Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Abdullah Ataşçı’nın ‘Vicdan Saatleri’ üzerine... Ruhumdan insan manzaraları ya da... İlk kitabı Sığ Suyun Balıkları’nda öykülerini okuyucuyla buluşturan Abdullah Ataşçı, iki yıl aradan sonra yeni kitabı Vicdan Saatleri’yle yeniden okuyucusunu selamlıyor. Ë Beşir SEVİM bdullah Ataşçı, İğde Yalnızlığı, Tünel ve Bellek alt başlıklarıyla on sekiz öyküyü bir araya getiriyor Vicdan Saatleri‘nde. Bu üç başlık içinde özellikle ilk bölümü oluşturan İğde Yalnızlığı kurgusuyla öne çıkıyor. Kitaptaki diğer öykülere oranla daha kısa metinlerden oluşan bu bölümde dokuz öykü yer alıyor. Burada özellikle üzerinde durulması gereken nokta yazarın okuyucuya alternatif bir “okuma” fırsatı tanıması… Bir zenginlik olarak da tanımlanabilecek bu durumda okuyucu her öyküyü bağımsız birer metin olarak da okuma imkânına sahip. Aynı zamanda öykülerdeki paralel hayatları birbirine ekleyerek ya da yan yana dizerek uzun tek bir öykünün de tadına varabiliyor. İğde Yalnızlığı, okuyucunun ruhuna, sekiz kısa öykü olarak temas edebildiği gibi okuyucunun da kendini onda yitirdiği uzun bir tek öyküye dönüşebiliyor. Ataşçı, bu bölümde de kitabın genelinde olduğu gibi tahkiyeyi yaparken diline belirgin bir üslup özelliği olarak yerleşen şiirsel tınıdan da vazgeçmiyor. Bunun sonucu olarak da pek çok satır insana ‘dize’ tadı veriyor: “kehribar taşlarından fırlamış bir bakış”, “süngüsü düşmüş bir yol aktı rüzgârın içinden” gibi… A BURUK DELİKANLILAR Yanlış hatırlamıyorsam ilk kez 1999’da okuduğum ve o günden sonra defalarca döndüğüm, öğrencilerime okuttuğum Hakan Şenocak’ın Naj adlı öyküsünden bu yana, aşkı farklı bir bakış açısıyla anlatması, okuyucusunun kalbine dokunması ve onun ruhuna dil olması itibariyle en sevdiğim öykülerden biri oldu İğde Yalnızlığı. Yazarın düş evreninden sıyrılıp gelen Firar, Necmettin, Asker ve Fırat farklı yönleriyle okuyucuya kendilerini kabul ettirip gerçek birer ruha dönüşüyorlar. Abdullah Ataşçı Hayat, Ataşçı’nın SAYFA 24 kaleminden hüzne boğulmuş, aşka bulanmış, ağrıları ruhlarından büyük buruk delikanlıların hikâyesiyle başlıyor. Anlatıcı, yüzleri belleğine düşmüş kahramanların masalını dillendiriyor okuyucuya. Bu kırık kalplerin tanıklığını yapan anlatıcımız suskun bir yaz akşamında dinlediği o eski türküyle geçmişine gider. Geçmişte, orada, dokuz yaşında bir çocuk olarak olayları anlatmaya başlar. Öykünün merkezinde ismi anlatıcı/çocuk tarafından Hayat Bilgisi defterine yazılmış ve aşkın ortak paydası konumundaki ESMER vardır. Esmer maşuk’tur, ateş’tir; aşkın ve güzelliğin vücut bulmuş nesnesidir âşıklarının gözünde. Asker, Firar, Fırat, Necmettin ve diğerleri de gözlerini kırpmadan ömürlerini ateşe sunabilecek kadar gözü kara birer âşık ve pervane’dirler. En çok hangisinin sevdiğine karar vermek okuyucuya bırakılmış. “Duru bir bakış, bir insanı sevmemize yeter mi? Yeter mi dersin ey ömrüm?” Yazarı bu söyleme iten sebep ‘bir tek bakış’tır çünkü. Her şeye ve öyküdeki herkese sebeptir ‘o bakış’. Yazar bakışların kaynağı olan ‘göz’den ilham alarak aşk’ın ve güzelliğin göreceliğini karakterlerinden hareketle okurla tartışır. Bu göreceli durumda Asker’e göre kızın gözleri karadır, kendi sevdası gibi. Aynı gözler Necmettin’e iri ve yeşil; Firar’a da masmavi görünür. Bu durum aklıma özellikle Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unu düşürdü. Malum hikâye meşhurdur, herkesçe bilinir. Bu ünlü mesnevide İğde Yalnızlığı’ndaki göreceli durumla örtüşen bir anekdot vardır. Aşkı uğruna dillere ve çöllere düşen Mecnun’u bu hale getiren güzel(lik) merak edilir. Leyla’yı tanımayanlar onu gördüklerinde Mecnun’u ayıplarlar, onunla alay ederler. Çünkü Leyla gerçekten çok çirkindir. Zaten ‘gece ve karanlık’ anlamlarına gelen Leyla eski Araplarda, kara kuru kız çocuklarına verilen bir isimdir. Mecnun, onu ayıplayanlara Leyla’ya kendi gözünden bakmadıkları ve onu kendi gözlerinin gördüğü güzellikte görmedikleri için kızmaz. Çünkü Leyla’yı güzel gören kendi gözleridir; ona böyle gösteren de kalbidir. Bu acımasız gerçeğin fakında olan Mecnun biliyor ki her şeye sebep aşk’tır. Sonuç olarak öykümüze dönüp baktığımızda Asker, Firar, Fırat ve Necmettin, Mecnun’un birer ruh ikizidir. Onlar da Mecnun gibi aynı gaflet uykusundalar ve uyanacak gibi de değillerdir. Bütün âşıkların göremediği gerçeği çocuk/anlatıcımız öykünün başlarında dillendiriyor:“Karaya çalan yüzüyle bence çirkindi.” Ataşçı, ilk bölümün son öyküsü olan Sokak’ta kendi penceresinden sokağa bakıyor. Daha önce “Bir aynayım burada. Kim bana baktıysa, ben de ona baktım.” diyen yazar, aynasından yansıyanları bu kez okuyucusunun göz menziline taşıyor. Taburelere çökmüş yaşlı gölgeleri, tek katlı evleri, onların solgun kederini, sokağa bulaşmış tüm insanları ve daha fazlasını çarpıcı, kalıcı bir dille anlatıyor. TÜNEL Kitabın ikinci bölümünü oluşturan Tünel’de başta ‘zaman’ kavramı olmak üzere ‘ölüm, tren (istasyon), ses ve baba’ imgelerinin öne çıktığı altı öykü yer alıyor. Özellikle ‘tren’ daima alıp götürendir, hep ayrılıklara sebeptir. Hiç getiren olmamış, kavuşmalara vesile değildir. Bu bölümde yer alan ilk öykü Güneş Tekerleği… Kâbusların kucağında düş ve gerçeğin birbirine karıştığı bu öyküde anlatıcımız yine bir çocuktur. Demiryolunun kaybolduğu kara deliğe, askerlerin doldurduğu bir istasyona ve baba’yı götürürken elleriyle yüzünü kapatan trene dair etkileyici bir öykü… Tüm bunlarla beraber çocuğun uykularını bölen, yüzleştiği korkularının ekseninde dönüyor her şey. Öykünün diğer kahramanları giden bir baba imgesi ile birlikte kırılganlığı ve hüznüyle bir masala katılamayacak kadar gerçek olan annedir. Güneş gibi sıcak bir öykü… Ses öyküsünde kahramanımız yarı deli ve yaşlı bir kadındır. Hiç konuşmayan yaşlı kadın yıllardır herkesin bildiği fakat görmezden geldiği bir tanıklığın öfkesini biriktiriyor. Yalnız ve suskun bir hayat süren kahramanımız aklının ona oynadığı bir oyundan işittiği gizemli sesin izini sürer. Şubat, ikinci bölümün üçüncü öyküsü… Anlatıcımız babasını şubat ayının soğuk bir gününde kaybetmiştir. Elbette ki bu olağan bir durumdur. Ancak ölüm döşeğinde yatan babanın son anlarında yanında olamamak, onun son sözlerini duyamamak ve o an neler hissettiğini bilememek anlatıcımız için en büyük cezadır. Bu öykü, ‘bilememe’ durumunun yarattığı suçluluk duygusundan arınmanın (katharsis) hikâyesi olarak okunabilir. Kitapta yer alan öyküler içinde farklı bir kurguyla okuyucuya sunulan öykülerden biri de Toz adlı öyküdür. Bu metin kendi içinde “sis, töz, tuz, cam ve kül” olmak üzere beş parçadan oluşuyor. Özellikle ‘kül’ alt başlığıyla verilen son bölümde mecazi anlamıyla kendi başını yakmakla kalmayıp alacağını vermeyen patronunu ve patronunun masum yeğenini de yakarak ‘kül’ olmalarına sebebiyet veren ana karakterimiz bu olaylarla birlikte ölüm’ün saçma’lığını sorguluyor. Ağır Zaman’da yıllardır çocuklarını aramayan yaşlı Hikmet’in, ağrılı yalnızlığından kurtulmanın ümidiyle, ömrünün son demlerinde kurduğu evlilik hayallerinin bir aldanışa dönüşmesi anlatılıyor. Öykünün ilk kısımlarında Hikmet’in, artık yaşamayan eski eşleri Hatice ve Gülseren’in hayalleriyle geçmişini sorgulaması ve ruhunu hafifletmeye çalışmasının öykünün en etkileyici noktalarından olduğunu söyleyebiliriz. Tünel başlıklı bölümün son öyküsü Paslı Zamanın Resmi’nde Abdullah Ataşçı, boşaltıldığı için ailesiyle birlikte köyünü terk etmek zorunda kalan Fatma ve ekmek fırınında Tırnakçı olarak çalışan Hasan’ın buruk öyküsünü anlatıyor. Kahramanlardan biri kendisine duyulan aşkı göremeyecek kadar kör; diğeri de, aşkı uğruna gözlerini kör edebilecek kadar dünyadan ümidini kesmiş ‘tutunamayan’ bir adamdır. Ataşçı, bu öyküsünü de acı gerçeklerin sebebiyet verdiği bir hüzünle bitiriyor. BELLEK Kitabın üçüncü ve son bölümünü oluşturan Bellek’te üç öykü yer alıyor. Bunların ilki Vicdan Saatleri… Yazarın okuyucuyu ruhundan yakalayıp yaka paça hayatın yüzüne çarpan şiirsel dili ve öykülerin içeriği burada biraz daha somut gerçeklere yerini bırakırken vicdan(sızlık) kavramı öne çıkıyor. Resmi bir kurumda göreve başlayan idealist gencin karşılaştığı, direndiği ve çözüm bulmaya çalıştığı durumlar karşısında vicdanının yitirilişinin öyküsü… Koku’da zengin hayatların dibinde, en altta yaşamaya mahkum bir Kapıcı’nın, öykünün ‘iyi görünümlü kötüsü’ Yılmaz Bey’in hain planına alet olması anlatılıyor. Toplumun dibindekilerden biri olan Kapıcı, kendisi gibi yaşayan binlerce hatta milyonlarca insan gibi ‘kaybetmeye’ yazgılıdır. Ataşçı, kitabın ve üçüncü bölümün son öyküsü Unutkanlığım’da “Bildiklerim, bilmediklerimden korktu” diyerek hatırla(yama)dıklarının arasından bir ayrılık hikâyesiyle kitabının sayfalarını kapatıyor. Yüzleri belleğine düşmüş kahramanları var Ataşçı’nın. Anlatılanlar her yönüyle insani olduğundan kalbinize çıplak elle dokunmuş gibi irkiliyorsunuz. Abdullah Ataşçı’nın ruhundan insan manzaralarına tanıklık ederken yeniden insan olduğunuzu hatırlayacaksınız. ? Vicdan Saatleri/ Abdullah Ataşçı/ Doğan Kitap/ 164 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 946