22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

siyasetin ilgi alanı olmaktan çıkartılmalı. nın zamanı geldi’ istemem. Hükümetin tarım kadroları yeterli midir? Bugüne kadar genellikle eleştirilen hep bürokrasidir. Doğrudur da, bürokrasi çoğu kez gelişmelere direnmiştir.Ama biz hem yakın geçmişte hem de çok önceleri aynı bürokrasinin çok iyi işlere imza attıklarını da gördük.İş biraz " at binenin kılıç kullananın " hesabına dönüyor. Yeterli olması gereken siyasi otoritedir, kadrolar takip etmek zorundadır.Lokomotif iyi ise herkes iyi olmak zorundadır, iyi çekemiyorsanız arkadaki gelmeyen vagonları suçlamanın anlamı yok. Atatürk’ün "Köylü milletin efendisidir" sözünün bugünkü anlamı nedir sizce? Sözün aslı şöyledir: "Müstahsil (üretici) milletin efendisidir.” Yani burada bir şeyi ayırt etmek gerekiyor: Üretim. Büyük Atatürk’ün işaret ettiği de budur.Teknolojiyi kullanmayan, feodal ahlaka teslim olmuş, daha iyi ve daha ekonomik üretimi nasıl sağlarım diye düşünmeyen ve sadece bugünü düşünerek gelecekle ilgili hiçbir şey yapmayan " köylüler " milletin efendisi olabilir mi? Türkiye bir köylü toplumu halinde kalarak kalkınabilir mi? Hepimiz çok çalışmak zorundayız.Bu ülkenin insanlarının en büyük ihtiyacı çok çalışmaktır. Bunu yapmak zorundayız.İster köyde olun isterseniz şehirde , geleceğimiz için daha çok çalışmak ve üretmek zorundayız.İster öğrenci olun ister öğretmen, ister çiftçi olun ister tüccar, ister fabrika sahibi olun ister işçi…hepimiz daha çok çalışmak ve geleceğimizi daha sağlam temellere oturtmak zorundayız.Millete bir efendilik olacaksa o da hizmetle olacaktır, sözünü burada hatırlatmakta yarar görüyorum. Ülkeyi siz yönetseydiniz ne yapardınız? Hangi konularda ne farklılıklar getirirdiniz? Türkiye’yi kimin yönettiğinden daha önemlisi, nasıl yönettiği ve neyi hedeflediğidir.Türkiye’nin ciddi bir envantere ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Öncelikle elde ne var ne yok iyi tespit edilmeli.Sonra öncelikler belirlenmeli.Türkiye’de sosyal devletin gerekliliği çok açıktır.Ama bunu yaparken insanların balık sahibi olmalarını değil balık tutmayı öğrenmelerini hedeflemeliyiz.Her alanda üretimin ve ticaretin önü açılmalı.Refah yaygınlaşmalı ve Türkiye yoksulluğun kapı dışarı edildiği bir ülke olmalı.Öncelikle devleti yönetenler sonrasında da halk, bu ülkeden yoksulluk kalkana kadar büyük bir ciddiyetle çalışmalı. Elbette sadece para kazanmak sosyal bir devlet olmak ve söz sahibi olmak için yeterli değildir.Kültürel, sosyal ve sanatsal anlamda da büyük gelişmeler kazanmalıyız.Büyük devletler büyük eserler bırakan ve medeniyet kuran devletlerdir. Elbette büyük ulus olmanın yolu da büyük eserler bırakmaktan geçer. Bu yüzden ülkeyi yönetenler kim olursa olsunlar; siyasal yönlendirmelere ve akıntılara kapılmadan ülkenin tarihsel, kültürel ve sanatsal gelişimi için de büyük adımlar atmak zorundadırlar. Ben yönetim kademesinde kimin olduğunu değil, ne yaptığının önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerine nasıl bakıyorsunuz? Türkiye’nin önündeki riskler ve fırsatlar nelerdir? Bugün bütün dünyada IMF ve Dünya Bankası politikalarına geniş tabanlı bir muhalefet söz konusu. Hatta bu iki kurum, sistemin içerisinden bile ciddi eleştiriler alıyor. Dünya Bankası eski başkan yardımcısı ve baş ekonomisti, Nobel ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in, ‘IMF ile yakın ilişki tehlikelidir. IMF ile ilişkiniz ne kadar uzak olursa, o kadar iyidir. IMF politikası size uymuyorsa, yapmayın’ gibi uyarıları var. Mevcut eleştirilerin temelde IMF programlarının paket halindeki politika araçlarını ülkelerin sosyal ve yapısal gerçeklerine uysun uymasın dayatmasından kaynaklandığı düşünülebilir. Ancak burada unutmamamız gereken bir gerçek var: Gerek IMF gerekse Dünya Bankası Türkiye’nin kurucu üye olarak katıldığı uluslar arası kuruluşlardır. Ve durduk yere kimsenin önüne dikilip şunları şöyle yapacaksın diye dayatmada bulunmazlar. Özellikle Türkiye örneğinde olduğu gibi başı derde giren ülke bu kuruluşlara başvurur, finansal ve teknik yardım talep eder. Neticede karşılıklı anlaşma temelinde bir ilişki kurulur. Türkiye, 1958 yılından beri 20. standby anlaşmasını uyguluyorsa bu her şeyden önce Türkiye’nin bir zaafıdır. Örneğin 2001 krizini ele alırsak bir haftada ülke ekonomisinin yüzde 30 daraldığı ve yüz binlerin işini kaybettiği bir süreçten bahsediyoruz. Türkiye de içinde bulunduğu finansman krizini aşmak için başta IMF olmak üzere uluslararası kuruluşların kapısına dayanıyor ve borç istiyor adamlar da biz size bu parayı veririz ama şu yapısal reformları yapmanız ve şu politikaları uygulamanız gerekir diyorlar ve böylece yeni bir standby anlaşması imzalanıyor. IMF destekli bu istikrar programı neydi diye baktığımızda dalgalı kur temelinde iki ana unsura dayandığını görüyoruz: Sıkı maliye ve para politikası ile yapısal reformlar. 2002 yılı sonuna kadar başarıyla uygulanan bu program herhangi bir ciddi değişiklik yapılmadan bugüne kadar getirildi. Ancak burada vurgulamamız gereken nokta IMF destekli bu programın güçlü ekonomiye geçiş yolunda bir istikrar programı olduğudur. Program bizatihi bir kalkınma programı değildir. Yani hedef sürdürülebilir bir büyüme performansı gösterebilmek için gerekli olan atmosferi sağlamak üzere para politikalarında istikrar, kamu harcamalarında tasarruf ve yatırım, üretim ve ihracatın önünü açacak yapısal reformları tamamlamaktı. Netice de maksat ülkeyi kalkındırmak için gerekli sağlıklı ekonomik yapıyı tesis etmekti. Bu çerçevede ülke ekonomisinin ayağına bağ olmuş yüksek enflasyonu düşürmek ve fiyat istikrarını sağlamak, için mali disiplinle kamu maliyesini düzeltmek ve faiz dışı fazla vererek borç stokunu önce çevrilebilir sonra ödenebilir kılmak, programın temel unsurlarıydı. Sonuçta, Para politikası büyük ölçüde bağımsızlığa kavuşturulmuş Merkez Bankası tarafından yürütüldü. Diğer taraftan faiz giderlerinin GSMH’ya oranı 2002 yılındaki % 19 seviyelerinden 2005 yılı için %11 seviyelerine geriledi. Geçtiğimiz dört sene içinde ülke ekonomisi kümülatif olarak yaklaşık %35 oranında büyüdü ve bu büyüme çok büyük ölçüde özel sektör kaynaklı olarak yani olması gerektiği gibi sağlıklı bir büyüme oldu. Nitekim yaşanan büyümenin içinde ihracat ve özel kesim tüketim ve yatırımlarının oranı %90’a ulaşırken kamu tüketim ve yatırımlarının payı %10 seviyesinde kaldı. Özetleyecek olursak kriz sonrası dönemde hedeflendiği gibi enflasyon %30’lardan %8’lere geriledi, GSMH 180 milyar dolardan 360 milyar seviyesine yükseldi ve bütçe açığı ve toplam borç stokunun GSMH’ya oranları geriledi. Peki, bu pembe tablo ne kadar devam edecek? Kısa ve orta vadede Türkiye’yi neler bekliyor? Hisarcıklıoğlu’na göre, oy kaygısı ile çiftçiyi gerçeklerden uzaklaştırmaya son verilmeli... İhracatımız son 4 senede yaklaşık ikiye katlanarak 72 milyar dolara ulaşmış durumda. Ancak aynı dönemde dış ticaret açığımız 10 milyar dolar seviyelerinden 40 milyar dolara ve neticede cari açık da 1,5 milyar dolardan 23 milyar dolara yükselmiş. Bu gelişmelerin altında yatan en önemli sebeplerin başında Türk Lirasının aşırı değerlenmesi yatıyor. Yüzde 40’lara ulaşan bu değerlenmeye müdahale edecek mekanizmalara ne yazık ki sahip değiliz. Hepsinden önemlisi, serbest kur politikasından geri adım atmanın maliyeti çok daha yüksek. Geçtiğimiz 20 yıl zarfında dünyada yaşanan 51 döviz kaynaklı krizin 50’si sabit kur bazlı sistemlerde ortaya çıkmış. O yüzde çözümü mutlaka serbest kur sistemi içinde bulmak zorundayız. "Peki, ne oluyor da kur değerlenmeye devam ediyor?" derseniz bu sorunun cevabı dışardan gelen muazzam kaynaklarda yatıyor. Geçtiğimiz sene 46 milyar doları bulan dış kaynakların içinde sıcak para olarak tarif edilen portföy yatırımları 14 milyar dolarla en büyük paya sahiptir. Bu para akışı devam ettiği müddetçe kurda ciddi dalgalanmalar olmayacak herhangi bir şok da olmadığı taktirde cari açık bir sorun yaratmayacaktır. Ancak sıcak para akışının en önemli dayanağı olan istikrar ve güven ortamında yaşanacak olumsuz bir gelişme bize pahalıya mal olabilir. Nitekim 2001 krizi öncesi 7 milyar dolarlık cari açıkla baş edemeyen biz 23 milyar doları aşan bir açıkla mücadele etmek için gerekli sağlam makroekonomik ve siyasi yapıya henüz ulaşmış durumda değiliz. Herhangi bir şekilde güven ve istikrarın bozulması sonucu cari açığın finansmanında yaşanacak bir sorun ve döviz kurundaki sıçrama makroekonomik dengelerin yerinden oynamasına neden olabilecektir. Ancak mevcut haliyle bir risk unsuru olan cari açığın finansmanında sorun yaşanabileceğine dair elimizde herhangi bir somut veri bulunmuyor. Ben kamu yapısal reformları tamamladığı, özelleştirmeleri kamu oyunda herhangi bir şüphe ve endişeye mahal vermeden başarıyla gerçekleştirdiği, yabancı yatırımları da açıklık, şeffaflık ve hesap verilebilirlik çerçevesinde ülkemize artarak çekebildiği taktirde, özel sektörümüzün dinamizmi ve gayretiyle 2006 yılında da makroekonomik hedeflerin tutturulabileceğine inanıyorum. Ancak her yıl istihdam piyasasına dahil olan 750 bin gencimize iş bulmak, Türkiye’yi dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına sokmak ve insanımızın huzur ve refahını arttırmak için daha fazlasına ihtiyacımız var. Bu da ancak her şeyden önce kendi gayretlerimizle olacaktır, yoksa ne sıcak para ne de uluslararası kuruluşların finansmanı bize bunu sağlayabilir. 17
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle