Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
O. Günay’dan ‘Kumdan Kadın’ Sevmek zamanı Şair O. Günay’ın Kumdan Kadın adlı öykü ve Fizan adlı şiir kitabı, geçen aylarda yayımlandı. Bilindiği gibi yazarın, yayımlanan Kibriya adlı şiir kitabı, şiirimizin öncü bir eseri olarak alkışlanmıştı. ? Hüseyin Avni CİNOZOĞLU Günay, şiir ve öykülerinde maden ve maden emekçisine has temalara yoğunlaşmış olmakla birlikte, esasta insanın hallerine, daha çok ruhsal manzaralarını betimlemeye, art alanda mutlaka bir şehir, kasaba, mahalle dekorunu ihmal etmeyen biri. Yazdıklarında toplumsal ve politik göndermeleri önceleyen, incelikli sembol ve mecazlarla çok katmanlı, bir yapı inşa eden; bireyin, insanın, dolayısıyla hayatın ve dünyanın var oluşsal ve ontolojik hakikatinin idrakine ve bu idrakin keşfedilmesine radarını tutan bir yazar. Aynı zamanda ‘pastel boya’ tekniğiyle bu boylamda resimler de yapıyor. RESİM VE YAZI O. Günay, bir maden emekçisi olarak yirmi yıl, yeraltı dünyasına birebir tanıklık eden bir hayata dahil olmanın sağladığı deneyimlerini, bir şair ve yazar olarak sabırlı bir süreç içinde, yoğunlaştırıp damıtarak, son derece rafine ve yetkin eserler inşa etmeyi başarmakta. Bu yetkin inşa süreci, devrimci, sosyalist bir emekçi aydının, sosyalist etikle takviye edilen güçlü kişiliğinin inşasına da vesile olmuştur. 78 kuşağına dahil bir genç olarak devrimci uğraşa katılmış, 12 Eylül sonrası dört yıl cezaevinde hapis tutulmuştur. Böylesi bir şair ve yazar meyhane ehli ya da şehir loncasından küçük burjuva yazar, şair tiplerinden farklılığı ve sıra dışılığı da aşikâr etmektedir. Günay’ın sosyalist bir aydın niteliğinin ve maden emekçisi olmasının çağrıştırdığı toplumcu, Marksist nitelikler bence başat bir hal değildir. O. Günay’ın toplumcu, toplumsal niteliğinden daha önce Varoluşçu (Egzistansiyalist) bir yazar olarak konumlandırmak daha doğru olur. Geleneksel gerçekçi hikâyenin biçemini (üslubu) yüzeyde kısmen muhafaza etmekle birlikte, çağdaş anlatı sanatının yenilikçi, sembolik, bazen de gerçeküstü edasını da önceleyerek kuSAYFA 18 ? 12 NİSAN O. ruyor öykülerini. Bu yargım, ressam O. Günay’ın resimlerine baktığımda da bende oluşan bir izlenimin sonucu. Zonguldak şehri yazarın duygu durumunu çökertecek denli bir “Hiçlik”in manzarasıysa, dünyanın hiçliğine dair bir yorumda bulunmak elbet mümkündür. Bu zaman ve mekân içinde dünyanın ve insanın yalnızlığı, umutsuzluğu ve hiçliğine karşı şair, yazar, ya da herhangi bir insanın, bu hiçliği aşacak bir anlam alanı inşa etmesi önemlidir. “Kendi Derinliğinde Yolcu”da (s. 44) bu hiçleşmeye karşı bireyin nitelikli bir anlam inşasını çare olarak gösterir; şairin ya da yazarın hiçliğe karşı ‘varoluşsal’ bir direnişini simgeler adeta. Şu cümleler bile bunu destekler mahiyettedir: “Gün gelir insan varlığını yeniden öğrenir, soyutlar tekrar öğrenir. Kendi derinliğinde kendi ben’ini izlemek gibi, tuhaf bir sindirme eylemidir bu. Gitmek böyle bir şeydir işte” (s. 44 ). “Sazlığa Dönüş” adlı kısa öykü, hiçlik bağlamında bunu aşikâre eder. Öykünün iki paragrafını alıntılıyorum: “Zonguldak: Yalnızlığın en uç noktası. Nasıl ki, tüm işçilerden farklı olarak maden işçisi kendini bir “hiç” hisseder kazma salladığı o tenha ameliyat yerinde; işte bu şehir de öylesine yalnız bir şehirdi “kendinden önce” ve “kendinden sonra” kentler içinde. Zaman korkunç bir silgeçtir şehrin belleğinde. Evleri arasından geçtim bir gün. Mezar taşları kadar sessizdiler. Evet diyecektim, diyemedim. Gün bugünmüş, şehir gri brandasını aralayıp gösterdi bütün çıplaklığını: Hiçbirimiz bulamamıştık yerin altındaki asıl hazineyi, kimse geçememişti ötesindeki gerçeğe; çünkü ateşi ve aydınlığı küstürmüştük. Uzaklardaki yıldızlardan düşecek bir kırpıntı bekliyorduk şimdi” (s. 63). O. Günay, esas olarak öykülerinde madencinin hallerinden yola çıkarak, insanın “iç” manzaralarını keşfetmeye, daha sonra bu keşfin ontolojik hakikatle münasebetini varoşsal bir aralıktan bir kıssa olarak yansıtıp sunmaktadır. Madencinin halleri, mekân, işlikler, doğayla mücadele, yüzeydeki proletaryaya ait bir dünyanın betimlenmesi, derindeki felsefi çekirdeğe, cevhere ulaşmak için bir süzgeç, ızgara işlevi görmektedir. Madenci ve proletaryanın hallerinden ziyade bu öykülerde asıl mesele, insanlığın en mühim derdi olan “aşk” teması etrafında bir münazara şeklinde tezahür ve tecelli etmesidir. PATOLOJİK AŞK Bir epigraf var en başta. Hızıroğlu Bedri’ye ait bir hikmetli düşünce. Alıntılıyorum: “Beşer burada; tabiatın büyük kudretine boyun eğdi. Sonra, onu oyaladı, aldattı. Ta içine girdi, alacağını aldı, bulduğu serveti çıkardı. Aşkını sardı, işini bitirerek çekildi. Ve onu tekrar, kederli gecelerin durgun ve yorgun kucağına bıraktı. (s. 5). Bu epigraf görüldüğü üzere çift anlam katmanlı bir tevriye içermekte. İlk manada kadını ve kadına duyulan aşkı ifade ederken, anlam genişlemesiyle maden ocağını ve madencinin uğraşını betimlemekte. O. Günay Kibriya’da maden ocağı kuyunun ağzıyla kadınların rahimleri arasında bir analoji yapmaktadır. Bu metafor bu epigrafta da genel bir eşik vazifesi görmekte. Nitekim şu cümle bu anlayışı teyit ediyor: “Maden ocağı tıpkı rahim ağzını simgeler. Sadece erkeklerin girip çıktığı bir yer olduğundan mı ne, kadınsı havası vardır.” Öyküler genelde patolojik aşkı münazara eden öyküler. Sanki “iyiler” ve “olumlu” olarak konumlandırılan öykü kahramanlarının (İlk Gün’deki öykü kahramanlarından biri olan Rüstem hariç) çoğunu “kaybedenler” olarak da görmek mümkün. Bu bağlamda Oscar Wilde’ı hatırlatıyor insana: “Hayat Kaybettikçe Sanat Kazanır” öykülerdeki “Kaybeden” kahramanlara karşı yüreğimizin merhametten paramparça olmasını başaran O. Günay, aynı zamanda insani bir dünyaya olan özlem ve umudunu da aşikâre etmektedir. Bununla da kalmayıp, kimi öyküleri ‘patolojik’ bir suçla sonuçlanmakta, ‘imkânsız aşklar’ vechesine bürünmektedir. Öyküleri okurken, Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı adlı sinema şaheserini hatırladım hep. Anayurt Oteli, Anna’yla Beş Gece adlı filmlerinden bazı sahneler, sürekli gözlerimin önünde canlandı. “Gözlerinin Esiri” adlı öyküyü, patolojik aşkın suça sebep olduğunu gösteren tipik bir örnek olarak görebiliriz. Bu aşkın sonuçları suçla birlikte öyküdeki erkek kahramanın büyük yalnızlığını da hazırlar. Öyküyü okurken böylesi bir yalnızlık, terk edilmişlik ve savunmasızlık karşısında merhametten yüreğimin parçalandığını itiraf etmeliyim. Aynı büyük etkiyi, “Vicdan” adlı öyküdeki aşık olunan genç kadının umutsuz serencamında hissediyoruz. “Lamba Numarası” öyküsünde kaçkın bir devrimcinin umutsuz aşkıyla birlikte, hazin sonuna tanık olmaktayız. Zaten kitaba ad veren “Kumdan Kadın” adlı kısa öykü, sanatçının sanat aşkıyla bir kadına duyulan aşkı betimleyen anlam genişlemesiyle, öykülerdeki bu ana fikri aşikâre ediyor. “İlk Gün” adlı, kitaptaki ilk ve en uzun öykü, diğer öyküler içinde genel bir çerçeve çizme işlevi görüyor. Yüzeyde madenci, maden ocağı, maden hayatına dair bilgiler, metne ustalıkla yedirildiğini gösteriyor bize. İşçi mahalleleri, Zonguldak’a dair genel görünümlerle birlikte, kamera tekniğiyle iç gündüz ve iç gece çekimlerinde olduğu gibi mekân ve madencilerin fiziksel, ruhsal tasviri öyküde sırası geldikçe sunulmakta. Kamera uzak çekimden yakın çekime, oradan tekrar uzak çekime doğru hareket etmekte. Madenciliğe ait terimler, maden gereçleri, bazı adlar ve sıfatlarla somutlaşmakta. “Bu yıl kış, vaktinden önce gelmişti. Müthiş bir kar tipisi vardı ortalıkta. Tertip yerinde göz gözü görmez olmuştu. Rüzgâr, saçakları yerinden sökecekmiş gibi esiyor ve iki bina arasına yakın yerlere karı sürükleyerek yüksek engebeler oluşturuyordu. Sıvası dökülmüş küçük bir binanın önünde, sırtlarını duvara dönmüş beş on işçi, birbirlerine sokulu vaziyette, az evvel geldikleri kapının girişine doğru bakıyorlardı. Ekip başı nerede kalmıştı ki? Madem bugün tahkimat yapılacaktı, neden ambarın kapısı açık değildi? Kapıdan çıkanlar hızlı adımlarla saçak altlarına toplaşıyordu. İçtikleri sigaraların dumanı tipiye karışıyor, birçoğu kuru kuru öksürüyordu. Bu sırada uzaktan bir çan sesi daha duyuldu. İşçilerin bir kısmı bakışlarını sesin geldiği tarafa doğru yönelttiler. İş elbisesi iyice solmuş, kirli sakallı biri olduğu yerden meydana çıkarak, tertip alanına doğru: ‘Haydin, son kafes!’ diye bağırdı” (s. 7). Kitaptaki bu incelediğim öyküler dışında, diğer öyküleri de okurdaki merak duygusunu azaltmamak için okura bırakmak daha uygun olacak sanıyorum. Zira o öykülerden de bahsetmek bu tanıtma yazısını hayli uzatacak. Kitaptaki diğer öyküler de bu yazıma konu ettiklerim kadar incelikli, özenle ve dikkatle, sabırla kaleme alınmış öyküler. ? Kumdan Kadın/ O. Günay/ Hayal Yayınları/ 112 s. ? 2012 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1156