07 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

¥ gelmiyor bana. Roman kahramanlarından Gülüm’ün dediği gibi, biz tarih diye erkeklerin yazdığı anlı şanlı masalları okurken asıl tarihi gizli gizli kadınların yazdığını söylemek de pek yanlış olmaz. Her ne kadar modern insanın şeceresi erkek üzerinden tutulsa da o şecereleri yaratanlar kadınlardır ve onların şahitliği olmaksızın işin aslını bilmek de mümkün görünmüyor. Öte yandan toplumların şeceresini de kadınlar belirliyor. 1908’de Babıâli’nin önünde toplanıp çarşaflarını üzerlerinden sıyırıyorlar ve meydanın ortasında ateşe veriyorlar!.. Tam yüz yıl önce bu coğrafyanın kadını “Artık kapanmak istemiyoruz!” diye isyan ediyor. Bundan daha güçlü bir trajedi var mı?.. Alın size bir roman konusu daha!.. 1908’de başlayın 2008’de bitirin. Bitmez, bu tarihten daha çok roman çıkar. Yalan, romanın ortak teması! “Bize yalan söylemişler!.. Ne çok… Ne çok yalan varmış meğer!..” derken aslında topyekun bir isyan dile geliyor; bağırıyor, ne dersiniz? Bu isyanın da vicdanla ilgili bir çıkış noktası var aslında. Yüz yıllık, yalanlarla örtülü bir tarihin içinde vicdanı arayan bir roman bu ya da bu tarihin içinde vicdanımızı nerede yitirdiğimizi sorgulayan bir roman. Aslında bu soruya cevap vermek için roman zamanının da gerisine gitmek, en başa dönmek gerek galiba. İnsanın ilkel insandan başlayarak bugüne dek süren evrimine bakmak gerek. Bu gelişim, daha çok akıl üzerinden yol buldu kendine. İnsan, binlerce yıllık tarihi içinde en çok aklını kullanıp onu geliştirdi ve bugünün rasyonel insanı olmayı başardı. Bu arada kullanmadığı uzuvları da köreldi haliyle. İki ayağının üzerinde doğrulduktan ve alet/silah kullanmaya başladıktan sonra kolları kısaldı mesela, korunmak için giyinmeyi akıl edince tüyleri dökülmeye başladı. Vicdana da böyle bir yerden bakmak gerekir aslında. Elbette tüylerinin dökülmesinden ve kollarının kısalmasından çok daha sonralarına denk gelir, ama vicdan da insanın zaman içinde giderek daha az kullandığı bir yanıdır ve kullanılmaya kullanılmaya körelmiş, kısalmış, küçülmüştür. Hatırlarsınız, bir zamanlar “vicdan muhasebesi” diye bir söz vardı. Şimdilerde olsa olsa espri babında kullandığımız, unutulmaya yüz tutmuş bir sözdür bu. Niye?.. Çünkü rasyonel insan, muhasebesini akılla yapar ve akıl muhasebesi de vicdan muhasebesine uymaz. Uysaydı bugün sadece bu coğrafyada değil, bütün dünyada içimiz sızlayarak tanık olduğumuz birçok şey yaşanmazdı. Oysa akılla baktığınızda hepsinin, vicdanla açıklanamasa da politikanın, ekonominin, hatta hukukun kurallarıyla pekâlâ anlaşılabilecek rasyonel bir nedeni vardır. Kısaca, vicdan, bugünün rasyonel insanına uymayan demode bir şapkadır, o yüzden de çoktan sandığa kaldırılmıştır. Geçmiş güzel günleri anmak ihtiyacı duyduğumuzda ara sıra sandığı açar, şapkayı başımıza takar, kendimize bakarız, o kadar. Sonra çarçabuk yerine kaldırır, sandığın kapısını kapatırız. Modern insan dediğimiz varlığın hayatını sürdürmek için artık vicdana ihtiyacı yoktur. Tarihin yalanlarla işgal edilişi de vicdanın yavaş yavaş geri çekildiği döneme rastlar. Ve bir önceki soruyla bağlamak isterim; neden kadınların hâkim olduğu bir romanda yalan temasına yer verdiniz? Roman, kahraman mertebesine erişememiş, sıradan kadınların durduğu yerden bakıyor tarihe. Arka plandaki siyasal tarihi böyle bir noktadan ele alıCUMHURİYET KİTAP SAYI 946 yor. O kadınların hayatına değdiği kadarıyla… Abdülhamit’e yapılan suikast girişiminden Mahmut Şevket Paşa cinayetine ve bugün yaşanan Güneydoğu’daki savaşa kadar… Bir yandan da insan zihninin gerçeği kavramaya ne kadar muktedir olduğunu sorguluyor. İçinde bulunduğumuz dünyanın haline bakarken çok daha anlamlı geliyor bu sorgulama bana. Masallarla yalanları, yalanlarla gerçekleri habire birbirine karıştırıp duruyoruz, ama yine de vazgeçmeyip kendi bildiğimizce bir tarih yazıyoruz. Şapkasız Yalanlar, bunca yalanın arasında durup bir soluklanma: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Sadece kişisel tarihlerimizde değil, sosyal ve siyasal tarihte de birçok şey bize anlatıldığı, söylendiği, yazıldığı gibi olmayabilir. İşin aslını öğrenmek için de çoğu kez aynı hikâyeleri bir kez de kadınların ağzından dinlemek gerekir. Bir başka şekilde söylersek, kadınlarıyla barışık olmayan bir toplumun yalanlarıyla yüzleşmeye de gücü yok demektir. Ne yazık ki bu toplum henüz kadınlarıyla barışmayı beceremedi; yakın zamanda bunu başaracak gibi de görünmüyor. KAYIP MASAL TOPLAYICISI Unutmadan, bir de romanın has kahramanı var; Haydarpaşa Garı! Roman içindeki kahramanların gelecekte gerçekleşecek olan yaşamlarının pek çoğu Haydarpaşa’da şekillenir! Sizin için de bir anlam ve önem mi teşkil ediyordur bu? Evet, Haydarpaşa Garı bu romanın ana kahramanlarından biri. Beş kuşak kadınların üzerinden anlatılan bu tarihte her döneme ait kadın kahramanın öyküsü trajik bir biçimde Haydarpaşa Garı’nda düğümleniyor. Gar, bir anlamda İstanbul’un kayıp masal toplayıcısı. Esasen yerin yedi kat dibine kadar binlerce yıllık tarihin yükünü taşıyan İstanbul, bir kayıp masallar şehri. Kazdıkça altından başka şehirler, başka hayatlar, başka masallar çıkıyor. Bana gelince, çoğu İstanbullu gibi benim kişisel tarihimde de Haydarpaşa Garı’nın dokunaklı bir yeri vardır. ODTÜ’de öğrencilik yaptığım yıllarda trenle gidip gelirdim İstanbul’a. O yıllarda Gar’la ilgili duygularım hayli karışıktı. Hem ayrılık demekti, hem buluşma, hem hasrete uğurlardı bizi, hem vuslata… 2004’te Yağmurun Yedi Yüzü’nü bitirip de aklımda yeni bir romanı dolaştırmaya başladığımda daha kendisi ortaya çıkmadan hikâyenin mekânına karar vermiştim, Haydarpaşa’yı mesken tutmuş bir roman olacaktı bu. Birkaç ay sonraydı, hep birlikte gazetelerde Haydarpaşa’yla ilgili Manhattan hayalleri kurulduğunu öğrendik. Manhattan ve Haydarpaşa!.. Absürt bir hayal bu. Bence dünyanın doğusu İstanbul’dan başlar ve Haydarpaşa Garı da o doğunun cümle kapısıdır. Bu, dünyanın bütün mekânlarını birbirine benzetmek telaşı, 1950’lerden beri yakamızdan düşmeyen “küçük Amerika” olmak hayallerinin sahiplerinden başka kimin işine yarar ki? Bugün yazık ki Gar’ın akıbetini bilmiyoruz, ama 1908’de inşa edildiğinden beri her kuşak İstanbullunun hayatına karışmış bu mekân, bir roman kahramanı olmayı çoktan hak etmişti bence. Az öce sözünü ettik; romanın uğradığı, dokunduğu pek çok yer ve olay var! Bakıyoruz örneğin; İttihat ve Terakki, bakıyoruz Kanlı Pazar, bakıyoruz 67 Eylül olayları… Bu bilinçli seçiminizin roman nezdinde nedenlerini konuşalım isterim… Evet, romanın ön yüzünde beş ku şak bir aile hikâyesi anlatılıyor, ama her kuşağın hikâyesi de bir şekilde yüzyıllık toplumsal tarihin kimi olaylarına değmeden geçemiyor. Çünkü oradaydılar. İttihat Terakki yüz yıllık tarihin içindeki dört darbeden ilkini yaptığı zaman, Kanlı Pazar’ın kanı Taksim Meydanı’nın dört yanına dağıldığı zaman, 67 Eylül utancı bu ülkenin tarihine yazıldığı zaman bu romanın kahramanları oradaydılar ve o tarihi kuşaktan kuşağa aktararak bugüne kadar taşıdılar. Tarihten kaçılmıyor. Biz o yüzden bugün döne dolana o tarihi konuşuyoruz. Edebiyatın gücü de buradan geliyor zaten. Edebiyat darbelerin analizini yapmaz, 67 Eylül olaylarında kim haklıydı, kim haksız; bunu da tartışmaz. 1915’te yaşananlar tehcir miydi, soykırım mı?.. Ne önemi var?.. Edebiyatın işi bu soruların cevabını vermek değildir. Edebiyat insan tekiyle ilgilenir. 1915’te yollara düşmüş kafilenin içindeki tek bir kadınla ilgilenir, onun acısını, onun trajedisini yüklenir ve anlatır. 1913’te gece yarısı apar topar evinden alınıp Sinop’a sürgüne gönderilen gencecik bir adamın hikâyesini anlatır. Vakaların adını koymak işini de tarihi yazanlara değil, okurun vicdanına bırakır. Romanı okuyanlar da fark edeceklerdir, sinematografik öğeler fazlaca yer alıyor romanda. Senarist kimliğiniz de var; böyle bir kayma söz konusu olmuş olabilir mi? Dediğim gibi, ben senaryo ve öykü yazmaya yirmi küsur yıl önce hemen hemen aynı anda başladım. Edebiyatta bir şeyler yazmadığım dönemde de senaryo hep bir şekilde uğraştığım bir alan oldu. Senaryo dediğiniz şey, gördüğünüz resmi anlatmaktan ibaret, zihne resimlerle düşünme alışkanlığı kazandırıyor. Bir süre sonra bu iş öyle bir hal alıyor ki tek bir sahne için bir film yapabiliyorsunuz. Dünya sinema tarihi bunun örnekleriyle doludur. Yönetmenin aklını çelen, içine işleyen bir görüntü vardır, bir sahne… O bir tek sahnenin hatırına oturur koca bir film çeker. Benim için roman da böyle aslında, resimlerle düşünüyorum daha çok. Yüz yıllık tarihi ezber bozan bir yaklaşımla ele alan bir roman yazmaya karar verdiğimde, henüz romanın önüarkası netleşmemişken aklımda bir sahne vardı: Üzerinde beyaz geceliğiyle, gözleri sımsıkı bağlı, koyu mavi gecenin içinde, kuyunun etrafında dönüp duran Gülnihâl… O dönerken dolabın çıkardığı ses… Çıkır çıkır çıkır çıkır…. O kızı gördüm, gecenin içinde o sesleri duydum, o sahne içime işledi gerçekten. Gülnihâl’in hikâyesi böyle çıktı ortaya. Sonra yavaş yavaş gerisi geldi. Bütün kurgusal formlarda dramatik yapının matematiği üç aşağı beş yukarı aynıdır aslında. Gerisi, yazarın zihninin neye meylettiğiyle, nasıl çalıştığıyla ilgilidir. Sanatın birçok dalı bir diğerini etkiliyor. Resimlerle düşünsem de benim için edebiyat apayrı bir alandır; en başta söylediğim gibi güzel yazı yazma sanatıdır. Edebiyattan yola çıktığınız zaman sözün arkasına düşmek gerektiğine inananlardanım. Sözün anlamıyla sesinin harmanlandığı bir yerdir edebiyat; neyi, nasıl anlatırsa anlatsın gücünü buradan almalıdır bence. Kısaca, sinemayla edebiyat etkileşiminde bir sakınca görmüyorum, ama herkesin yerini bilmesi koşuluyla!.. ? [email protected] Şapkasız Yalanlar/ Süheyla Acar/ Agora Kitaplığı/ 302 s. SAYFA 23
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle