06 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Süheyla Acar’la ‘Şapkasız Yalanlar’... ‘Yalanlarla örtülü tarihte vicdanı arıyorum’ ‘Dostluk Hüznü Paylaşmaktır’ı adını taşıyan öykü kitabını 1989 yılında yayımlamıştı Süheyla Acar. 2004 yılında yayımladığı ilk romanı ‘Yağmurun Yedi Yüzü’ ile romana dönmüştü. Acar bu kez yeni bir romanla okur karşısında. Aşağıdaki söyleşisinin bir yerinde: “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Sadece kişisel tarihlerimizde değil, sosyal ve siyasal tarihte de birçok şey bize anlatıldığı, söylendiği, yazıldığı gibi olmayabilir. İşin aslını öğrenmek için de çoğu kez aynı hikâyeleri bir kez de kadınların ağzından dinlemek gerekir” diyor Acar. İşte bu nedenle olacak ki, yeni romanı ‘Şapkasız Yalanlar’da kadınların öyküsünü aktarıyor bizlere. Onların hikâyelerinden yola çıkarak toplumsal tarihe varıyor. Tarihin aslında ne kadar da farklı şekillerde dillendirildiğini anlatıyor... ‘Şapkasız Yalanlar’ı konuştuk Acar’la. Ë Erdem ÖZTOP* evgili Süheyla Acar, yeni bir romanla okurla buluşuyorsunuz. Öykü ve roman çizgilerinde ilerleyen bir yazar olarak yeni durak gene roman! Neden? Öykü kitabınız bundan tam on dokuz yıl önce yayımlanmış ve araya roman girmiş!.. Doğru, Dostluk Hüznü Paylaşmaktır 1989’da basıldı, arkası uzun bir aradan sonra romanla geldi ve şimdi yine roman… Sanırım edebiyatın iki özelliği, diğerlerinin arasından sıyrılıp öne çıkıyor benim için, diğerlerinden daha çekici geliyor: Hikâye anlatıcılığı ve güzel yazı yazma sanatı. Büyük hacimli hikâyeler anlatmayı, uzun uzun anlatmayı seviyorum; çenesi düşük bir yazarım galiba. O hikâyeleri yalnızca kurgunun üzerine yüklemektense güzel yazının hüneriyle desteklemek daha çok içime SAYFA 18 S siniyor. O zaman da yazı, kendi formunu buluyor, “roman” diyor. Gerçi benim her iki romanımda da öyküden yola çıkan bir yaklaşım vardır. Yağmurun Yedi Yüzü, romanın ana karakterini yedi ayrı kişinin kendi öyküleri üzerinden anlatır ve romanın kurgusu bu yedi kişinin öykülerini tek tek okumaya elverecek biçimde tasarlanmıştır. Şapkasız Yalanlar’da da esasen beş ayrı kuşağın birbirinin içine geçmiş öyküleri vardır. Benim romana yaklaşımım öyküden yola çıkar; romanın orasına burasına yerleşmiş, saklanmış da diyebilirsiniz buna, kendi içinde bağımsız öyküler vardır. Her iki romanda da aleni öyküyle bir flörtleşmeden söz edilebilir kısaca. Peki neler yaptınız bu ara dönemde? Ben 80’li yılların ikinci yarısında yazmaya başladım, 12 Eylül darbesinin sonrasında… Darbe olduğunda yirmili yaşlarımın başındaydım. O süreç, herkes gibi benim için de derin bir hayal kırıklığıyla yaşandı. Gençliğinizin en coşkulu, en aktif döneminde uzun, ağır bir suskunluk… Doğaya aykırı bir durumdu bu. O yıllarda söylediğim gibi, içimde söylenmemiş çok söz biriktiği için yazmaya başladım. “Yazmasaydım çıldıracaktım” demiş Sait Faik. Benzer bir duyguydu; o kadar sözü tek başıma taşıyamazdım. Sonraki yıllarda da benim için yazmak eyleminin ardındaki temel dürtü hep bu oldu sanırım: İçindeki sözü ortaya dökmek ihtiyacı. 80’li yıllarda bu söz Dostluk Hüznü Paylaşmaktır’da kitaplaşan öyküler oldu, Bütün Kapılar Kapalıydı’yla başlayan film senaryoları oldu. Öykü ve senaryo yazmaya aynı yıllarda başladım ve içimde biriken söz beni rahatsız ettiği sürece bir şeyler yazdım. Yazmadığım yıllarda da içten içe söz biriktirdim sanırım. Bundan önceki romanınız Yağmurun Yedi Yüzü’nün tarihi roman özelliği var; dönem romanı özelliği var ve son olarak da insani ilişkilerin işlenişi söz konusu! Yeni romana bakıyorum; bu kez de benzer tema; tesadüf olmamalı bu durum? Geçmişe bakmak ihtiyacı diyelim buna. Yağmurun Yedi Yüzü 2004’te yayımlandı; 12 Eylül dönemine odaklansa da Türkiye’nin son kırk yılına bakan bir romandı. Benim için daha çok, içinden çıkıp geldiğim tarihe serinkanlı bir bakıştı. Türkiye demografik olarak genç bir ülke; sürekli geleceğini arayan genç bir toplum. Geleceği belirsizleştikçe geçmişe dönüyor yüzünü; oradan asılsız kibirler çıkarıyor kendine, keskin hassasiyetlere, karanlık öfkelere, yerli yersiz düşmanlıklara bel bağlıyor. Öyle besleniyor ya da oyalanıyor diyelim. Bir yanıyla kaçınılmaz bir süreç bu; çünkü geleceğe dair umudun bulandığı yerde geçmiş de netliğini yitiriyor. İşte başınızın hayli sıkışık olduğu böyle durumlarda tarihi dilediğiniz gibi, yeniden yazmaya başlarsınız. Aslı astarı olmayan hikâyeler kurar, kendi söylediğiniz yalanlara kendiniz inanmakla kalmaz başkalarını da inandırırsınız. Kişisel vakalar için de sosyolojik olarak da yarı şizofrenik bir durumdur bu, ama aynı zamanda da son derece verimli bir roman malzemesidir. Düşünün, küresel sermayenin saniyeler içinde yer değiştirdiği, dolayısıyla ulus devletlerin varlık nedenlerinin hızla yok olduğu, buna rağmen milliyetçiliğin günden güne kudret kazandığı bir dünyada sizin gerçeğiniz, pekâlâ bir başkasının yalanından ibaret olabilir. Ama siz bunun farkında bile değilsinizdir. E, bu, üzerine bir roman yazmaya değecek kadar büyük bir aymazlık tabii. Şapkasız Yalanlar adını verdiğiniz yeni romanınız; bir aile romanı gibi okunuyor ilk anda, daha doğrusu öyle başlıyor; sonra kurgu sarmal bir hal alarak, farklı uçlara değiyor, onlarla birlikte bir bütün hal aldığında da ortaya başarılı bir eser çıkıyor… Teşekkür ederim. Aile, mikro ölçekte bir yansıma aslında. Şapkasız Yalanlar 1880’lerden başlıyor ve yüz yılı aşkın bir tarihe bakıyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan çeşitli öyküler var burada. Bildik aile öyküleri. Bilmediğimiz, bu öykülerin ne kadarının gerçek, ne kadarının yalan olduğu… Ön yüzündeki aile öyküleri bir yana iki temel sorusu var kitabın: Tarih nedir?.. Gerçek nedir?.. Tarihi kimler, neye göre yazıyor? “Ey vicdan, neredesin?” diye başlayan bir roman bu; ana ekseni oluşturan tema, vicdan. Diyelim ki bizim için tarihi yazanlar ellerini vicdanlarına koydular da öyle yazdılar. Bu, yalansız bir geçmişe, yani gerçeğe ulaşmak için yeterli midir? İnsan zihni gerçeği bütün boyutlarıyla kavramaya muktedir midir? Bu son soruyu kimilerinin fazlasıyla agnostik bulacağının farkındayım ama bence içinde bulunduğumuz koşullarda bize her anlatılana körü körüne inanmaktansa biraz agnostisizmin kimseye bir zararı dokunmaz. KADINLARIN AYAK İZLERİ Bir aile romanı; anlatılan ailede kadınların ana kahraman olduğu bir hikâye Şapkasız Yalanlar… Evet, kadınların ayak izlerini takip ederek bakıyor tarihe. Hayatı rahminde oluşturup için için büyüten, kadın. Hal böyleyken, o hayatın sırrına diğerlerin¥ den daha vakıf olması pek de şaşırtıcı CUMHURİYET KİTAP SAYI 946
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle