07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

K ardin Bilge köyündeki kıyım, kırım toplumu irkiltti. Herkes soru dolu bakışlarla birbirinin yüzüne baktı: Doğuda neler oluyor? Attilâ İlhan’ın “Hangi” sorusuyla ürettiği kitap adları gibi çoğaltmak olanaklı bunu: Türkiye’de neler oluyor? Sanatta, bilimde neler oluyor? Siyasette neler oluyor? Kestirmeden şu bizim insanımıza neler oluyor?… “Sözün bittiği yer…” Pek çok yazar, sanatçı, bilimci, gazeteci, siyasacı, aklı başında hemen herkes böyle diyor… itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Doğuda ürperen yürek... DOĞUYA BİR KEZ DE ROMAN EVRENİNDEN BAKMAK... Hüseyin Özlük’ün Gözlerimi İstiyorum Komutanım başlıklı anılar demeti, öteki romanlar için altlık değil, ama bir giriş yerine konulabilir bana göre. Çünkü bu anılar bize oraya gidenlerle oradakilerin aynı insanlar olduğunu gösteriyor somut biçimde. Doğusundaki batısındakiyle halk çocukları hepsi de… Nitekim aşkları, tutkularıyla, düşünüş, yaklaşım biçimleriyle, ahlaksal tutumları, değerleriyle birbiri içinde devinen ekinlerin insanları… Bütün bu olup bitenleri, andığım romanların eşliğinde gözden geçirmeye ne dersiniz? Dört roman, dört ayrı evrenle doğuyu farklı yaklaşımlarla yeniden açımlıyor denebilir önümüzde. Söz konusu roman evrenlerinin bizi birebir diyebileceğimiz kesinlikte bir doğu gerçekliğiyle yüz yüze getirmeyeceği, ancak evrenleri, buralarda gezinen kahramanları aracılığıyla bizi farklı bir düşünüşe yönelteceği çok açık. Roman evrenleri aracılığıyla bizim doğu insanıyla özdeşleşebileceğimiz, empatik yaklaşımla onları içerden kavrayabileceğimiz öngörüsü değil burada söylemek istediğim. Söz konusu olguya karşı enikonu yaşanacak yabancılaşma eşliğinde önyargılarımızı bir kenara bırakıp, bu arada romanların etkisini de aşarak yeniden kurmaya girişmemiz olguyu, düşüncelerimizi harman gibi savurarak… Örneğin Rahmi Turan’ın Dağların Sesi adlı romanı popüler halk romanı kalıbında olabilir, ama olsun biz bunu da yine düşünsel sıçrama noktası alabiliriz kendimize. Osman Akalın’ın Yükseklerde’sindeki romantik gerçekçilik enikonu duygusallığa yol açabilir üzerimizde. Biz nece etkilensek de romandan kalkarak başka evrenlere açılıp yeni ufuklara varabiliriz yine de… Melih Yılmaz’ın Gece’si ile bir kara güldürünün bizi saran havasında sağa sola çarparak yolumuzu bulmaya çalışırken şaşkınlık yaşayabiliriz elbette, ama bu da bizi sarsıp silkecek, yepyeni düşünme eşiklerinin önüne getirecektir. Fatih Atila’nın Dargeçit’i de polisiye örgü eşliğinde yüreğimizi sıkıştırıp nefesimizi tutmamıza yol açabilir, neredeyse konuyu unutacak denli etkileyebilir bizi. Ne var ki bu hızlı tartıma karşın, kurduğu evrenle kahramanlarıyla bizi irkiltecektir kuşkusuz roman. Romanlar, bize gerçeği göstermek için kaleme alınmıyor, bilmez değilsiniz; ama gerçeklik algımızı, gerçekliğe bakışımızı kökten değiştirebiliyor. Ancak bunun için romanın da sağlam temellere dayalı gerçektenlik duygusuyla yapılandırılması zorunlu. Gerçektenlik duygusu, olgusal yaşantı aktarılarak değil, roman gerçekliği korunarak kurulabilir ancak. Yaşamdaki gerçek yerine sanatsal gerçekliğin yansıtımıyla sağlanır bu. Diyelim bir doğu romanında, yapıtın ilkin doğuyu soyutlayıp dönüştürmesi, sonra da başarabiliyorsa buradan kalkarak gerçekliği kavramsallaştırması beklenir. Gerçektenlik duygusu yüksek bir roman en azından bunu karşılamak zorunda! DÖNÜŞTÜRÜMDEN KAVRAMSALLIĞA DOĞU ROMANI... Ferit Edgü’nün görkemli ikilemesini anımsamamak elde mi: Kimse (1976), O (1977). Sonra doğuya özgülediği öyküler dışında bunu taçlandırdığı anlatısı Yaralı Zaman (Can, 2007)… Edgü’nün Kimse ile O adlı romanları üzerinde, yıllar önce Adam Sanat’ta durmuştum bir başka açıdan. Bu yüzden burada bunlara değil Yaralı Zaman’a getirmek istiyorum sözü… Kavramlaştırmaya varsın ya da varamasın, soyutlayım, dönüştürüm düzeyiyle yetinsin veya halk romanı çizgisini sürdürsün andığım romanlar bize, sözün bittiğini değil, ama henüz başlamadığını gösteriyor ne yazık ki… İşin başında daha, bu anlamda sınıfta kalıyoruz… O halde yazıdaki soruyu bir başka soruyla karşılamak olası: Doğuda neler olmuyor?… Hüseyin Özlük’ün anılarıyla girmiştik yazıya, Ferit Edgü’nün doğuya özgülediği anlatısıyla bitirelim yazıyı… “Öndeyi”de şöyle diyor Edgü: “Dağları özledin öyle mi?/ Belki./ İnsanları da özlemiş olmalısın./ Susuyor adam./ Birbirlerini öldüren insanları?/ Susuyor adam./ Soruyor Kadın:/ Akan kanı durduracağını mı sanıyorsun?/ Hayır, diyor Adam./ Öyleyse niçin?/ Gitmek için, diyor Adam./ Ama yıllar önce gitmiştin./ O çok önceydi./ Değişen bir şey yok, diyor Kadın./ Göreceğiz.” O hüzünlü doğu yolculuğu notlarından bir iki satır: “Dağlar ayırmış onları, diyor Vahap, rehberim./ Yarıları buradadır, yarıları orda./ Neyin yarısı, diyorum./ Herkesin, her şeyin yarısı, diyor Vahap. Hemen hemen. Köylerin, soyların, aşiretin.” (23); “Elimde fener, dolaşıyorum./…/ Birisi omzuma dokunuyor./ Dönüyorum. Onun da elinde bir fener var./ Soruyor: Birini mi arıyorsun?/ Kimseyi, diyorum. Hiç kimseyi. Ya da herkesi.” (26) “Erkek, anahtarı karanlıkta çevirdi./ Gaz lambasının ışığında kendini bekleyen kadını gördü./ Kadın, Geldin mi, dedi./ Erkek yanıtlamadı./ Kadın, Sen değil misin, dedi./ Erkek, Sus, dedi./ Kadın, dağı, taşı, kurdu, köpeği uyandıran bir çığlık attı./ Tüfekler kurşun kustu./ Ölüler./ Lambalar da sönmüştü./ Gecenin karanlığında ölenleri gören olmadı./ Belki yalnızca köpekler.” (66) Bir “sözsüzlük” oyunu mu yoksa bu?… “Burda zaman yoktur, dedi rehberim. Bilesin./ Bunu söyleme, dedim. Bunu hiçbir zaman söyleme./ Gerçeği söylüyorum, dedi./ Gerçeği hiç söyleme, dedim.” (68) “Son Deyi”sine de göz atalım Edgü’nün: “Biten ne, diyor Adam./ Yolculuk, diyor Kadın./ Gerçek yolculuk şimdi başlıyor, diyor Adam./…/… Orda gördüklerini, duyduklarını, yaşadıklarını yazamazsın./ Ben de düşlediklerimi yazarım, diyor Adam.” Fedit Edgü’den bu yana doğu anlatılarında ne ölçüde yol aldık bilemem; ama yine de doğudaki yaşamsal gerçekliğin önünde gittiği kesin yazınımızın… İki hafta sonra farklı boyutta konuya yeniden döneceğim.? SAYFA 25 M Öyle mi gerçekten? Sözün bittiği yere mi geldik? Yoksa bir türlü “söz”leşemediğimiz bir arafta öylece duruyoruz da kendi cehennemimizin boğuntusunda mı yaşıyoruz aslında hep birlikte?… Sözün bittiği yere gelinebilmesi için söyleyenin tükenmesi gerekmiyor mu ilkin?… Tiyatrodaki gibi diyaloğun, iki insan arasındaki karşılıklı söyleşimin sona ermesi… Sözü, dili bulan, dilsizi konuşturan insan… Kutsal kitap, “Önce söz vardı” dese de, insanın uygarlaşma sürecinde ona eşlik eden önemli bir olgu söz… Bu yüzden sürece bağlı gelişmesi doğal. Evet “söz”, uygarlaşmış bireyin dayanağı; sorulara, kuşkulara, çoksesliliğe yer açabilmesinin kanıtı… Eğer tabuyla dogmanın teksesli, buyurgan yaptırımlarına “söz” denmeyecekse… Oysa olmayacak işe girişiyoruz daha başlangıçta. Kuşku barındırmayan, soru üretmeyen kafaların dogmaya, tabuya koşut teksesli uyarlıkları karşısında kuşkuyla karılıp soruyla üretilen özgürlüğün, bireyliğin, kentliliğin bilincini aynı paydada söze bağlamaya çalışıyoruz boşuna çabayla… Bilinçli bireyle uyar kul arasında diyalog nasıl kurulacak? İlkin paydaların eşitlenmesi, uyarın kulluktan sıyrılıp bilinçli bireye dönüşmesi gerekmiyor mu? Öyleyse biz sözün bittiği değil, ama sözün henüz başlamadığı yerde duruyoruz herhalde ürperen bir yürekle… Konuya “giriş” için işe romandan başlamaya ne dersiniz? SÖZÜN BAŞLADIĞI YER: DOĞU ANLATILARI... İşte size dört roman: Osman Akalın’dan Yükseklerde (Arka Oda, 2006), Rahmi Turan’dan Dağların Sesi (Bilgi, 2007), Melih Yılmaz’dan Gece (Babıali Kitaplığı, 2008), Fatih Atila’dan Dargeçit (Öncü Kitap, 2008)… Yılmaz, “Bir Güneydoğu Masalı” alt başlığını kullanırken Atila da “Bir Doğu Anadolu Romanı” olarak sunuyor kitabını. Görüldüğü gibi romanların adları bile birbirleriyle örtüşüyor daha başlangıçta. Ama bunlara girmeden, bir başka doğu anlatısıyla başlamak istiyorum yazıya. Hüseyin Özlük’ün kaleme aldığı Gözlerimi İstiyorum Komutanım (Bilgi, 2008) adlı anılar demetinden… Özlük, 1969’da Kırıkkale’de doğuyor. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda iki aylık müzik eğitiminden sonra askerlik mesleğine yöneliyor. 1990’da sınavını kazandığı Uzman Jandarma Çavuş Okulundaki dokuz aylık eğitimin ardından 1991’de ilk tayin yeri Şırnak’a gidiyor. Burada iki yıl görev yapıyor, sonra 29 Temmuz 1993’te Şırnak Beytüşşebap’ta bir çatışmada tuzaklı mayının imhası için çabalarken yaralanıp “malulen” emekli oluyor. Şu yakınlarda kırkıncı yaşına giren Hüseyin Özlük, yirmilerinde cehennemle ilk tanışmasını şöyle anlatıyor bize: “…Metin yüzükoyun yattığı yerden iki elini yere dayayarak hafifçe doğruldu ve az ileride yerde duran tüfeğine doğru baktı. İki eliyle yere dayanarak sol ayağını karnının hizasına çekti ve biraz duraksadıktan sonra sol ayağının üzerine basarak ayağa kalktı. Adım atmak için gerideki sağ ayağını ileriye uzatmasıyla yüzükoyun yere düşmesi bir oldu. Gözleri tüfeğindeydi, onu almak için ellerini uzattı ama yetişemiyordu. (…) Lanet olsun kalkma ayağa Metin! O dağ gibi yiğit Metin bir daha ayağa kalktı. Kalktı ve yine düştü! Başını çevirerek sağ ayağına baktı ve işte o zaman ayağının parçalanmış olduğunu gördü.” (37) Okumayı sürdürelim: “Akşama doğru, Metin benden çantasını istedi. Parmağından çıkardığı nişan yüzüğünü çantasına koymamı rica etti. Ağlamamak için kendini zor tutuyor, yüzü bir kasılıp bir gevşiyordu. Nedenini sordum. Kısa bir yanıt verdi:/ ‘Nişanlım beni bu halde kabul etmez.” (40) Bir başka çatışmada bunun benzeri bir yarayı da Hüseyin alacaktır. Yirmilik delikanlı ikisi de o tarihte. Kanlarının kaynadığı bir çağ. Yaşamlarının bu en önemli eşiğinde ikisi de bir başka evreye geçiyor apansız. “Manevi olarak yıkılmıştım. Ayşegül’e, ‘Sen merak etme. Sağ salim geleceğim’ sözü vermiştim.” “Yüzük parmağımda nişan yüzüğüm takılıydı. Elimi temizleyen el, yüzüğümü çıkarmak için zorladı. Oysa yüzüğüm benim için her şeyden daha kıymetliydi. ‘Sağ elimde hiçbir zarar yok, neden yüzüğümü çıkarıyorsunuz? Lütfen çıkarmayın!’ diye haykırmak istedim fakat sesim çıkmıyordu.” (59) Gözlerini yitiren bir başkası, Ramazan, sakatlandığını anladığında haykıracaktır Hüseyin’e: “Hüseyin, beni vur ne olursun. Allahını seviyorsan beni öldür. Gözlerim için değil, anam için beni vur. Nasıl bakarım onların yüzüne.” (38) Metin, Ramazan, Hüseyin hepsi de yoksul halk çocukları… Nereden mi belli? Buyrun şu satırları da okuyun Hüseyin’den: “Her defasında saati soruyordum. Saatim yoktu. Küçükten beri hep bir saatim olsun istemiştim. Mahallede bazı çocukların vardı. Onların kollarına özenle bakardım. İlk maaşımla bir tane de ben almıştım. O saat de yaralanma esnasında parçalanmıştı. Zaten olsa da bir işe yaramazdı. Akrep ve yelkovanını, rakamlarını hangi gözle görecektim?”(72) Ama Hüseyin, içindeki sevgiyi soldurmuyor, umudunu tüketmiyor bunca sakıntı yaşadığı halde. Tutunuyor yaşama; sonuçta topluma, insanımıza yaslanıyor yine… CUMHURİYET KİTAP SAYI 1005
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle