19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CMYB C M Y B SAYFA CUMHURİYET 27 AĞUSTOS 2010 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Devlet Adamlığı SÖZLÜKLERDEKİ tanımlamalara yeniden bakmak gerekiyor galiba. Kavramlar, değişen dönemlerle birlikte anlam değiştirmeye başladı. Devlet adamlığını alın. Devletin önemli makamlarına yükselmiş, deneyim kazanmış, gün görmüş eyyam geçirmiş olanlara “devlet adamı” denirdi, değil mi? Tanımlamanın kritik noktası, uzun süre görev yapılan makamların yüksek olmasıydı. Ömürlerini önemli devlet hizmetlerine vermiş, devletle bütünleşmiş insanlar layık görülürdü devlet adamı ünvanına. Şimdi, klasik ölçütlere uygun düşen, yüksek makamlarda uzunca süreler bulunmuş kimi politikacıların tanımlamada asıl ölçüt alınması gereken sorumluluk, deneyim ve görev duygusu gibi niteliklerden yoksun olduklarını gördükçe, devlet adamı tanımlamasına uygun kişileri politika dışında arama gereksinimini duymaya başlıyoruz. Karşı karşıya kaldığımız şu duruma bakın: Herkes az çok hissediyordu, hatta biliyor ve görüyordu ama bir türlü dile getiremiyordu: Şimdi, bir devlet görevlisi çıktı, yurtdışında ve bir yabancı devletin koruması altında yaşayan bir kişinin başını çektiği bir inanç grubunun hemen hemen bütün devlet kurumlarına sızdığını iddia etmekle kalmadı, aynı zamanda iddiasını belgelerle ispata hazır olduğunu cesaretle ilan etti. Elbet, normal olarak devletin resmi makamlarınca incelenmesi, soruşturulması gereken bir durum söz konusu. Ama nasıl yapacaksınız? Her tarafa sızılmışsa, sızmışlar mı yakalayacak sızanları? Bir tek umut ışığı kalmış gözüküyor: Her tarafına sızıldığı söylenen bir sistemin bile içinden bir kişi çıkıyor ve her şeyi göze alarak böyle bir çıkışta bulunabiliyorsa, “soruşturmayı mümkün kılacak aynı nitelikte başkaları da çıkabilir devletin içinden” diye düşünebilirsiniz. Ne var ki böyle düşünebilmek için kamu hizmeti ve kamu görevlisi gibi kavramlara olan inancınızın sapasağlam kalmış olması gerekir. Oysa, zayıflattığımız, güvenilemez duruma soktuğumuz yanımız tam da budur. Bağımsızlığın ve cumhuriyetçiliğin coşkulu yıllarında örneklerine sık rastlanan sağlam devlet görevlisi tipleri gitgide azalmış ve küçümsemeler, aşağılamalar, dışlamalar yüzünden ezilerek silik duruma düşmüş, büsbütün yok olmaya yüz tutmuştur. Eskiden “kendini devlet sanıyor” diye alay edilirdi onlarla; şimdi devletle bütünleşen adam kıtlığında çaresiz çırpınmaktayız. Bu çaresizliğin, işbaşında olan da dahil bütün iktidarlara ders olması gerekiyor. Varsayın ki iddia sahibinin meydan okuyuşuna kendi meydan okuyuşuyla karşılık vermek isteyen AKP, önemli mevkilerde bulunan kamu görevlilerinden soruşturma komisyonu kurdu; güvenilecek mi o komisyona? “Hukuk herkese lazım” sözü çok söylendi; artık sıra “devlete bağlı memur herkese lazım” demeye gelmiştir. PENCERE Asıl Olan Suçsuzluktur? Sayalım ki vatandaşın biri adam öldürme suçuyla itham ediliyor ya da adam öldürmek kadar ağır başka suçlardan biriyle... Vatandaş yargılanır. Savcı kamunun temsilcisi olmak sıfatiyle konuşur, ve sanığın suçu işlediğini ispatlamak için delillerini ortaya döker. Tanıklar dinlenir, hâkimler dâvayı yönetirler, gerekli gördükleri biçimde derinleştirirler, ve sonunda ellerini vicdanlarına koyup bir karara varmaya çalışırlar. Mantık, sağduyu, hukukun temel ilkeleri, ve yasalar bu kararın mimarıdırlar. Diyelim ki yargılanan vatandaşın aleyhinde olduğu kadar, lehinde deliller vardır. Cinayet sanığı olan kişi: - Ben suçsuzum... diye diretmektedir. Vicdanları rahat ettirecek kadar kesin deliller bulunamadı mı, hâkimler beraat kararı vermek zorundadırlar. Hukukun temel ilkelerinden biridir bu. Hukuk tarihinde suçsuzlukları sonradan anlaşılmış mahkûmlar vardır. Ve suçlulukları beraat kararından sonra ortaya çıkmış sanıklar... Nice masum kişinin başını yakan bu olayların sık sık yaşanması, hukuk adamlarını, bilginlerini, uzun boylu düşündürmüştür. Ve sonunda şu ilkeyi kabul etmişlerdir: - Sanığın suçsuzluğu asıldır. Demek sanığın lehinde ve aleyhindeki deliller eşitse, ve vicdanlarda sanığın suçlu olduğuna dair tereddütler sürüyorsa sanık beraat edecektir. Cinayet, ırza tecavüz, soygun, hırsızlık dâvalarında yürürlükte olan bu prensibin fikir suçlarında nasıl ele alınması gerektiği daha ince bir konudur. Zira fikir suçu, ceza hukuku bakımından özelliği olan bir suçtur. Fransa, İngiltere, İsveç, Danimarka, Norveç gibi medenî ülkelerde fikir suçu yoktur. Peki... Medeni dünyada suç sayılmayan fikirlerin, Türkiye’de suç sayılmasının hikmeti nedir? Kültür hayatımızın kısırlığı, fikirleri serbest ve korkusuzca söylemek yeteneğinden yoksun bırakılmış insanların toplumunda tabii sayılmalıdır, ikide bir kültürsüzlüğümüzden yakınanlara rasladıkça, fikirlerin yasaklandığı toplumda kültürün nasıl gelişeceğini düşünürüm. Bu bakımdan 141 ve 142’nci maddelerin oynadığı rol çok önemlidir. Ve 141, 142’nci maddelerin “Anayasaya aykırı olup olmadıkları” aylarca tartışıldıktan sonra da tereddütler dağılmış değildir. Çünkü bu maddelerin anayasaya aykırılığı iddiaları Anayasa Mahkemesi’nde 8’e karşı 7 oyla, yani bir oy farkla reddedilmiştir. Demek oluyor ki, adalet bakımından bu kadar hassas bir konuda, mahkeme önüne bir fikir suçu geldiğinde, hâkim: - Sanığın suçsuzluğu asıldır... ilkesini bir cinayet veya hırsızlık suçundan çok daha önemle yürürlüğe koymalıdır. Bu genel sözlerden, sonra, Şadi Alkılıç dâvasına gelmek istiyorum. Şadi Alkılıç, bir çocuğu yargıç, bir çocuğu doktor olan devlet memuru bir vatandaştır. Gazetemizin açtığı bir fikir yarışmasına katılmış, ve: - Türkiye’nin tek kurtuluş yolu sosyalizmdir... fikrini savunan bir yazı yazmıştır. Türkiye’nin tek kurtuluş yolunu kapitalizmde görenler de katılmıştır yarışmaya... Ancak yazısı suç sayılarak Şadi Alkılıç mahkemeye sevk edilmiştir. Alkılıç’ın yargılaması şöylece süregelmiştir: 1- Şadi Alkılıç 1. Ağır Ceza’ya verilmiş, ama mahkeme bir ihsas-ı rey olayı yüzünden dâvaya bakmaktan istinkâf etmiştir. 2- Bunun üzerine Şadi Alkılıç’ın dâvasına 3. Ağır Ceza’da devam edilmiş, 3. Ağır Ceza beraat kararı vermiştir. 3- Temyiz 1. Ceza Dairesi bu kararı bozmuştur. 4- 3. Ağır Ceza, Temyizin bozma kararını incelemiş, ve bu kararın kendi yetkilerine tecavüz mahiyetinde olduğunu görerek dâvaya bakmaktan istinkâf etmiştir. 5- Bu sefer dâva, 5. Ağır Ceza’ya gitmiş, Şadi Alkılıç 5. Ağır Ceza’da gene beraat etmiştir. 6- Temyiz Umumi Heyeti beraat kararını bozmuştur. 7- Bunun üzerine 5. Ağır Ceza karara uymak zorunda kalmış ve Şadi Alkılıç’ı mahkûm etmiştir. Böylece, dâva, hukuk tarihimize geçecek bir çizginin grafiğini çekmiştir. İki Ağır Ceza Mahkemesi sanık hakkında beraat kararı vermişler ve kararlarında ısrar etmişlerdir. Bilirkişi seçilen Prof. Hüseyin Naili Kubalı, Alkılıç’ın yazısında suç bulunmadığını bilimsel değeri pek sağlam bir raporla ortaya koymuştur. Bu rapor, 141 ve 142’nci maddelerin yorumunda bütün hukukçularımıza ışık tutacak bir kaynak niteliğindedir. Gerçek olan şudur ki, Şadi Alkılıç dâvasında suçluluk ve suçsuzluk kararları birbirini kovalamış, lehte ve aleyhte hükümler birbirini izlemiştir. Cinayet dâvasında bile bu kadar zikzaklı bir gelişme hukukçuları endişelere götürürken, fikir suçu dâvasında vicdanlar nasıl rahat edebilmektedir? Adalet duygularına gölge düştüğünde, insanların huzurları da gölgelenir. Çağımızda adalet kavramı, hukuk ölçülerini de aşmış, sosyal niteliğe kavuşarak toplum hayatının her kesiminde yürürlüğe girmiştir. Biz yukarıda Şadi Alkılıç dâvasına mücerret hukuk açısından baktık. Dâvanın sosyal yönü, çok daha derinlerde kökleri bulunan bir meseleyi gözlerimizin önüne sermektedir. (20.05.1966 tarihli yazısıdır.) 1 2 Eylül halkoy- lamasõ ile ilgili yapõlan tahlil ve açõklamalarda ön plana çõkarõlan AKP’nin siyasi niyetleri, art niyetleri, daha doğru- su kötü niyetleridir. Bu yaklaşõm siyasal bir olgu- nun siyasal tahlilinin do- ğal sonucudur. Ancak bu siyasal olguya bir de fel- sefi açõdan bakõlmasõnõn yararlõ olacağõnõ düşünü- yorum. Yani bu halkoyla- masõ ve anayasal değişik- lik önerileri hangi dünya görüşüne -ideolojiye- hiz- met etmekte ve halkõmõz için hangi uzun erimli an- lamlarõ taşõmaktadõr? Bu halkoylamasõ felsefi ola- rak nasõl nitelendirilebili- nir? Anayasa önerisine ve halkoylamasõna felsefi bir yaklaşõmõn önkoşulu, “ni- yet-art niyet’e” dayalõ tahlilleri parantez içine almaktõr. Bu yöntem, el- bette, bazõ eksik-aydõn ga- zetecilerin son zamanlar- da kullanageldikleri, pa- ranoya ve komplo teorileri ile pişirilmiş, “düşünmek taraf tutmaktır” gibi slo- ganlarõ reddetmek önko- şuluna bağlõdõr. Etkileri ne olacak? Sorumuz şu olmalõ: AKP’nin niyet ve art ni- yetleri ne olursa olsun, verili koşullarda gerçek- leştirilmek istenen anaya- sa oylamasõnõn uzun erim- li etkileri ne olacaktõr? Bu ayrõm yapõldõğõn- da, düşüncemize yön vermek için tek tek ana- yasa ve halkoylamasõ ol- gularõnõn tanõmlarõndan yola çõkmalõyõz. Anayasa, adõ üzerinde yasalarõn anasõdõr. Yani hem bütün yasalarõn kökü olan halk iradesinin doğ- rudan ifadesi, hem yasa- larõn uymasõ gereken norm, hem de korunmasõ gereken temel hak ve öz- gürlükleri dile getiren oto- ritedir. Ana-erkil bir olgu olarak anayasa yasalarõ doğurur, haklarõ korur ve kurumlarõ yönlendirir. Da- ha doğrusu doğurmasõ, korumasõ ve yönlendir- mesi beklenir. Bir ulus yaratır Anayasa, ulusal iradenin ya da toplumsal sözleş- menin temel ifadesi ola- rak, aydõnlanma çağõndan beri ayrõcalõklõ bir önem taşõdõ. Adeta bir toplulu- ğun nüfus kütüğü olmasõ düşünülen anayasa, fark- lõ ufuklardan gelen filo- zoflarõn da ayrõcalõklõ araş- tõrma nesnesi oldu. Benzeri bir ayrõcalõklõ ve olağanüstü özellik hal- koylamasõ için de geçer- lidir. Her ne kadar on do- kuzuncu yüzyõl Fransõz düşünürü Ernest Renan “ulus daimi bir halkoy- lamasıdır” dese de hal- koylamasõ milletlerin ta- rihlerinde olağanüstü bir olgu olarak kendini gös- teregeldi. Öyle referan- dumlar vardõr ki bir ulus yaratõr ya da bir ulusu yok eder. Hele halkoyla- masõ anayasaya uygulan- dõğõnda “olmak ya da ol- mamak”, bağõmsõzlõk ya da esaret, egemenlik ya da boyunduruk gibi sorular daha bir güç kazanõrlar. Bu nedenle halkoyla- malarõ ile anayasaya do- kunmak sadece Türkiye gibi ana-dolu bir ülkede değil, dünyanõn her ye- rinde tedirginlik oluştu- rur. Çünkü halkoylamasõ ile anayasa değiştirilmesi bir biçimde ulusu kendi ölümlülüğü ve sõnõrlarõ ile karşõ karşõya getirir. Açõk- layalõm. Ernest Renan’in yukarõda hatõrlatõlan ta- nõmlamasõnõn yer aldõğõ “Ulus nedir?” konferan- sõnda söylediği gibi “ulus- lar ölümlüdür.” Bu bir bilinçtir esasen. Ulusu di- ğer insan topluluk biçim- lerinden ayõran şey, ulus- larõn ölümlü olduklarõnõn bilincinde olmalarõdõr. Na- sõl ki insanõ diğer hay- vanlardan ayõran en önem- li olgulardan biri insanõn ölümlü olduğunun farkõn- da bir yaratõk olmasõ gibi. Ancak ölümlü olduğunu bilmek ölümü kabullen- mek değildir. Tersine ya- şama yeni bir anlam ver- mektir. Ve bu yüzden ulus her gün yeniden kendi varlõğõnõ onaylar. Buna karşõlõk, örneğin imparatorluk denilen top- lumsal biçim kendisini “ebedi” farz ve ilan eder. Roma, Osmanlõ, Çin im- paratorluklarõ bu anlamda referanduma ihtiyaç duy- madõlar. Halk istese de istemese de imparator- luklar var olup büyüye- ceklerine inanõrlar. Var- lõklarõna ve varoluş alan- larõna sõnõr tanõmazlar. Zi- ra imparatorluklar varlõk- larõnõ halkõn değil tanrõnõn ya da tanrõlarõn iradesine dayandõrõrlar. Halkõn ira- desine ihtiyaç duymayan imparatorluklarõn anayasa anlayõş ve ihtiyaçlarõ da pek kõsõtlõ olur elbette. Bu nedenle anayasanõn anlamõ ulusal bir bakõş açõsõ için ya da impara- torluk amaçlõ bir yaklaşõm için aynõ olamaz. İmpara- torlukta anayasa olgusu bir emir kipine indirgenir. Halkõn iradesinin ifadesi olmaktan çõkar. Temel atõcõ özelliğini kaybeder. Büyüme rüzgârlarõnda yaprak olur savrulur. İm- paratorluklar, mutlak ik- tidar rüyalarõna sõnõr ta- nõmadõklarõ gibi hak hu- kuk da tanõmazlar. İm- paratorluklar çöktüğünde, -çünkü kendini ebedi sa- nan imparatorluklar da ölürler- geride kalan halklarõn önünde birkaç seçenek oluşur. 1918’de Osmanlõ İm- paratorluğu çöktüğünde de böyle oldu. Ortada üç seçenek vardõ: 1) Tekrar imparatorluğu kurmak. Pek çok siyasi önder bu yönde mücade- le verdi. 2) Boyunduruk altõna girmek, yani başka halk- larõn egemenliğini ve ya- salarõnõ kabul etmek ve yok olmak. Yani manda- cõlar. 3) Ya da uluslaşmak. Ernest Renan’in tabiri ile her gün tekrar tekrar ken- di varlõğõnõ ve bütünlü- ğünü onaylayan bir halk olmak. Bunun için de ken- di sõnõrlarõnõ tanõyan ve oluşturduğu yasalara göre yaşayan bir halk olmak. Anayasasõna ve yasalarõ- na yüksek bir değer veren, kendi başõna buyruk bir halk olmak. Kurtuluş sa- vaşõ ve ardõndan yaşanan kuruluş savaşõmõ, bu se- çimi Türkiye’de günde- me getirdi. O günden be- ri demokratikleşerek, ada- letleşerek, uluslaşmak bir süreç olarak hâlâ Türki- ye’nin önündedir. Anayasanın değeri düşer İmparatorluk sevdasõn- dan kurtulmuş, kendi sõnõr ve yasalarõna saygõlõ, öz- gürlükleri ve haklarõ ikti- darõn kaprislerinden ko- ruyan bir toplumsal ör- gütlenme biçimi, felsefe ve siyasi düşüncenin ken- dini gösterdiği ilk çağlar- dan beri medeniyetin de- ney taşõ bir ideal olarak bi- lindi. Platon’dan Fara- bi’ye, Aristo’dan Spino- za ve Kant’a farklõ fark- lõ dillerde, farklõ biçim- lerde ama hep aynõ amaç- la dile getirildi. Buna kar- şõn, sõnõr tanõmadan bü- yüme rüyasõ, anayasa ve yasalarõn değerini düşür- mek -yani prensipsiz yö- netim-, kişisel hak ve öz- gürlükleri ihlal etmek, iç içe -yumak- olgulardõr: Medeniyetten uzaklaşan yol bu taşlarla döşelidir. Bugün Türkiye’de ya- põlan anayasayõ ve hal- koylamasõnõn olağanüstü özelliklerini ortadan kal- dõrarak sõradanlaştõrmak- tõr. Birbiri ile ilgisi olma- yan maddeleri bu şekilde halkoylamasõna sunma- nõn sonucu anayasanõn de- ğerini düşürmek olacaktõr. Bu esasen dünyanõn her yerinde uygulanmak is- tenen aşõrõ-liberal dünya görüşünün bir sonucudur. Siyasi oluşumlarõ mali güçlere teslim etmenin yolu, toplu iradeleri kö- reltmekten geçer. Anaya- sa bu iradelerin temel ifa- desi olduğundan doğru- dan ya da dolaylõ saldõrõ- lara uğramaktadõr. Hal- kõn iradesini sõradanlaş- tõrmak, anayasayõ yasa- larla aynõ düzeye indirge- mek bu halkoylamasõnõn uzun erimli en önemli et- kisi olacaktõr. Engellen- mesi gereken bu etkene karşõ, halkõn gerçekten iradesini ifade eden yeni bir anayasanõn halk tara- fõndan halk için hazõrlan- masõ sürecinin açõlmasõnõ da gerektirmektedir. Hayır demek gerekir Öte yandan, bugün Tür- kiye Müslüman dünya- sõnda eski Osmanlõ İmpa- ratorluğu’nun rolünü oy- nadõğõna kendini inandõran bir iktidarõn söz pehli- vanlõklarõnõ dinliyor. Ger- çekçi olmaktan uzak, söz- de “Büyük (Müslüman) Türkiye rüyaları” can- landõrõlõyor. Cumhuriyet Türkiyesi kendine belli sõnõrlar çizmiş ve impara- torluk karabasanõndan kur- tulma yolunda bir Türki- ye idi. Anayasa oylamasõ bu yeniyetme aşõrõlõk po- litikasõnõn araçlarõndan bi- ri olacaktõr. Böylesi bir taşkõnlõğa hayõr demek gerekir. Bugün Türkiye temel hak ve özgürlüklere yö- nelik hukuki sõnõr tanõ- mayan siyasi davalarõ sey- rediyor. Anayasada yapõ- lacak böylesi bir göster- melik değişim, anayasayõ sõradanlaştõrarak kanun- larõn ve hukuk kurumlarõ- nõn değerini daha da dü- şürecektir. Platon’un Gorgias isim- li diyaloğunda Sokrates’e karşõ çõkan Kalikles’in meşhur tezi şudur: “Ada- let güçlülerin egemenli- ğidir ve yasaları güç- süzler kendilerini güç- lülerden korumak için icat ettiler.” Bu tez şu an- lamda belki doğrudur, her halkõn önündeki seçim: “Ya adalet ya da kaba kuvvete esaret”tir. 12 Eylül’de kaba kuvvete ha- yõr demek ise elimizdedir. AnayasaReferandumunaFelsefiBirBakõş Mehmet TAYLAN Bugün Türkiye temel hak ve özgürlüklere yönelik hukuki sõnõr tanõmayan siyasi davalarõ seyrediyor. Anayasada yapõlacak böylesi bir göstermelik değişim, anayasayõ sõradanlaştõrarak kanunlarõn ve hukuk kurumlarõnõn değerini daha da düşürecektir. Kararlõ ve Büyük Bir Saldõrõnõn 88. Yõldönümü Dr. Handan DİKER Yeditepe Üniversitesi öğretim görevlisi K urtuluş savaşõmõzõn en son adõ- mõdõr, Büyük Taarruz. Sakarya savaşõnda elde edilen utku ile Türk ordusunun moral gücü yükselmiş- tir. Taarruz kararõ 1922 yõlõ Haziran ayõnda Mustafa Kemal tarafõndan ve- rilmiştir. 21 Temmuz 1922’de gizlice An- kara’dan ayrõlan Mustafa Kemal önce Akşehir’e gelerek burada cephede gerekli incelemeleri yaparak 27 ve 28 Temmuz gecesi Fevzi ve İsmet Paşa ile birlikte saldõrõ planõnõ hazõrlamõştõr. Ardõndan da son bir değerlendirme yapõlarak 26 Ağustos’ta taarruz kararõ verilmiştir. Lord Kinross, Mustafa Kemal’in An- kara’dan ayrõlõşõnõ şöyle açõklar: “Mus- tafa Kemal Ankara’dan ayrılacağı gece yakınları ile bir yemek yedi. ... Ay- rılırken de dostlarına ‘Şimdi doğru cep- heye gidiyorum’ demişti. ‘Saldõrõya başlamak için’ içlerinden biri şaşkın- lıkla, ‘Paşam ya başaramazsanõz’ diye sordu. Ne demek istiyorsun? Saldırı- nın başlangıcından 14 gün sonra Yu- nanlıları denize dökmüş olacağım.” Savaş 26 Ağustos 1922 sabahõ saat 5.30’da Türk topçu birliklerinin ateşi ile başlamõştõr. Türk ordusunun kuvvetleri düşmana yakõndõ. Ancak saldõrõ için düşmandan 2 ila 3 kat üstün olmak lazõm idi. Saldõrõ yeri Afyon seçilmişti. Gece yürüyüşü ile Eskişehir’den bazõ kuvvet- ler getirildi. Amaç şu idi: düşmanõ geri- de yeni bir cephe kurmasõna olanak ver- meyecek şekilde dağõtmak ve yok et- mekti. 27 Ağustos’ta Afyon’un güne- yinde 50 doğusunda ise 20-30 km uzun- luğundaki düşman cephesi düşmüştü. Düşman kuvvetleri Aslõhanlar ve Dum- lupõnar’da yenilgiye uğramõştõ. Daha sonra da 30 Ağustos 1922 tarihli Baş- komutanlõk Meydan Savaşõ ile yok edil- miştir. Tarihimizde Büyük Taarruz en son noktayõ oluşturan bir savaş olmasõ açõ- sõndan önemlidir. Bu tarihten sonradõr ki hõzla tam bağõmsõzlõk ilkesi benimsenmiş, uluslaşma bilincine varõlmõş, çağdaşlõk biricik amaç edinilmiştir. İşte bu açõdan baktõğõmõzda Mustafa Kemal’in bu ey- lemi Türk toplumunu geri kalmõşlõktan kurtarma eylemidir diyebiliriz. Büyük Taarruz’un kazanõlmasõnõn ar- dõndan tam 15 gün sonra Mustafa Kemal, Ankara’ya dönmüştür ve arkadaşlarõndan özür dilemiştir. O Ankara’ya geldiğinde şu sözleri söylemiştir: “Kusura bak- mayın, insan bazen hesabında yanı- labilir. Tahminimde bir günlük bir yanlış yapmışım.” O aslõnda hiç yanõlmadõ hiç rastlantõ- sal iş görmedi. Her şey en başõndan iti- baren düşünülerek hazõrlanõr ve uygula- ma alanõna konurdu. Bu da, onun dü- şünce yapõsõndan gelen bir durum idi. Sa- vaşsõz, barõşçõl bir toplum ve dünya dü- zeni onun en çok üzerinde durduğu bi- ricik özlemi idi. Nitekim o, 30 Ağustos 1924’te şöyle diyecektir: “Savaş, mu- harebe ve en son meydan savaşı yal- nız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. Ulusların çarpış- masıdır. Meydan muharebesi ulusla- rın bütün varlıkları ile bilim ve teknik alanında ulaştıkları düzeyle, ahlakla- rı ile kültürleri ile sözün kısası bütün maddi ve manevi güç ve erdemleri ile ve her türlü araçları ile çarpıştığı bir sınav meydanıdır. Bu meydanda çar- pışan ulusların, gerçek güç ve değer- leri ölçülür. Sonuç; yalnız maddesel gücün değil bütün güçlerin özellikle ahlak ve kültür güçlerinin üstünlü- ğünü kanıtlama derecesine vardırır.” [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle