Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
halsı’nı yor”. batıöyle imi niyle zaelli ştik. eşilmeyedek e onun rar hanı bile bir mişi ebiliında öyledimaya, ? ? cek için küçük umut işaretleri almaya çalışıyor izleyicilerden… Ancak seyirci koltuklarında oturanlar ne anlayışlılar, ne de duyarlılar. Sahnedeki konuşmacının öfkesinin önemli bir nedeni de bu olmalı. Bu arada sorunda madem PVC de geçiyor, konu dışına çıkmayı göze alarak bir şeyler söyleyeyim: Günümüzün moda kısaltmalarından olan PVC ahşaptan alüminyuma, alüminyumdan Poli Vinil Clorür’e geçişimizi simgeliyor. Tıpkı bakkalların markete, ardından süpermarketlere; çarşıların AVM’lere dönüşmesi gibi bir gelişme bu. Böylece geçmiş, belleklerden hızla siliniyor. Keşke batıdaki gibi müze semtlerimiz olsa da hiç olmazsayüzyıl önce nasıl yaşandığını hissedip geçmişe aktarabilsek… Sorunun bam teline dönecek olursam, romanda anlatılan her bir kişinin yalnızca “ben” olduğumu söylemek belki çok daha doğru olacak; çünkü kitabın kapağında adım yazıyor. Tarih parsel parsel irdeleniyor kitapta… Taştan başlıyor Padişaha kadar gidiyor iş… Zihgir diyor mesela… Fırça çekiyor anlamını bilmeyen kalabalıklara… Hakikaten zihgiri ve Nişantaşı ile yakın ilgisini anlatır mısınız? Ayrıca bu ve benzeri kavramlarla içli dışlı roman kurgusunu açar mısınız, yapıtı daha bir duygusallaştırıyor ve bizler adına tozu isi üflüyor, berraklaştırıyor çok bilmediğimiz bu gibi kimi kavramlar... Kuşkusuz Menzil taşı da pek önemli romanda… “MENZİL TAŞI BATILILAŞMANIN SİMGESİ” Malum Nişantaşı adını, Tanzimat Fermanı’na mührünü basan Sultan Abdülmecid’in diktirdiği menzil taşından alıyor. Anlatıcı, yüz elli yıllık bu dikiti batılılaşmayla, modernleşmeyle ilişkilendiriyor. Dolayısıyla roman kurgusunun mihenk noktası semte adını veren o tarihsel taş. Anlatıcının söylediği gibi bu tür taşlar, rekor kıran ok atışları sonunda dikilir, ok da baş ya da badem parmağa takılan zihgir adı verilen yüzük marifetiyle atılır; varsılların zihgiri altından olur değerli taşlarla süslenirmiş… Yoksul okçular ise kemikten, kıldan, keçeden, tahtadan yapılmış zihgirler kullanırlarmış… Biliyor musunuz, romanı yazdığım sürece Nişantaşı’na ve ona adını veren taşın yakınına adımımı atmadım. Sanırım metin boyunca okura aktarmayı düşündüğüm hüznün ve hayıflanmanın, zihnimde kurduğum yazınsal yoksul varsıl dengesini bozmasından korktum... İyi de yapmışım. Çünkü geçenlerde yolum düştüğünde, semti adım adım tekrar gezdim ve bir kere daha yazınsal ölçülere sığmayacak bir şaşkınlık duydum ve “dönüşüm” denilen şeyin karşı konulmaz gücünü bir kere daha fark ettim. Dahası zihnimi bir soru kurcalamaya başladı. O da şuydu: Yeni bir dönüşümün ta içinde devinen insanlar, semtlerinin batılaşma modernleşme sürecimizin başlangıç noktalarından biri olduğunu acaba biliyorlar mı? Yanıtı olmayan bir soru bu. Fakat şu bir gerçek: Menzil taşının, yani Nişantaşı’nın yanından ötesinden geçenler farkına varmasalar da aslında, semtlerindeki o taş batılılaşmanın ya da modernleşmenin bir simgesi. Çünkü o taş, batı müziği dinleyen, iyi Fransızca konuşan, vals yapan, yenilikçi bir padişahın kurulmasını emrettiği semte adını verdiği kadar, eksik öykünmeci modernleşmemizin de simgesi. Bir de şu var: Uzun süredir “dönüşüm” sözcüğü ile biten bazı kavramlar dilimizden düşmez oldu. Örneğin kentsel dönü1156 şüm, algısal dönüşüm, kültürel dönüşüm adı altında sıra dışı biraz da aceleye getirilmeye çalışılan değişimler yaşıyoruz. Yeniliğe, gelişmeye tabii karşı değilim. Ancak tahavvülün, insanların geçmişi koruma; geçmişi ve bugünü ileriye aktarma isteklerine ve gelecek tahayyüllerine rağmen gerçekleştirilmesine tepki duyuyorum… Baykuşları sormadan olur mu? Yer yer sahnede uçan baykuş taklidi de yapan eserekli anlatıcı eminim hiddetlenecektir bu soruya... Onun için yanıt vermeden önce lütfen kendisine engel ve mukayyet olunuz! 50 yıl öncesinde semtte cirit attıklarını, hatta zamanında Abdülmecit Han’ın baykuştan ödünün patladığını İbrahim Yıldırım’ın roman kahramanı, kayıplara karışmış Nişantaşı kadar, bilen kaç kişi vardır yitirdiği gençliğini de özlüyor. Belki de daha çok gençliğini özlüyor… bu kitabı okuyana Sonrasında Sıtkı ağabeyin nitelemedek acaba? Anlatıcı baykuşu cisim olasiyle “karışık turşu kavanozuna” dönürak ilk o kanlı eylül sabahı gördüğünü şen karman çormanlığından anlatıcı ifade ediyor… Stavro’yu eli sopalı inhayli hicap duysa da, kimi ön planda sanlık müsveddelerinden kurtarmak kimi fonda olmak üzere Nişantaşı’nın için sokağa atlayan babasının kavgası“can”larını, eski sakinlerini sıradan/sının ardından görünüyor baykuş. Son radışı öyküleri bağlamında okuyoruz. kez ise 61 Eylülü’nde menzil taşının diHepsi döneminin ruhunu, semtlerinin binde yanıp küle döndüğünde gördüyapıtaşlarını ele veriyor... Burada anar ğünü okuyoruz... Uğursuz alamet, baymısınız? Şefika, Sıtkı Ağabey, Deli Nekuş imgesi sıklıkla çıkıyor karşımıza rodim, Tayyareci Celal ve İştirakçi Hilmanda? mi’yi, Kıymat Hanım’ın ıskalanamaya“BAYKUŞ VE SESİ NİŞANTAŞI’NIN cağı muhakkak... DEĞİL, AŞAĞILARIN SESİYDİ” Şefika, sokağa sonradan konan bir boyalı kuş, dolayısıyla dedikodulara, Abdülmecid’in baykuştan korktukara ve kötücül meraklara neden oluğunu bilenler mutlaka vardır. Hatta payor. Sıtkı Ağabey, med cezir halinde dişahın duyduğu sesin baykuşa ait olyaşayan, sol düşünceler çevresinde domadığını söyleyip onu yatıştıran hekim lanıp kendine yol arayan ama bir türlü başının, besteci şair Leyla Saz’ın babası bulamayan, öfkeli bir münevver. Deli olduğunu bilenler de çıkacaktır. Dahası Nedim, bir başıbozuk, âşık olunca daValikonağı Caddesi’ndeki Yekta Restoha da ataklaşıyor. Tayyareci Celal, 67 ran’ın bulunduğu o yüzyıllık muhteşem Eylül olaylarından aylar önce ölmüş İstanbul Evi’nin Leyla Saz Hanımın oğolan ama yine de bu kıyım olayları nelu, en ünlü mimarlarımızdan Vedat deniyle tutuklanmak üzere evine gidiTek’in yaptığını az da olsa birileri bililen bir sosyalist; bir anlamda devletin yordur… Ama Nişantaşılı olup da resönyargısı ya da çaresizliği… Kıymet toranı bilenler çok daha büyük bir çoHanım, Osmanlı konak geleneklerini ğunluktur. Biliyor musunuz restorana sürdürmeye çalışan görmüş geçirmiş, adını veren Yekta Işıtan, Vedat Tek’in geçmişe bağlı olduğu kadar, yeni hayadamadıydı. Belki gün gelir Nişantata uyum sağlamaya çalışan hoşgörülü şı’nın bu yüzünü de ele alırım ama bu bir kadın derviş… İştirakçi Hilmi, derkitapta sıradan insanları, hiç hatırlanbeder, menfaatçi, İngiliz işbirlikçisi demayanları, hatırlanmayacak olanları nilen karanlıkta duran biri. Fakat ne yazdım. Baykuş ve sesi, elli yıl önce yuolursa olsun tarihi bir kişilik: Nişantakarıdaki Nişantaşı’nın değil, aşağıların şı’nın iki adım ötesinde Radyoevi’nin gerçeğiydi ve bu dünya güzeli yırtıcı ve bulunduğu yerde işgal İstanbul’undaavcı kuş, uğursuz sayılırdı. Bu tevatür ilk 1 Mayıs toplantısı örgütlemiş olduromanda metafor alarak kullanıldı. ğu kayıtlara geçmiştir. Bu toplantıda da Baykuş, 6 7 Eylül olaylarında yavru bir İngiliz parmağı var mıydı? Bilmiyorum, kediyi avlayarak halk tarafından yükleçünkü dediğim gibi hâlâ karanlıkta dunen menhus görevi yerine getirdi. 1961 ran biri. yılında ise o av oldu. Çünkü yaşadığı ahşap evin taş binaya dönüşmesi gere“HABİSHANE KARA BİR kiyordu… Her neyse, Vedat Tek’e döKARNAVAL” necek olursam, bilindiği gibi Haydar Suarenin bir gayesinin de Sıtkı Ağapaşa Garı’nın yüzünü çevirdiği iskelebeye göre “insanların müştereken de, gardan çok daha güzel olan bir isömürlerini tükettikleri alengirli bir sokele binası vardır ve Vedat Tek’in esefaya benzeyen”, anlatıcıya göre “cümle ridir. Umarım, Haydarpaşa dönüştürüahalinin birbirini yediği sofra” Camili lürken bu binanın başına bir uğursuzSokak ve oradaki evlerin –özellikle biriluk gelmez… 12 sinin kayda geçirilmesi olduğunu ifade ediyor anlatıcı... Çatı aralığı ve kapısındaki kırmızı lekesiyle korkulu “Habishane” de var sonra… “Habishane”, tıpkı baykuş gibi bir metafor. Bu binanın yanıp kül olmasıyla Camili Sokak taşlaşmaya başlıyor. O sokakta önce kagir yapıların belirmesiyle başlayan dönüşüm, bugün cam cepheli iş hanlarının üretimiyle sürüyor. Sokakta şimdilerde işyeri sahipleri ve çalışanları yaşıyor. Orası artık sabah gelinen, akşam gidilen bir yer. Oysa çok değil elli yıl önce o sokak iyiliklerinkötülüklerin acının neşenin birlikte yaşandığı upuzun bir sofa gibiydi. Habishane’de 1961 yazında çıkan ve halkın Şefika Yangınları dediği bir dizi yangın denince anlatıcının aklına gelen iki şey: Yangınların paso haber veriledurduğu Nedim ve baba tatlısı... Gerçi yangınların zanlıları arısında sakar Bensiyon ile Meftun Bey de var ya... Şefika’yı da unutmamalı... Yangın tuhaf bir hukuk oluşturuyor roman kişileri arasında, itişli kakışlı, gerilimli, bol komplo teorili... Örtbas etmek için azmedenlerin yanı sıra suçluyu ortaya çıkarmak için ter ter tepinenlere karmakarışıyor... Değil mi? Aynen öyle oluyor boyalı kuş dediğimiz Şefika’nın alengirli sofaya gelmesiyle işler karışıyor, iyiler kötüler çatışmaya başlıyor. Sonrası ise çok daha vahim: Kara bir karnaval. Geçmişi defalarca kaynatıla kaynatıla helmelenip sasılaşmış acı yemeklere benzetiyor anlatıcı... Halkları anlatırken, halklara değinirken yemek metaforu kullanıyor sıkça... harnupa (keçiboynuzu ), Kürt böreği, Vartuhi’nin kar helvası, anneannesinin etli pilavı, zerdesi, revanisi, annesinin yerelması... Romanda adı geçen Camili Sokak’ta ve çevresindeki yerlerde Türkler, Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Arnavutlar, Balkan göçmenleri, Osmanlı’nın vaktiyle Afrika’dan, Asya’dan getirdiği insanlar birlikte yaşıyorlardı. Daha doğrusu; beyazıyla, sarışınıyla, karaşınıyla, zencisiyle, çekik gözlüsüyle kimi zaman acılarla, kimi zaman sevinçlerle yaşanan bir hayat vardı oralarda. 67 Eylül olaylarını bir yana bırakırsak, buralarda 1980 yılından hemen sonra ekonomik bir tehcir yaşandı. Önce Rumeli Caddesi’ne paralel sokaklarda tekstilciler konfeksiyoncular zuhur etti. Bunlar giderek çoğalıp aşağılara doğru sızmaya başladılar. Doksanlarda ise çekirge sürüleri gibi her yeri işgal ettiler. Böylece Türk, Kürt, Ermeni, Rum Yahudi, Zenci, Arnavut, kısacası kim varsa ayrım gözetilmeden sokaklarından sürüldüler... Doğaldır, sokakların yeni sakinlerine hizmet edecek sektörler de burada olmalıydı: Sokak aralarında katlı otoparklar, şık lokantalar, oto galerileri belirdi. Böylece patronların yanı sıra 80’de örselenmiş isçi sınıfı da yeni boyalı kuşlar olarak Nişantaşı’nı tanıdı. Bundan dolayıdır ki suare anlatıcısına, geçmişin defalarca kaynatılmaktan helmelenmiş acı aşlarını hatırlayıp hatırlatmaktan başka bir şey kalmıyor. Yemek meselesini ise şöyle açıklayabilirim: Hızlı dönüşüm yemek alışkanlıklarımıza yeni boyutlar kazandırdı. Artık İtalyan, Çin, Japon restoranlarımız var. Pizza da suşi de bizim oldu. İronik ama 80’lerden sonra Osmanlı mutfağını da yeniden keşfettik. Artık sultan sofralarımız, saray mutfaklarımız, hasbahçe menülerimiz de var. ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Nişantaşı Suare/ İbrahim Yıldırım/ Doğan Kitap/ 188 s. NİSAN 2012 ? SAYFA 31 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1156