06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Eric Hobsbawm’dan ‘Yeni Yüzyılın Eşiğinde’ 21.Yüzyıl üzerine düşünceler çektiğine inanmak giderek imkânsız hale geldi.” (s.114) Gelgelelim, FAO verilerine göre dünyada açlık çeken insan sayısı bugün 850 milyon civarında; yerküremizde her sekiz kişiden biri yeterli gıdayı alamıyor. Ve sanıldığı gibi bunların tamamı ya da önemli bir bölümü Afrika’da değil Asya’da –Hindistan’da, Çin’de, Bangladeş’te, Filipinler’de, Endonezya’da– yaşamakta. Yani gayet geniş bir coğrafyaya yayılıyor. Üzücü olan, açlık sorununun nükleer silahlar ya da çevre kirliliği gibi insanlığın önünde çözüm bekleyen sorunlardan biri olarak görülmemesi. Anladığım kadarıyla “açlık ordusu” artık Marksist düşünürler tarafından bile ihmal edilebilir bir kitle olarak görülüyor. lerse ya hapsedildi ya da fiziksel olarak ortadan kaldırıldı. Bu, hiçbir şekilde etnik temizliğin ahlaki açıdan korkunç bir edim olduğu gerçeğini hafifletmez; fakat etnik temizlik ile soykırım arasında analitik bir ayrım koymamız gerektiğine inanıyorum.” (s. 29) KÜRESELLEŞME VE ULUSDEVLET Hobsbawm tarihi, dünyada neler olup bittiğini onsuz anlayamayacağımız bir araç; kendi ilgisini çeken tarih anlayışını da “analitik tarih” olarak tanımlıyor. Yani, “olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan”, “toplum içerisinde çeşitli öğelerin nasıl bir araya gelip tarihsel bir dinamik yarattığını ya da böyle bir dinamiği oluşturmada niçin başarısız kaldığını bizlere anlatabilen” bir tarih anlayışı. Küreselleşme olgusunu çözümlerken de bu yöntemi kullanıyor. Hobsbawm’a göre küresel ekonomi yeni bir şey değil. 1914’ten önce de sermayenin ve malların küresel ölçekte hareketliliği söz konusuydu; fazladan, kitlesel göç sayesinde işgücü de nisbeten serbest hareket ediyordu. Fakat bugün, ulaşım ve iletişimde yaşanan devrim niteliğindeki teknolojik ilerlemeler sayesinde devlet sınırlarını ve kıtaları aşan bir üretim faaliyetinde bulunmak mümkün hale gelmiş durumda. Halihazırdaki evreyle ilgili ilginç bir özellik, bütün büyük kapitalist ülkeler tarafından göçün denetim altına alınması. Yani sermaye, hammadde ve tamamlanmış ürünler serbestçe dolaşırken işgücü ulusdevletin sınırlarına hapsedildi. Devletin varlığı, istikrarsız bir dünyada göreceli bir istikrarı koruyabilir mi? Hobsbawm, temel birimlerin devletlerden değil uluslararası şirketlerden oluştuğu bir gezegende yaşama fikrini eni konu olarak kaygı verici buluyor. Zira küresel gelişmenin dinamikleri, önde gelen küresel oyuncuların istikrarını bile garanti edemiyor artık. General Motors gibi bir dev bile kırk ya da elli yıl içerisinde ortadan kaybolabilir veya öteki şirketlerce soğurulabilir. Telekom İtalya’nın, kendisinden daha küçük bir firma olan Olivetti tarafından ele geçirilişi kararsızlığı besleyen bir gelişme örneğin. Söyleşinin son sorularından biri, Ekim 1999’da doğan altı milyarıncı insanın ne derece haysiyetli, üretken ve mutlu bir yaşam sürebileceğiyle ilgili. “Dünyadaki fırsat eşitsizliği insanlığın geleceğini belirleyen can alıcı faktörlerden biri”, diyor Hobsbawm. Bu çocuk, “bölgesel eşitsizlikler, aynı ülke içerisindeki coğrafi ve toplumsal eşitsizlikler”le boğuşuyor olacak. Bir kız çocuğuysa ve İtalya’da dünyaya geldiyse seksen yaşına dek yaşamayı umabilir örneğin. Fakat Uganda’da doğmuş olması yaşam beklentisini otuz yıla indiriyor. Bakalım yeni yüzyılda coğrafya kader olmaktan çıkabilecek mi? ? [email protected] Yeni Yüzyılın Eşiğinde/ Eric Hobsbawm/ Çev. İbrahim Yıldız / Yordam Kitap, 2007/ 186 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 946 Hobsbawm tarihi, dünyada neler olup bittiğini onsuz anlayamayacağımız bir araç; kendi ilgisini çeken tarih anlayışını da “analitik tarih” olarak tanımlıyor. Yani, “olan biteni anlatmaktan ziyade çözümlemeye kalkışan”, “toplum içerisinde çeşitli öğelerin nasıl bir araya gelip tarihsel bir dinamik yarattığını ya da böyle bir dinamiği oluşturmada niçin başarısız kaldığını bizlere anlatabilen” bir tarih anlayışı. Küreselleşme olgusunu çözümlerken de bu yöntemi kullanıyor. Ë Yeşim DİNÇER Y eni Yüzyılın Eşiğinde, 1917 doğumlu İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm ile 1999 yılında yapılan bir dizi kapsamlı söyleşiden oluşuyor. “Aşırılıklar Çağı”nda geride bıraktığımız 20. yüzyılı yorumlayan Hobsbawm, bu kitapta tarihçi kimliğiyle ileriyi görmeyi deniyor. Söyleşiyi La Repubblica adına gerçekleştiren İtalyan gazeteci Antonio Polito’nun dediği gibi, “geleceği öngörmek zorunlu olarak geçmişin bilgisine dayanmak durumunda” ve elbette hepimiz 21. yüzyılda bizi nasıl bir dünyanın beklediğini merak ediyoruz. Gündem fazlasıyla yüklü sahiden de. Önemli sorular/endişeler art arda diziliyor: Büyük devletler arasında yeni bir savaşın çıkması mümkün mü? Ulusdevlet sanki zaman hiç ilerlememiş gibi, daha fazla etnik ve dinsel gerekçelerle tahkim edilerek neden hâlâ karşımızda? Devleti bir kurum olarak nasıl bir gelecek bekliyor? ABD dışında başka bir süper güç ortaya çıkabilir mi? Dünya nüfusunun 2050 yılında on ya da on iki milyara çıkacağı tahmin edildiğine göre fiziki çevre bu basınca dayanabilecek mi? Benim edindiğim izlenim İngiliz tarihçinin çok iyimser olmadığı yönünde. Zaten kendisi de söyleşinin sonunda açıkça söylüyor bunu. Sözgelimi, doğayı çekip çevirebileceğimizi, hatta insan eliyle yaratılan tahribatı telafi edebileceğimizi düşünüyor. Fakat şu can alıcı soruya bir cevap bulmak kaydıyla: “Bunu kim yapacak? Bunu planlayan ve gerçekleştiren otorite kim olacak?” Hobsbawm’a göre bu, 21. yüzyılın en büyük sorularından biri; çünkü büyük çevresel felaketler bugün küresel ölçekte cereyan ediyor: “Eğer kararı piyasa versin dersek çok önemli sonuçlar elde edilemeyeceği kesin. Akdeniz bölgesi bu konuda net bir örnektir. Bir deniz havzasının nasıl tahrip edileceği ve nasıl korunacağına ilişkin iki uç vaka var. İspanya’da millerce uzanan bir sahil şeridi kontrolsüz bir ekonomik gelişme sonucu tamamen yok oldu; oysa Dalmaçya’da, Tito rejimi sırasında dikkatle planlanan bir turizm endüstrisi, felakete yol açmadan, bölgenin olağanüstü güzelliğini bozmadan, büyük yatırımları kendisine çekme becerisini gösterdi.” (s.171172) Kendi şiarını, “piyasaya evet, fakat serbest piyasa toplumuna hayır”, şeklinde özetleyen Hobsbawm, sol etiketli herhangi bir politikanın da aynı ilkeyi benimsiyor olması gerektiği görüşünde. Piyasanın çözemeyeceği sorunlardan biri de bölgeler ve ülkeler arasındaki ekonomik eşitsizlik. Bugün toplam nüfusun % 14’ünü barındıran sekiz ülke (G8) küresel gelirin % 65’ine el koyuyor ve bu küresel uçurum giderek açılmakta. Bu dağılım zengin ülkelerde yaşayan herkesin mutlu olduğu anlamına gelmiyor elbette. Çünkü bir yandan da bireysel gelirler arasındaki eşitsizlik ulusal sınırlar dahilinde büyüyor. Hobsbawm buna rağmen bir önceki yüzyıla göre genel refahın arttığı, yaşam koşullarının iyileştiği iddiasında. Yüzyılın sonunda solun yaşadığı krizi yorumlarken şöyle bir saptamada bulunuyor: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra elbette ki maddi koşullar ve refah sistemleri büyük ilerleme kaydetti. 1890’da Enternasyonal marşının dizelerinin hâlâ gerçek bir anlamı vardı, fakat 1960’tan sonra ‘ayaklanmak’ durumunda olan ‘açlık ordusu’nun gerçekten de açlık SAVAŞLAR VE SOYKIRIM Savaşın hem siyasal hem de teknolojik bakımdan nasıl bir değişim geçirdiğiyle yakından ilgilenen Hobsbawm bir dizi önemli tahminde bulunuyor. Bunlardan ilki, ABD’ye askeri bakımdan rakip olabilecek bir süper güç ortaya çıkmadığı sürece yeni bir dünya savaşının olmayacağı yönünde. Ne var ki devletler arasında konvansiyonel savaşların çıkma olasılığı her zaman var ve bu tür bir savaşta nükleer silahlar da kullanılabilir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle istikrar kaybı yaşandığını Hobsbawm da kabul ediyor. Fakat onun asıl dikkatimizi çektiği şey, ortaçağdan beri görülmeyen “savaş lordu” figürünün dirilmesi. Özel teşebbüs, taraflara silah temin etmekle yetinmiyor; Körfez Savaşı’nda olduğu gibi profesyonel orduya lojistik destek de sağlıyor. Afrika’da parayla tutulmuş silahlı grupların, savaşan fraksiyonlar veya hükümetlerce kullanıldığını görüyoruz. İyi silahlanmış birkaç yüz kişilik bir milis gücünün, devletlerin ya da hükümetlerin kontrol edemediği bölgeleri yağmalaması ve “düşmanlardan” temizlemeye kalkması bu koşullar altında olmayacak şey değil. Sivil halk açısından büyük bir tehlike yaratan bu durum, Hobsbawm belirtmiyor ama büyük güçlerin manipülasyonuna da fazlasıyla açık duruyor. Yahudi kökenli olan ve kendisi de Almanya’da antiSemitizme maruz kalan Hobsbawm, bir soru üzerine “soykırım” ve “etnik temizlik” arasındaki farkı şu şekilde koyuyor ortaya: “Soykırım, bir etnik grubu bütünüyle yok etmeye yönelik bir plandır. Etnik temizliğin mantıksal ve aşırıya varan uzantısıdır bir bakıma. Örneğin, şimdilerde ortaya çıkan bilgiler göstermektedir ki, Srebrenitsa’da yaşanan etnik temizlik soykırıma yakın düşen bir uygulamadır. Yine de, insanları kendi topraklarından sürüp onlara “başka bir yere gitmelerini” bildirmekle, onları tümden yok etme uygulaması arasında temel bir fark vardır. Naziler Yahudi erkekleri, kadınları ve çocukları öldürdüler. Etnik temizlikteyse kadınlar, yaşlı erkekler ve çocuklar sürüldü; savaşacak yaşta olan erkek SAYFA 10
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle