kovalamış, lehte ve aleyhte
hükümler birbirini izlemiştir.
Cinayet dâvasında bile bu kadar zikzaklı
bir gelişme hukukçuları endişelere
götürürken, fikir suçu dâvasında vicdanlar
nasıl rahat edebilmektedir?
Adalet duygularına gölge düştüğünde,
insanların huzurları da gölgelenir. Çağımızda
adalet kavramı, hukuk ölçülerini de aşmış,
sosyal niteliğe kavuşarak toplum hayatının
her kesiminde yürürlüğe girmiştir. Biz
yukarıda Şadi Alkılıç dâvasına mücerret
hukuk açısından baktık. Dâvanın sosyal
yönü, çok daha derinlerde kökleri bulunan
bir meseleyi gözlerimizin önüne
sermektedir.
(20.05.1966 tarihli yazısıdır.)
1
2 Eylül halkoy-
lamasõ ile ilgili
yapõlan tahlil ve
açõklamalarda ön
plana çõkarõlan
AKP’nin siyasi niyetleri,
art niyetleri, daha doğru-
su kötü niyetleridir. Bu
yaklaşõm siyasal bir olgu-
nun siyasal tahlilinin do-
ğal sonucudur. Ancak bu
siyasal olguya bir de fel-
sefi açõdan bakõlmasõnõn
yararlõ olacağõnõ düşünü-
yorum. Yani bu halkoyla-
masõ ve anayasal değişik-
lik önerileri hangi dünya
görüşüne -ideolojiye- hiz-
met etmekte ve halkõmõz
için hangi uzun erimli an-
lamlarõ taşõmaktadõr? Bu
halkoylamasõ felsefi ola-
rak nasõl nitelendirilebili-
nir?
Anayasa önerisine ve
halkoylamasõna felsefi bir
yaklaşõmõn önkoşulu, “ni-
yet-art niyet’e” dayalõ
tahlilleri parantez içine
almaktõr. Bu yöntem, el-
bette, bazõ eksik-aydõn ga-
zetecilerin son zamanlar-
da kullanageldikleri, pa-
ranoya ve komplo teorileri
ile pişirilmiş, “düşünmek
taraf tutmaktır” gibi slo-
ganlarõ reddetmek önko-
şuluna bağlõdõr.
Etkileri ne olacak?
Sorumuz şu olmalõ:
AKP’nin niyet ve art ni-
yetleri ne olursa olsun,
verili koşullarda gerçek-
leştirilmek istenen anaya-
sa oylamasõnõn uzun erim-
li etkileri ne olacaktõr?
Bu ayrõm yapõldõğõn-
da, düşüncemize yön
vermek için tek tek ana-
yasa ve halkoylamasõ ol-
gularõnõn tanõmlarõndan
yola çõkmalõyõz.
Anayasa, adõ üzerinde
yasalarõn anasõdõr. Yani
hem bütün yasalarõn kökü
olan halk iradesinin doğ-
rudan ifadesi, hem yasa-
larõn uymasõ gereken
norm, hem de korunmasõ
gereken temel hak ve öz-
gürlükleri dile getiren oto-
ritedir. Ana-erkil bir olgu
olarak anayasa yasalarõ
doğurur, haklarõ korur ve
kurumlarõ yönlendirir. Da-
ha doğrusu doğurmasõ,
korumasõ ve yönlendir-
mesi beklenir.
Bir ulus yaratır
Anayasa, ulusal iradenin
ya da toplumsal sözleş-
menin temel ifadesi ola-
rak, aydõnlanma çağõndan
beri ayrõcalõklõ bir önem
taşõdõ. Adeta bir toplulu-
ğun nüfus kütüğü olmasõ
düşünülen anayasa, fark-
lõ ufuklardan gelen filo-
zoflarõn da ayrõcalõklõ araş-
tõrma nesnesi oldu.
Benzeri bir ayrõcalõklõ
ve olağanüstü özellik hal-
koylamasõ için de geçer-
lidir. Her ne kadar on do-
kuzuncu yüzyõl Fransõz
düşünürü Ernest Renan
“ulus daimi bir halkoy-
lamasıdır” dese de hal-
koylamasõ milletlerin ta-
rihlerinde olağanüstü bir
olgu olarak kendini gös-
teregeldi. Öyle referan-
dumlar vardõr ki bir ulus
yaratõr ya da bir ulusu
yok eder. Hele halkoyla-
masõ anayasaya uygulan-
dõğõnda “olmak ya da ol-
mamak”, bağõmsõzlõk ya
da esaret, egemenlik ya da
boyunduruk gibi sorular
daha bir güç kazanõrlar.
Bu nedenle halkoyla-
malarõ ile anayasaya do-
kunmak sadece Türkiye
gibi ana-dolu bir ülkede
değil, dünyanõn her ye-
rinde tedirginlik oluştu-
rur. Çünkü halkoylamasõ
ile anayasa değiştirilmesi
bir biçimde ulusu kendi
ölümlülüğü ve sõnõrlarõ ile
karşõ karşõya getirir. Açõk-
layalõm. Ernest Renan’in
yukarõda hatõrlatõlan ta-
nõmlamasõnõn yer aldõğõ
“Ulus nedir?” konferan-
sõnda söylediği gibi “ulus-
lar ölümlüdür.” Bu bir
bilinçtir esasen. Ulusu di-
ğer insan topluluk biçim-
lerinden ayõran şey, ulus-
larõn ölümlü olduklarõnõn
bilincinde olmalarõdõr. Na-
sõl ki insanõ diğer hay-
vanlardan ayõran en önem-
li olgulardan biri insanõn
ölümlü olduğunun farkõn-
da bir yaratõk olmasõ gibi.
Ancak ölümlü olduğunu
bilmek ölümü kabullen-
mek değildir. Tersine ya-
şama yeni bir anlam ver-
mektir. Ve bu yüzden ulus
her gün yeniden kendi
varlõğõnõ onaylar.
Buna karşõlõk, örneğin
imparatorluk denilen top-
lumsal biçim kendisini
“ebedi” farz ve ilan eder.
Roma, Osmanlõ, Çin im-
paratorluklarõ bu anlamda
referanduma ihtiyaç duy-
madõlar. Halk istese de
istemese de imparator-
luklar var olup büyüye-
ceklerine inanõrlar. Var-
lõklarõna ve varoluş alan-
larõna sõnõr tanõmazlar. Zi-
ra imparatorluklar varlõk-
larõnõ halkõn değil tanrõnõn
ya da tanrõlarõn iradesine
dayandõrõrlar. Halkõn ira-
desine ihtiyaç duymayan
imparatorluklarõn anayasa
anlayõş ve ihtiyaçlarõ da
pek kõsõtlõ olur elbette.
Bu nedenle anayasanõn
anlamõ ulusal bir bakõş
açõsõ için ya da impara-
torluk amaçlõ bir yaklaşõm
için aynõ olamaz. İmpara-
torlukta anayasa olgusu
bir emir kipine indirgenir.
Halkõn iradesinin ifadesi
olmaktan çõkar. Temel
atõcõ özelliğini kaybeder.
Büyüme rüzgârlarõnda
yaprak olur savrulur. İm-
paratorluklar, mutlak ik-
tidar rüyalarõna sõnõr ta-
nõmadõklarõ gibi hak hu-
kuk da tanõmazlar. İm-
paratorluklar çöktüğünde,
-çünkü kendini ebedi sa-
nan imparatorluklar da
ölürler- geride kalan
halklarõn önünde birkaç
seçenek oluşur.
1918’de Osmanlõ İm-
paratorluğu çöktüğünde
de böyle oldu. Ortada üç
seçenek vardõ:
1) Tekrar imparatorluğu
kurmak. Pek çok siyasi
önder bu yönde mücade-
le verdi.
2) Boyunduruk altõna
girmek, yani başka halk-
larõn egemenliğini ve ya-
salarõnõ kabul etmek ve
yok olmak. Yani manda-
cõlar.
3) Ya da uluslaşmak.
Ernest Renan’in tabiri ile
her gün tekrar tekrar ken-
di varlõğõnõ ve bütünlü-
ğünü onaylayan bir halk
olmak. Bunun için de ken-
di sõnõrlarõnõ tanõyan ve
oluşturduğu yasalara göre
yaşayan bir halk olmak.
Anayasasõna ve yasalarõ-
na yüksek bir değer veren,
kendi başõna buyruk bir
halk olmak. Kurtuluş sa-
vaşõ ve ardõndan yaşanan
kuruluş savaşõmõ, bu se-
çimi Türkiye’de günde-
me getirdi. O günden be-
ri demokratikleşerek, ada-
letleşerek, uluslaşmak bir
süreç olarak hâlâ Türki-
ye’nin önündedir.
Anayasanın
değeri düşer
İmparatorluk sevdasõn-
dan kurtulmuş, kendi sõnõr
ve yasalarõna saygõlõ, öz-
gürlükleri ve haklarõ ikti-
darõn kaprislerinden ko-
ruyan bir toplumsal ör-
gütlenme biçimi, felsefe
ve siyasi düşüncenin ken-
dini gösterdiği ilk çağlar-
dan beri medeniyetin de-
ney taşõ bir ideal olarak bi-
lindi. Platon’dan Fara-
bi’ye, Aristo’dan Spino-
za ve Kant’a farklõ fark-
lõ dillerde, farklõ biçim-
lerde ama hep aynõ amaç-
la dile getirildi. Buna kar-
şõn, sõnõr tanõmadan bü-
yüme rüyasõ, anayasa ve
yasalarõn değerini düşür-
mek -yani prensipsiz yö-
netim-, kişisel hak ve öz-
gürlükleri ihlal etmek, iç
içe -yumak- olgulardõr:
Medeniyetten uzaklaşan
yol bu taşlarla döşelidir.
Bugün Türkiye’de ya-
põlan anayasayõ ve hal-
koylamasõnõn olağanüstü
özelliklerini ortadan kal-
dõrarak sõradanlaştõrmak-
tõr. Birbiri ile ilgisi olma-
yan maddeleri bu şekilde
halkoylamasõna sunma-
nõn sonucu anayasanõn de-
ğerini düşürmek olacaktõr.
Bu esasen dünyanõn her
yerinde uygulanmak is-
tenen aşõrõ-liberal dünya
görüşünün bir sonucudur.
Siyasi oluşumlarõ mali
güçlere teslim etmenin
yolu, toplu iradeleri kö-
reltmekten geçer. Anaya-
sa bu iradelerin temel ifa-
desi olduğundan doğru-
dan ya da dolaylõ saldõrõ-
lara uğramaktadõr. Hal-
kõn iradesini sõradanlaş-
tõrmak, anayasayõ yasa-
larla aynõ düzeye indirge-
mek bu halkoylamasõnõn
uzun erimli en önemli et-
kisi olacaktõr. Engellen-
mesi gereken bu etkene
karşõ, halkõn gerçekten
iradesini ifade eden yeni
bir anayasanõn halk tara-
fõndan halk için hazõrlan-
masõ sürecinin açõlmasõnõ
da gerektirmektedir.
Hayır demek gerekir
Öte yandan, bugün Tür-
kiye Müslüman dünya-
sõnda eski Osmanlõ İmpa-
ratorluğu’nun rolünü oy-
nadõğõna kendini inandõran
bir iktidarõn söz pehli-
vanlõklarõnõ dinliyor. Ger-
çekçi olmaktan uzak, söz-
de “Büyük (Müslüman)
Türkiye rüyaları” can-
landõrõlõyor. Cumhuriyet
Türkiyesi kendine belli
sõnõrlar çizmiş ve impara-
torluk karabasanõndan kur-
tulma yolunda bir Türki-
ye idi. Anayasa oylamasõ
bu yeniyetme aşõrõlõk po-
litikasõnõn araçlarõndan bi-
ri olacaktõr. Böylesi bir
taşkõnlõğa hayõr demek
gerekir.
Bugün Türkiye temel
hak ve özgürlüklere yö-
nelik hukuki sõnõr tanõ-
mayan siyasi davalarõ sey-
rediyor. Anayasada yapõ-
lacak böylesi bir göster-
melik değişim, anayasayõ
sõradanlaştõrarak kanun-
larõn ve hukuk kurumlarõ-
nõn değerini daha da dü-
şürecektir.
Platon’un Gorgias isim-
li diyaloğunda Sokrates’e
karşõ çõkan Kalikles’in
meşhur tezi şudur: “Ada-
let güçlülerin egemenli-
ğidir ve yasaları güç-
süzler kendilerini güç-
lülerden korumak için
icat ettiler.” Bu tez şu an-
lamda belki doğrudur, her
halkõn önündeki seçim:
“Ya adalet ya da kaba
kuvvete esaret”tir. 12
Eylül’de kaba kuvvete ha-
yõr demek ise elimizdedir.
AnayasaReferandumunaFelsefiBirBakõş
Mehmet TAYLAN
Bugün Türkiye temel hak ve özgürlüklere yönelik hukuki sõnõr
tanõmayan siyasi davalarõ seyrediyor. Anayasada yapõlacak böylesi
bir göstermelik değişim, anayasayõ sõradanlaştõrarak kanunlarõn ve
hukuk kurumlarõnõn değerini daha da düşürecektir.
Kararlõ ve Büyük Bir
Saldõrõnõn 88. Yõldönümü
Dr. Handan DİKER Yeditepe Üniversitesi öğretim görevlisi
K
urtuluş savaşõmõzõn en son adõ-
mõdõr, Büyük Taarruz. Sakarya
savaşõnda elde edilen utku ile
Türk ordusunun moral gücü yükselmiş-
tir. Taarruz kararõ 1922 yõlõ Haziran
ayõnda Mustafa Kemal tarafõndan ve-
rilmiştir. 21 Temmuz 1922’de gizlice An-
kara’dan ayrõlan Mustafa Kemal önce
Akşehir’e gelerek burada cephede gerekli
incelemeleri yaparak 27 ve 28 Temmuz
gecesi Fevzi ve İsmet Paşa ile birlikte
saldõrõ planõnõ hazõrlamõştõr. Ardõndan da
son bir değerlendirme yapõlarak 26
Ağustos’ta taarruz kararõ verilmiştir.
Lord Kinross, Mustafa Kemal’in An-
kara’dan ayrõlõşõnõ şöyle açõklar: “Mus-
tafa Kemal Ankara’dan ayrılacağı
gece yakınları ile bir yemek yedi. ... Ay-
rılırken de dostlarına ‘Şimdi doğru cep-
heye gidiyorum’ demişti. ‘Saldõrõya
başlamak için’ içlerinden biri şaşkın-
lıkla, ‘Paşam ya başaramazsanõz’ diye
sordu. Ne demek istiyorsun? Saldırı-
nın başlangıcından 14 gün sonra Yu-
nanlıları denize dökmüş olacağım.”
Savaş 26 Ağustos 1922 sabahõ saat
5.30’da Türk topçu birliklerinin ateşi ile
başlamõştõr. Türk ordusunun kuvvetleri
düşmana yakõndõ. Ancak saldõrõ için
düşmandan 2 ila 3 kat üstün olmak lazõm
idi. Saldõrõ yeri Afyon seçilmişti. Gece
yürüyüşü ile Eskişehir’den bazõ kuvvet-
ler getirildi. Amaç şu idi: düşmanõ geri-
de yeni bir cephe kurmasõna olanak ver-
meyecek şekilde dağõtmak ve yok et-
mekti. 27 Ağustos’ta Afyon’un güne-
yinde 50 doğusunda ise 20-30 km uzun-
luğundaki düşman cephesi düşmüştü.
Düşman kuvvetleri Aslõhanlar ve Dum-
lupõnar’da yenilgiye uğramõştõ. Daha
sonra da 30 Ağustos 1922 tarihli Baş-
komutanlõk Meydan Savaşõ ile yok edil-
miştir.
Tarihimizde Büyük Taarruz en son
noktayõ oluşturan bir savaş olmasõ açõ-
sõndan önemlidir. Bu tarihten sonradõr ki
hõzla tam bağõmsõzlõk ilkesi benimsenmiş,
uluslaşma bilincine varõlmõş, çağdaşlõk
biricik amaç edinilmiştir. İşte bu açõdan
baktõğõmõzda Mustafa Kemal’in bu ey-
lemi Türk toplumunu geri kalmõşlõktan
kurtarma eylemidir diyebiliriz.
Büyük Taarruz’un kazanõlmasõnõn ar-
dõndan tam 15 gün sonra Mustafa Kemal,
Ankara’ya dönmüştür ve arkadaşlarõndan
özür dilemiştir. O Ankara’ya geldiğinde
şu sözleri söylemiştir: “Kusura bak-
mayın, insan bazen hesabında yanı-
labilir. Tahminimde bir günlük bir
yanlış yapmışım.”
O aslõnda hiç yanõlmadõ hiç rastlantõ-
sal iş görmedi. Her şey en başõndan iti-
baren düşünülerek hazõrlanõr ve uygula-
ma alanõna konurdu. Bu da, onun dü-
şünce yapõsõndan gelen bir durum idi. Sa-
vaşsõz, barõşçõl bir toplum ve dünya dü-
zeni onun en çok üzerinde durduğu bi-
ricik özlemi idi. Nitekim o, 30 Ağustos
1924’te şöyle diyecektir: “Savaş, mu-
harebe ve en son meydan savaşı yal-
nız karşı karşıya gelen iki ordunun
çarpışması değildir. Ulusların çarpış-
masıdır. Meydan muharebesi ulusla-
rın bütün varlıkları ile bilim ve teknik
alanında ulaştıkları düzeyle, ahlakla-
rı ile kültürleri ile sözün kısası bütün
maddi ve manevi güç ve erdemleri ile
ve her türlü araçları ile çarpıştığı bir
sınav meydanıdır. Bu meydanda çar-
pışan ulusların, gerçek güç ve değer-
leri ölçülür. Sonuç; yalnız maddesel
gücün değil bütün güçlerin özellikle
ahlak ve kültür güçlerinin üstünlü-
ğünü kanıtlama derecesine vardırır.”
mumtazsoysal@gmail.com