27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

“Anadolu’nun Bilge Kılavuzu” dediğim Bilge Umar’a önem verişimin nedenleri var elbette. Bilimci bilinci, yaklaşımıyla çalışmasını yöntemlerken dili, düzlemiyle anlatı olarak verimliyor kitaplarını o. Böylece bağrında yaşadığımız Anadolu’yu hem doğru tutumla anlamlandırmamızı sağlıyor, hem de tarihi serüveniyle, karış karış coğrafyasıyla tanıyıp sevmemiz yönünde kışkırtıyor bizi. M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası O kullar tatile mi girdi, ipimizden boşanmışçasına dışarıya atıyoruz kendimizi… Dışarıya atıp da ne yapıyoruz sanki? Koca bir hiç! Kent, kültür gezilerine, müzelere, örenlere giden yok değil elbette, ama devede kulak! İyi de bir yurt nasıl sevilir? Kuşkusuz öğrenilerek! Peki biz nasıl öğreneceğiz yurdumuzu, nasıl seveceğiz adına “Anadolu” dediğimiz şu koca yurdu? “Anadolu’nun Bilge Kılavuzu” dediğim Bilge Umar’a önem verişimin nedenleri var elbette. Bilimci bilinci, yaklaşımıyla çalışmasını yöntemlerken dili, düzlemiyle anlatı olarak verimliyor kitaplarını o. Böylece bağrında yaşadığımız Anadolu’yu hem doğru tutumla anlamlandırmamızı sağlıyor, hem de tarihi serüveniyle, karış karış coğrafyasıyla tanıyıp sevmemiz yönünde kışkırtıyor bizi. Tümü de İnkılap Kitabevi’nce yayımlanan kitaplarını sıralayalım ilkin onun: Türkiye’deki Tarihsel Adlar (İkinci Basım, 1993), Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi (1998), Trakya (2003), Troia (2002), Mysia (2006), Lydia (2001), Karia (1999), Lykia (1999), Kilikia (2000), Karadeniz Kappadokia’sı/ Pontos (2000). İnkılap Kitabevi yayın yönetmeni, incelikli, duyarlı insan Şafak Barış, kitapları bana ulaştırmak için ne sıkıntılar çekti, ama sağ olsun ulaştırdı tümünü de… Bilge kılavuz eşliğinde, Anadolu’nun kapısından adım atıp içeri girmeye, bir genel Anadolu kavramı odağında onu yeniden kurmaya ne dersiniz?.. Bu çerçevede ilk iki kitabını almak istiyorum yazının bu bölümünde: Türkiye’deki Tarihsel Adlar, Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi. Üzerinden çeyrek yüzyıl geçtiği halde yazarın Türkiye Halkının İlkçağ Tarihi (1982) başlıklı kitabı yeniden basılabilmiş değil. Türkiye’deki Tarihsel Anıtlar adlı kitapsa, evet bir tek o, Şafak Barış’ın ulaştırma çabalarına karşın elime geçmedi bir türlü, orta yerde kaldı. Bu nedenle yazıyı, andığım iki kitabın varlığına, ama eksikliğine karşın kaleme almak zorunda kaldım ne yazık ki… Anadolu’nun Bilge Kılavuzu Umar: “Halk sözcüğünü… Almancadaki Bevölkerung, Fransızcadaki Population karşılığında kullanıyorum; ayrı kültürlerden olup olmadığına bakmaksızın ülkedeki tüm toplumu kastediyorum. …bu kullanımda, ‘halk’ın tek kültüre sahip tek ulus olduğu veya olmadığı doğrultusunda, hele hele ‘aynı atalardan gelmiş’ olup olmadığı doğrultusunda, hiçbir iddia yoktur.” (8) Türkiye’de yaşayan Türkiye halkı, kısaca Türk halkı bu kalıtın taşıyıcılığını üstleniyorsa bu yurttaki herkesin bir ortalaması bağlamında kendini gösteriyor demektir bu yalnızca. Yani ne Hitit çağında Anadolu halkı tümden Hititliydi ne Lidya, Frigya çağında Lidyalı, Firigyalılar tümden Lidyalı, Frigyalıydı. Çok sonraları da Roma, Bizans, Türk çağında Anadolu’da yaşayan insanların tümden Romalı, Bizanslı, Türk olmadığı gibi… Nitekim Umar, ”Bir ülkenin Hellenleşmesinin, Araplaşmasının, Türkleşmesinin anlamı… oralarda, yeni kültür öğesinin ağırlıklı önem gösterdiği bir sentez yaratmaktan ibaret olmuştur” (11) biçiminde dile getiriyor bunu. Sözgelimi 395 sonrasında “birkaç yüzyıl içinde Türkiye halkının çoğu Hıristiyan” olurken “eski inançların da zamanla yeni inancı ve yeni değer yargılarını etkilediği, onların içine sızdığı, onlarla karıştığı, tezantitez karşıtlığından ve çatışmasından yine bir sentez çıktığı” düşünülmeli. Bu türden bir süreç, “Anadolu’ya özgü içerikte bir Müslümanlık oluşmasında da” kendini gösteriyor zaten. (16, 17) Demek ki ne Hıristiyanlık çağında tümden Hıristiyandı Anadolu ne de şimdi şu sıralar İslamlık çağında tümden Müslüman… Dinler kadar diller de bu bağlamda ele alınmalı! “İstedim ki, yurdumun insanları kendi köyünün, kasabasının, kentinin adını; ya da, doğup büyüdüğü çevrede olup da adlarını en yakın hısım akrabasının adı kadar sık duyduğu derenin, tepenin, ovanın, gölün, komşu kasabanın adını sökebilsin, anlayabilsin; o adlar hangi geçmiş ulusun dilinden gelmiş, anlamı neymiş, öğrensin. Bu konuda anlatılan ‘Develi adı Dev Ali’den gelir’ gibi uydurmalardan kurtarılsın. “İstedim ki, Türkiye Türkleri ulusunu oluşturan kültür sentezinin, yalnız Ortaasya Türklerinin kültürü ile Arabın ve Araplaşmış ulusların oluşturduğu İslam kültürünün ürünü olmadığı; sentezde, en azından o öğeler kadar, hatta kanımca onlardan çok daha güçlü olarak, bir üçüncü öğenin daha katkısı olduğu, bu üçüncü öğenin ‘Anadolu’nun kendi kültürü’ olduğu öğrenilsin.” (Türkiye’deki Tarihsel Adlar, 4) ANADOLU’YA ÇIKMAK, ANADOLU’DAN DÖNMEK... Anadolu’ya çıktınız mı, onun saldırganı mı yoksa kollayıcısı mı olduğunuzu düşünmeniz gerekmez mi ilkin? Örneğin İstanbul’un “kurtuluşu”nu değil “fethi”ni kutlayan bir anlayış, Anadolulukla ne ölçüde uyuşur sizce? Sözgelimi Arapların Anadolu’ya, İstanbul’a düzenlediği saldırılar sürerken 717’de Ömer bin Abdülaziz’in, “İstanbul’u kuşatan orduyu desteklemedi(ği)” görülüyor. Kaldı ki “…Ömer, fetih savaşlarına iyi gözle bakmıyor(.); herhalde, bunların Allah yolunda değil, talan malı elde etmek için yapıldıklarının bilincinde Ömer.” (Umar; Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, Julius Wellhausen’den [Çev: Fikret Işıltan], 52) Anadolu’ya çıktınız mı bütün bu ayrıntıları görebilmeniz gerekiyor; bir yandan tarih coğrafya atlasında gezineceksiniz çünkü, öte yandan her öğreninizi yerli yerine oturtacaksınız… Kimi ayrıntılar, öyküleşince anlatıya bir akışkanlık, hız kazandırıyor belki, ama sanki yığma ayrıntılarmış gibi durabiliyor bunlar kimileyin kitaplarda. Ne var ki yapıtların alımlanmasını güçleştirici, yağ gibi kayıp gitmesini engelleyici görünse de böylesi pürüzler, sonuçta konuya yaklaşımıyla, sonrasındaki bilgilendirici, bunları coğrafya anlamında yerli yerine oturtucu kucaklayıcılığıyla Anadolu’yu yeni baştan kurmamızı sağlayan başucu kitaplarından olduğu açık Bilge Umar’ın bu yapıtlarının… Kaldı ki Umar, çok yönlü tanıklıklarla, örnekçeli kanıtlarla anlatımını desteklerken Anadolu yaşayan bir coğrafya, tarih ansiklopedisi gibi sayfa sayfa geliyor önümüze. Halkların kültürleri, dilleri, dinleri vb. üzerindeki sis bulutu dağıldıkça dağılıyor… Bilge Umar, kendine özgü bir yazım anlayışına sahip, bütün kitaplarında koruyor bunu, bundan ötürü olmalı, kitaplarını da kendisi diziyor, düzeltisini de kendisi yapıyor… Bununla da yetinmiyor bilimci yazar, kullandığı fotoğrafları da kendi çektiklerinden seçiyor, krokileri kendisi çiziyor. Elbette bunlara kimsenin diyeceği olamaz. Ama ben, kendi payıma, günümüzde pek çok yayınevince kullanılan Dil Derneği yazım kılavuzunun örnek alınıp uygulanmasını dilerdim… Çünkü Umar, genel yazım kurallarına değil, kendi belirlediği kurallara uyuyor daha çok. Kendi başınıza dönebilirsiniz Anadolu’dan, ama Anadolu’ya çıkarken kılavuz kaptana gereksinim duyabileceğinizi usunuzdan çıkarmayın sakın! Bilge Umar’ın kitapları bu yönde sizi Anadolu’ya çıkaracak kılavuz kitaplardan işte,kuşkunuz olmasın bundan. Bu nedenle andığım iki kitabın mutlaka okunması, başucunda tutulması gerekiyor bana göre. Bilge Umar’ın öteki kitaplarındaki kılavuzluğuna iki hafta sonra yeniden döneceğim. Madem tatile girdiniz, hadi Anadolu’ya, ama kılavuzunuzla! ? SAYFA 29 Bilge Umar ANADOLU BİZE BAKIYOR... Anadolu bize bakıyor; nasıl bir yaklaşım sergilediğimizi tartıyor sanki ya da bana öyle geliyor. Bu çerçevede Türklerin, bu ad altında Anadolu’yla ilişkileri 1071 tarihinden çok önce başlıyor. Örneğin bunlardan biri de 568’de, “Göktürk İmparatorluğu’ndan İstemi Han’ın gönderdiği elçiler(in) İstanbul’a gel(işiyle)” yaşanıyor. “Gerek giysileri, davranışlarındaki görgü ve armağanlarının zenginliği, gerek (Bizans tarihçilerine göre) …getirdikleri mektuplar, bu halkın …çapulcu değil, yüksek bir kültür düzeyinde olduğunu gösteriyor…” Ne ki İstemi Han’ın ölümünden sonra yerine geçen Tapar Kağan, sözlerinde durmayışını gerekçe göstererek Doğu Roma İmparatoru’nun (Bizans’ın/Rumların) “gönderdiği elçilere, iki elinin on parmağını açarak, ‘On parmağımı görüyorsunuz’ dedikten sonra parmaklarını ağzına bastır(ıp) elçileri şöyle azarl(ıyor): ‘Siz Romalılar (Rumlar), işte bu kadar dille konuşuyorsunuz; kullandığınız dillerin tümü de yalan dolan söylüyor. Bana bir dil kullanıyorsunuz, benim halkıma başka bir dil; birbiri arkasından bütün ulusları 904 TARİHSEL BİRİKİMİN SON TAŞIYICISI: TÜRKLER... Farklı temelden kaynaklanan çapraz iki ışınsal örgünün prizmasından geçirilerek oluşturulabilir Anadolu’ya bakışımız. Bir yandan kuramsal bağlamda tarihten gelen bilintilere, buluntulara, kalıntılara dayanarak oturturuz onu kafamızda, öte yandan kumaştaki atkıçözgü örneğinde olduğunca neredeyse milimetrik yerleştirimler bağlamında… Buna göre Anadolu’yu tanımak istiyorsak eğer, ilkin bilgilenime varacağız, ardından sınama alanı olarak söz konusu coğrafyaya bunları yayıp yeniden yaşayacağız bir çalım… Bu satırlardan sonra, Anadolu’yu tanımanın yolunun tek olduğu anlaşılıyor: Önce okuyacağız, sonra da görüp tanıyacağız… Yurdu sevmenin de temel koşulu bu! Herkes için geçerli bir yöntem kuşkusuz. Ancak, bizler için, çok daha farklı bir durum söz konusu. Bizler, kalıtın hem temsilcisi hem nöbetçisi hem emanetçisiyiz de ondan. İlk önce halkın ne’liğine bakalım isterseniz. Bir dipnotta şunları söylüyor Bilge CUMHURİYET KİTAP SAYI yalancı dilinizle kandırıyorsunuz. Sizinle bağlaşıklık kuranları savaşa, tehlikeye atıyor, onların çabasından yararlanıyor, size iyilik edenlere sırt çeviriyorsunuz. Hemen yurdunuza dönün, efendinize anlatın ki, bir Türk, yalancılık dolancılığı ne kendisi yapabilir ne de başkasının yapmasına katlanabilir.” (40, 41) Sağda ya da solda Tapar Kağan’ın sözlerinden ibret çıkarması gereken pek çok siyasacı yaşamıyor mu günümüz Türkiye’sinde sizce de? Alalım “Seyitgazi”yi… Bilge Umar, Friedrich Karl Kienitz’le (1972), Muhittin Aslanbay’ın (1953) kitaplarına dayanarak şu bilgileri aktarıyor: “Battal Gazi Araptır; Türk olduğu yolundaki inanç, sonraki dönemin uydurmasıdır.” “…İmparator III.Leon, Akroenos/Afyon Karahisarı önündeki düzlükte Arap akıncı ordusunu yenip yok etti; ünlü Arap komutan Seyyid Battal Gazi bu savaşta öldü.” “Yeni araştırmalar, Arap komutanı Seyyid Battal Gazi’yle ilgili olarak daha sonraki yüzyıllarda Anadolu Türk toplumu içinde gelişen, bu komutanı bir Türk yiğidi olarak gösterip başarılarını anlatan destanların, gerçekte, 788 yılında Araplarla savaşırken ölen bir Rum yiğidiyle ilgili olarak gelişen Dighenes Akritas destanına bağlı olduğunu, yani iki destanın birbirinden etkilendiğini, birbirine karıştığını ortaya koymuştur. …Kienitz, (“AfyonEskişehir arasındaki ilçe merkezi, Türklerce adına Seyitgazi denen kasabada [ilkçağın Nakoleia’sı]”) Battal Gazi türbesi bitişiğindeki mescidin bir bizans kilisesinden bozma olduğunu ve bu tepeciğin, İslamlık öncesinde dahi Hıristiyan yerli halk tarafından kutsal yer sayıldığının açık bulunduğunu; hatta, yerin kutsal sayılmasının Phryg’ler dönemine uzanması olasılığı bile gördüğünü söylüyor ve burasının, birçok tepecik üzerinde kutsal Kybele sunakları bulunan Phrygia çekirdek bölgesinde olduğunu anımsatıyor.” (53, 54) Umar, “Türkiye’deki Tarihsel Adlar üzerine araştırma yapmak, Türkiye’nin tarihi üzerine araştırma yapmaya benzer. Gidebileceğiniz genişliğin, inebileceğiniz derinliğin sonu yoktur” dedikten sonra, amacını şöyle açıklıyor:
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle