07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Kısa Kısa... Kısa Kısa... Kısa Kısa... ¥ dan içimizi burkmaya başlıyor. DÜN VE BUGÜN Her biri başka katmanında boşuna çırpınmaların umarsızlığını, yaşantıları aracılığıyla insanlık hallerini, (Lokantacı kadının Kadıköy çarşısından başlayıp İstanbul’un öte yakasına ulaşan patlaması gibi, s. 264), delişmen ortancalarla mora kesmiş zakkumları, elle tutulur bir iğretiliği, anlatılmaz bir bırakılmışlığı, kabak kızartmaları ile nane kokularını saklayan bu öykülerdeki kadınlar ise başkalarına özenenler, yaşamın kıstırdıkları, alışkanlıklarına tutsak olanlar, kendine yabancılaşanlar, tükenenler, iletişim tıkanıklığı yaşayanlar, sıradanlığın güvenini sessizce taşıyanlar, kendini salıverenler, tutunmak isteyenler… Kimi çekilmez bir ihtiyardır öykü kişisi. Kimi kez tekdüzeliğin cenderesinde daralanlar kıstırılmışlığın farkındalar, yetinmezler, tutkuyla kırılmak istenir çemberler. Sanki İstanbul özellikle kadınları vuran bir düzenek. Sıkıntının, çıkmazların yaşandığı dünyalardır kadın dünyaları: “Her şeyin üst üste, alt alta olduğu Dolapdere’deki odadır.” (s. 196)Yitmiş dönem güzellemesiyle, buruk bir bugün teşhirinin bir karması olan kitapta, baştan başa kadın üzerine kurulu bu öykülerin çok ciddi sözleri var bu konuda. Kadın Öykülerinde İstanbul, öykücülüğümüze yeni duyarlıklar, İstanbul’un edebiyatımıza etkilerini ve onun son yıllarına tanıklıkları getirmiştir. ? Kadın Öykülerinde İstanbul/ Yayına Hazırlayan: Hande Öğüt/ Sel Yayıncılık/ 296 s. Kadın Öykülerinde İstanbul Ë Münevver SOYLU anki İstanbul özellikle kadınları vuran bir düzenek. Bin yıllık bir malzemeyi İstanbul’un bin bir çağrışım yüklü mekânına döşemiş kadınlar. Her biri farklı kanaldan akıyor öykülerin, her biri İstanbul’un çok iyi tanıdığımız bir yönünü getiriyor. Kadınlar içeriklerinde neleri kurcalarsa kurcalasınlar her bir köşesi, neredeyse her bir kaldırımıyla İstanbul var. Kadın Öykülerinde İstanbul, öykücülüğümüze yeni duyarlıklar, İstanbul’un edebiyatımıza etkilerini ve onun son yıllarına tanıklıkları getirmiştir. İstanbul’un yazınsallaştığı bu yedi tepeyi tutmuş öyküler karşısında umutlanıyorsunuz. Verimli, türlü açılımlara olanak veren, çok oylumlu bir konu İstanbul. Hande Öğüt’ün yayına hazırladığı Kadın Öykülerinde İstanbul seçkisinde, beni tanıdık bir kokuya salan, bu adın yol göstericiliği oldu. Kitabı daha elime aldığımda, bin yıllık bir malzemeyi İstanbul’un bin bir çağrışım yüklü mekânına döşeyen kadınların coşkusu bana da geçti. BİR ŞEHRİN YANSIMASI Kalemlerinde lirik bir telaş, parmaklarında gülümseme, gözleri İstanbul’un gözleri, öyküleri şehrin kalbine iyi gelen incecik bir yağmur, kokulu bir yemiş, şadırvan, çınar, cumba, saksıdaki güz, arka balkonda uçuşan çamaşırlar. Şehre anılarıyla tutunanlar, şehrin yansımasına katılıyorlar. Bir kadının solgun yorgunluğu, içten sarılmaların konuşkanlığı, çikolatalı bir kurabiyenin gülümsemesi, dikiş tutmayan o ince yara. İstanbul’un yazınsallaştığı bu yedi tepeyi tutmuş öyküler karşısında ben de kanatlanıyorum. Ancak öyküleri tek tek ele alıp çözümlemeye girişecek değilim. Ne ihanet, tutku, dostluk, sevda, yazgı izleklerinin izini süreceğim, ne hangi öyküyle neye hangi göndermenin yapıldığını, hangi imgelerle nelerin anımsatıldığını bulup buluşturacağım. Bunların kitabı okuma keyfini kaçıracağını düşünüyorum. Ama ipuçları verecek olursam, her biri farklı kanaldan akıyor öykülerin, her biri İstanbul’un çok iyi tanıdığımız bir yönünü getiriyor. Kadınlar içeriklerinde neleri kurcalarsa kurcalasınlar her bir köşesi, neredeyse her bir kaldırımıyla İstanbul var bütün öykülerde ve Nilüfer Açıkalın’dan, Mine Söğüt’e, Aslı Tohumcu’dan Karin Karakaşlı’ya yazarlar yeni öyküleriyle katılmışlar seçkiye. Bazı yazarların adlarını görür görmez, bunları hiç yazmamış olsalar da aklıma sedefli konsollar, kahverengi fotoğraflar, kuru lavanta çiçekleriyle doldurulmuş torbalar üşüştü. Daha ilk cümlesinde okuru yakalayıp aceleci bir yargıdan alıkoyuyor kimi öyküler. Şişman, gamsız, hep gülen komşunun şarkısı mavi. Yeni açmış çiçeğin coşkusu renkli. İstanbul, mahur şarkılardaki yağmur yalnızlığı. Gerçek bir masal. Üşüyen ahşap bir keder yayılıyor semtlerinden. Eski vapurlar, eski yazlar ve anıların SAYFA 28 S boynu bükük. Kalbi kırık bir beyazlık var. Tarlabaşı’nda geçen, yaşanmıştan çıkıyor yola, yazılmış olduğu için çarpıcı olabilen gerçekliklerden: “Eşiğe uzanan sarı kedi, yokuştan kopan Senegal karası, aç parasız bir mama eskisi, yatalak hastanın yanında merhamet, sokakta korku dolu kadınlar, kimilerinin hesap kitap saati, kimilerinin uyuma vakti, ışıklı caddeler hem uzak hem yakın, odalardan birinde genç bir zenci ölüsü” (s. 248) Öfkeli, hınçlı bir şehir İstanbul. Kimi öykülerde ön plana analiz geçince ister istemez yazarın düşünsel ve duygusal tercihleri de kendini belli ediyor. Hararet yükselmiyorsa da okurun katılımına, taraf tutmasına kimi kapılar açılıyor: “Ciltteki nem dengesi, soluk tıkayan parfüm, fışkıran yanlar, kapanmayan fermuar, büyük alışveriş merkezleri, kahve molaları, hiç çalmayan telefon, kucak dolusu giysi.” (s. 255) Hırçın, uğultulu bir şehir İstanbul. AYRINTILARDAKİ DUYARLILIK Kadınlar, ayrıntılarıyla, keskin gözlemleriyle görüntülemiş, duyarlık yoğunluğuyla, sevgiyle yazmışlar öykülerini. Kentli kadının (ya ev kadını, ya küçük memur) yüzeysel yaşamına dayalı kimileri: “Özenle saklanmış duru havlular, dantelli çamaşırlar, uyku tutmayan geceler, yetmeyen hayaller.” Acıklı bir karşıtlık yaratan: “Parlak vitrinler, işportalar, işhanları, lağım kokusu, küf kokusu, yemek kokusu.” Dünyaları öykü olanların yaşama bakışları berrak.Bir tarafta yaza yaza tüketilemeyen eski şehrin hayali, kusursuz bir kuruluş ve duygusal bir yüklemeyle öykülenmiş. Erguvan bir aydınlık, adalar. Şarkılar hatıra biriktiriyor. İstanbul vapurlardan biliniyor. Bu atmosfer aktarılamaz, ne öyküleri bir cümleyle açıklamakla, ne öykülenenleri bir cümleyle özetlemekle tanıtılabilir bu seçki.Bildirisiyle uyarıcı, biçemiyle dolambaçsız, altı çizilesi öyküler olduğu gibi. Özen gösterilmiş ama, tıpkı okunaksız bir el yazısını sökme çabasına benzer bir anlama çabası gerektiren ifadeler de var kimi öykülerde. Yazarlar ayrıntıları vurgulayan, incelikleri ortaya çıkaran, yüzeysel bakmayan, duygu telimizi tınlatan öyküler sunmuşlar. Fatih‘te küçük bir giriş katı, yalnız yaşlanmış bir anneyle süren evde kalmışlığın bungunluğu, başka bir söyleyişle yaşamın acımasızlığı daha başın Ë Nil TEZER K anuni Sultan Süleyman’ın 1529 yılında yaklaşık 20 gün boyunca sürdürdüğü Viyana Kuşatması, hâlâ üzerinde çokça tartışılan bir konudur. Kimine göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminin başlangıcı olan bu olay, Türklerin Avrupa’ya izlerini taşımaları bakımından da önem taşır. Neredeyse beş yüz yıl önce gerçekleşen bu olayın yansımaları, özellikle Viyana’da hâlâ görülebilir. Ama Türklerin bıraktığı izler arasında öyle biri vardır ki, tüm Avrupa’ya yayılmış, hatta bu coğrafyayı ele geçirmiş bile denebilir: Kahve! Bugün, petrolden sonra dünyada ihracatı en çok yapılan bu ürün, Kanuni’nin ordusunun çekilirken ardında bıraktıkları arasındaydı. Osmanlı’da yüzyıllardır bilinen bu içeceği, Avrupa 1529’dan sonra “keşfetti!” Bu tanışmanın ardından ise, kahveyle Avrupa arasında büyük bir aşk doğdu. Her ticari ürün gibi, kahve de kültürel bir malzeme olmaktan çıkıp zaman içinde zincir mağazalar oluşumundan nasibini aldı. Tüm dünyaya yayılmış ünlü kahve mağazası zincirleri, ülkemizde de yaygınlaşmaya başladı. KAHVE MERKEZLİ POLİSİYE Gerhard J. Rekel’in kaleme aldığı Kahve Kokusu, merkezinde kahvenin yer aldığı, polisiye kurguyla örülmüş başarılı bir roman. Gazeteci Agathe Weidinger ile küçük bir kahve dükkânı sahibi olan Hans Brioni, Almanya’nın iki büyük kahve mağazası zincirine düzenlenen sabotajların kim tarafından yapıldığını ve nedenini bulmak için uzun yolculuklara çıkarlar. Sabotajın düğümü yavaş yavaş çözülürken, Agathe, tam bir kahve eksperi olan Hans’tan bu mucize çekirdeğin olağanüstü tarihine ilişkin önemli bilgiler öğrenir. Akıcı kurgusuyla başarılı bir polisiye olmasının yanı sıra, “kahve” gibi ilginç bir konudan hareketle kurulmuş olan Kahve Kokusu’nun merkezinde şu sorular var: Hayatı hızlı yaşamanın, çok çalışmanın, her şeye yetişme çabasının destekleyicisi olan kahveden mahrum kalan bir topluma ne olur? Gittikçe yavaşlayan bir ülke, gerilemeye de başlar mı? Osmanlı’nın gerileme dönemini başlattığı söylenen Viyana Kuşatması, Avrupa’yı kahveyle tanıştırarak, onun hızlanma sürecini de başlatmış olabilir mi? Hans Brioni’nin bu konulardaki varsayımları çok ilginçtir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi, kahve zaferiyle birlikte başlamıştı. İslam dünyasında şarap yasaktı gerçi Kahve Kokusu ama yasaklar, insanların zihni bulandıran bu günahkâr sıvıdan gizli gizli zevk almalarına engel değildi. Ama sonra misafirperverliklerini, karşılıklı fikir alışverişlerini, yaratıcılık ritüellerini eskisiyle kıyaslanmayacak derecede teşvik eden bir içecekleri daha olmuştu. Bu siyah sıvı, sadece yüz elli yıl içinde Aden’den Şam’a, Kahire’den İstanbul’a dört bir yanda halkın en sevilen içeceği konumuna terfi etti. Osmanlılar da on altıncı yüzyılın en güçlü ve zengin imparatorluğu haline geldiler! Çöküşleri ise, 1683’te başarısızlıkla sonuçlanan Viyana Kuşatması’yla başladı –çekirdeğin Türklerin çadırlarından çıkıp Viyana’ya ulaşması ve hemen ardından tüm Avrupa’ya yayılması da bu kuşatmayla oldu. Kahve zihni hızlandırır. Avrupa’nın soğuk iklimi, bu hızlandırıcı etkiyi güçlendirdi; Batı hem ekonomik, hem askeri, hem de kültürel açıdan Doğu’yu geride bırakmaya başladı.” Gerhard J. Rekel, bu kitapta çok ilginç bir komplo teorisi kurmuş. Kahve Kokusu, polisiyeseverler kadar, Osmanlı İmparatorluğu’na ilgi duyanların da zevk alacakları, tarihi bilgilerle desteklenmiş modern bir roman. ? Kahve Kokusu/ Gerhard R. Jekel/ Çeviren: Belit Şaka/ Everest Yayınları/ 272 s. ¥ CUMHURİYET KİTAP SAYI 946
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle