Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... KISA KISA ... Sudaki Ateş ? Hülya SOYŞEKERCİ S on zamanlarda, hakikat’in yitimi olgusunu giderek daha derinden yaşıyor ve duyumsuyoruz. Bu, kuşku götürmez bir gerçek. Yaşamın hızı içindeki parçalanmış algılamalar edebiyata da yansıyor ve dolayısıyla hakikat’ini yitirmiş ya da sanallığa doğru evrilen bir edebiyat anlayışının içinde buluyoruz kendimizi. Bu durumda “sahici” yapıtlara ve hakikat’i dile getiren romanlara da gereksinim oluşuyor ister istemez. Her şey, kendi içinde karşıtını barındırdığına göre, böylesine parçalanmış algılamalar, bütünsel hakikat aynasını yeniden aramaya zemin hazırlıyor. Sanallığa tutsak edilen ya da sanallığa tutsak olan bilinç, zincirlerini kırmak, hakikat’ten beslenen edebiyat ve kurgu yapıtları üzerinde yeniden biçimlenmek istiyor bir yandan. Böyle bir ortamda, kurmacanın olanakları içinde duyumsatılan bütünsel gerçeklik algılamalarına uygun romanlar da okurla buluşma ve onlara seslenebilme olanağına kavuşabiliyor. Ferda İzbudak Akıncı’nın Sudaki Ateş’i bütünsel bir algılama üzerine kurulu olmasıyla son zamanlarda yazılan romanlardan epeyce Ferda İzbudak Akıncı farklı bir yerde duruyor. Karşıtlıkların birliğinden ve çelişkisinden yepyeni dönüştürümlere ve bileşimlere ulaşılabileceği düşüncesini, adıyla; Sudaki Ateş’le duyumsatıyor öncelikle. Bu sözcük birliği, olabilirliklerin sonsuz ve sınırsız oluşuna dair bir gönderme niteliğinde. Yalnızca suyun yüzeyinde yansılanan ateşe değil, aynı zamanda derindeki potansiyel güce de vurgu yapıyor. Romanda, iki genç insanın; Bora ve Yağmur’un dostluk ve aşklarının çevresinde toplanan derin toplumsal sorun ve insani dramlara tanık olmak, farklı bir okuma serüveninin içinde yol almak anlamına geliyor. Bir kentin öteki yüzüyle karşılaştınız mı uzun süredir? Ara sokaklara girip kenar mahallelerde, kente tutunmaya çalışanların yaşamlarına konuk oldu nuz mu? Ya ÖSS felaketini yaşayıp Açık Öğretim’le avunmaya çalışanları yakından tanıdınız mı? İzmir’i adım adım dolaşıp Kordon’da, Körfez’de mavilikler üzerinde solan günbatımı ateşini izlediniz mi? Sudaki Ateş’te bunlara da tanık olacaksınız. Sudaki Ateş; genç insanlarımızın umuda, yaşama pencereler açma savaşımlarına, dişiyle tırnağıyla ekmek kavgası verenlere, ölümlere, acılara; kırılmalar içinde yitip giden genç yaşamlara, hakikat’in parçalanmamış aynasını tutuyor. Romanın içinde gençlik duygularının bütün karmaşasını ve yürek sancılarını Bora ve Yağmur’un arkadaşlıklarında, Hülya ve Ece’nin dostluklarında, asker yolu bekleyen Hülya’nın kara bir haber sonrası savrulmalarında buluyoruz. Bora’nın Yağmur’a duyduğu özverili büyük aşk, Yağmur’un içinde taşıdığı ölümcül bir gizem nedeniyle kesintiye ve kırılmaya uğruyor. Yağmur’u kandıran, karanlık işler çeviren mafya adamı Yıldırım, bir trajediye zemin hazırlıyor, duyarsız çapkınlığı ve içindeki kötücüllükle… Romanda ayrıca emekleriyle yaşamı var eden insanların dünyalarından da bir kesit aktarılıyor. Bir ekmek fırınında, gecenin kör karanlığında, insanlar uyurken ekmek hazırlayıp sabaha yetiştirmeye çalışanlar arasında, Kırıkkafa lakabıyla tanınan bir ustanın yaşamı, romanın en sancılı bölümlerinden. Eski bir gardiyan olan Kırıkkafa, ikinci kişiliğine büründüğü zaman, öyle olaylar anlatıyor ki yürekleri dağlıyor sözleriyle… İnsanın insana zulmü, işkenceler, idam(lık)lar, geçmişte yaşanan bir darbenin oluşturduğu toplumsal kırılma noktasının derin izleri… Fırın işçilerinden bir diğeriyse, köyden kente göç etmek zorunda kalan bir ailenin çocuğu. Ayrıca, mahallenin diğer çalışanlarından; mermer ustası Sabahattin, iyilik ve yardımseverlik dolu yüreğiyle dikkati çekiyor. Mahallede bir kahvede zaman zaman bir araya gelen bu insanların arasında bilinç düzeyi hayli düşük olanlar, karanlık düşüncelere hizmet edenler de var ne yazık ki… Ancak, dayanışma duygusu taşıyanlar, her zaman için onlardan daha baskın durumdalar… SÖNMEYEN ATEŞ... Romanın bütün olay ve kişilerini kendi çevresinde toplayan Haldun, en önemli karakter olarak dikkati çekiyor. Haldun, romanın merkezinde onurla, dimdik duran bir insan. Yazar, roman kurgusunu öyle ilginç bir şekilde düzenlemiş ki sözünü ettiğimiz bütün yan karakterler Haldun’un çevresinde bir şekilde yer alıyorlar ve bütün olaylar da Haldun’un çevresindeki ana olaya bağlanıyor. Haldun mahalleye yeni taşınmış olmakla birlikte, kahvedeki konuşmalarıyla, toplumsalekonomik olayları sorgulaması ve yorumlarıyla mahallelinin saygınlığını kazanıyor kısa sürede. Muhasebe bürosunda çalışıp bir yandan Açık Öğretim’de okuyan Haldun, farklı bir kurgusal ilmekle Yağmur ve Bora’nın yaşamlarına da bağlanıyor. Haldun, romanın “bilinç taşıyıcı kişisi” aynı zamanda. Yazar, toplumsal eleştiri ve yorumlarını Haldun karakteri üzerinden aktararak, söylemek istediklerinin bazılarını okura ulaştırıyor. Bu durum, Haldun’un yazara bağımlı, cansız bir karakter olmasına yol açmıyor; aradaki o ince çizgiyi oldukça iyi gözetiyor Ferda İzbudak Akıncı. Orhan Kemal roman ve öykülerinin yeniden okurla buluştuğu bu zamansal noktada, Orhan Kemal’in yazınsal bakışını yeni bir tarzda geliştiren Sudaki Ateş, toplumcu tavrıyla öne çıkıyor. Hayatın adil davranmadığı nice insan, bu romanda kendisini var ediyor. Geleceği belirsiz, umudu tükenmiş gençler Sudaki Ateş’te bütün gerçekliğiyle karşımıza çıkıyorlar. Bu gençlerden birinin konuşması, yoğun anlamlarla yüklü: “İçimdeki çocuk, bunca acıyı taşıyamıyor. Bunları taşımak için büyümeliyim.” Sudaki Ateş, hakikat’le bağını koparmayan, bütünüyle yaşamdan beslenen bir yapıt: Gençlik… aşk… bizim insanlarımız… yazın ara sokaklarda kapı önü sohbetleri… çiğdem külahları… İzmir’in aydınlık ve karanlık yüzü... ve daha pek çok renk, pek çok görünüm… Ekonomik ve toplumsal çürümeyi dile getiren Sudaki Ateş’te Ferda İzbudak Akıncı, kısa, akıcı ve şiirsel cümlelerle yazıyor: “Öyküler yazdım gece yorgunu insanların yüzüne. Kiminin öyküsünü dinledim. Kimine kendim yazdım. Kimiyle konuştum. Kimi susarken söyledi her şeyi. Bir büyük yalnızlığı büyüttüğünü gördüm ev yığınlarının. Gökyüzü, yıldızlarıyla bir örtüydü sanki öteki yüzüne kentin. Bir tutam sim, bir parça ışıltı. Alabildiğine lacivert…” Ateş, suda bile olsa sönmüyor, çünkü Sudaki Ateş, bütün acılara karşın yeniden başlamaya, direnmeye ve umut etmeye dair bir roman… ? hulyasoysekerci@yahoo.com Sudaki Ateş/ Ferda İzbudak Akıncı/ İlya Yay./ Nisan 2007/ 320 s. Aşk Bir Hayal ? Mehmet SARSMAZ ayri K. Yetik, bilinen günümüz şair tipinden ayrı bir kişilik sunuyor. Bir 19. yüzyıl Osmanlı şairi havası var onda. Bir ‘İstanbul beyefendisi’ izlenimi yaratıyor kişilik ilişkilerinde. Bu özellik olumlu mu, olumsuz mu bilemiyorum. Onunla ‘serserilik’ yapamazsınız; ama ‘şiir’ konuşursunuz. “Aşk Bir Hayal” adlı yapıtında, “kokunu bağışlar mısın, rüzgâr giyimli kokunu” diyebilen bir şairin, “aramızda tek gerçek / dalgınlığımızdan ürken güvercinler” dizelerine de rastlamak, bu “tavrın” nedensiz olmadığını gösteriyor, “bir ayağın zümrüt çöplüğünde” derken de. “Saçlarının burgacı zaman” dizesi sevgilinin zamana üstünlüğünü gösteriyor sanki; “zaman sensin” diyen şaire inat. Işıkların emzirdiği güzellikten söz etmek ona özgü. Aynı noktaya, “Küllerinden tutuşuyor genişleyip saydamlaşan zaman” dizesinde de ulaşıyor ozan. “Göründüğüm Muhammed mi, içi miyim; Zeyd’in kolunda Ruhat desem ruhun yalımı Lilith,” gibi sözcüklerinde ince bir gizemci coşkuyu yakalıyoruz Yetik’in. “Seninden önceki hâlim” dizesi yanında, “birdenbire etekleri tutuşuyor gecenin / aşk, dedim, işte aşk, gökle yerin ayrışması” dizelerinde de benzer bir inceliği ve canlı bir imgeselliği yakalıyoruz. “İç ki yarasın iç ki dirilesin / diyen Cebrail mi o meleke / cam gibi yırtıcı güzelliğin…” dizelerinde ise kişiliğinin örtülü yanını ele veriyor; “Tanrı mı rüzgâra gizlenmiş” deyişinde bu örtülü yan daha bir belirginlik kazanıyor… DALA TAKILAN ZAMAN “Sen mi cennetten, cennet mi sen” diye sorarken “cennet” kavramını farklı bir soyutlama düzeyinde veriyor ozan. “Evimiz yine böyle aşktan / yasadışı gecekondu” dizelerinde de yasak bir aşkın ürkekliğinin ipucunu mu veriyor sanki? Şiiri sevdiğini açıkça “hamağımız dünyanın şiiri” diyerek gösteriyor. “Artık kim seçerse senden beni” sözcüklerinde sanki sevgilinin üzerinde bıraktığı izin ayKİTAP SAYI 904 H ? SAYFA 22 CUMHURİYET